Bu Blogda Ara

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Ofsayt Osman


Bazen cennet ile cehennem arasında kendimi sıkışmış gibi hissederim. Bildiğiniz tam anlamıyla Araf’tayımdır böylesi anlarda. Hareket etmek isterim ama sıkışmış, kıpırdayamaz durumdayımdır. Haykırmak, bağırmak, yardım dilemek isterim ama ne sesim çıkar, ne de çıkmayan sesimi bir duyan. Kurtulmak, silkinmek, yeniden başlamak isterim ama çoğu kere nafile bir çabadan öteye geçmez bu isteğim. Gün doğsun ve hayatım aydınlansın isterim ama her yer bana inat hala zifiri bir kör karanlıktır. Işıksız bir karabasan üstüme çöker durur büyük bir keyifle. Yaz gelse de ısınsam derim ama payıma hep kara kış düşer böylesi dönemlerde. Duvara toslamak gibidir. Acı değil de çoğu kere hüzün verir. Böylesi anlarda en çok da kıydığım, tükettiğim ve istemeden büyümesine neden olduğum içimdeki çocuk için üzülürüm. Dedim ya ben bazen cennet ile cehennem arasındayım gibi hissederim. İçmem için artık şarkı dinleyecek yaşı da mezeyi de çoktan geçmiş durumdayım. Keyif olmaktan çoktan çıkıp ihtiyaç olmuş artık. Eski dostum sigara en çok özlediğim. Yine beraber olsak eskisi gibi, yine üçümüz diyor ama  ben hala hayır demeyi başarabiliyorum. Daha ne kadar başarabilirim onu da bilmiyorum.

Böylesi anlarda aklıma Ofsayt Osman filmi ve ölümsüz büyük usta Sadri Alışık gelir. Işıklar içinde yatsın filmin sonundaki tiradı unutulmazdır ve kendimi böylesi anlarda onun gibi hissederim:

Ölecekmiş , ölmesin dedim. Bir can kurtulsun dedim. Bütün hayatımda ofsayt dediler. Bir işe yaramaz , sümsük dediler. Varsın gene desinler dedim. Hayatımda bi defacık bi kız sevdim. Onu da kaybedeyim dedim. Hayatımda bi kerecik bi şey kazanacak oldum , onu da kaybedeyim dedim. Tek bi can kurtulsun dedim. Çocuğu kurtaracak kadarını aldım , üst tarafına el sürmedim. Fena mı oldu?

Sizler hepiniz , hepiniz , hepiniz hakem olun abiler . Ya bu maç be tıpkı bi maç ama böyle hayat sahasında oynanıyor. Oyuncuları bizleriz; topumuz da namusumuz, vicdanımız, insanlığımız. Ben, ben Osman.. Ofsayt Osman . Söyleyin be, Allah rızası için söyleyin be gene mi atamadım golü hahh? Bu da mı gol değil be? Gol mü? Bu da mı gol değil be? Bu da mı gol değil ? Adaletine insanlığına kurban olayım hakim bey. Bu da mı gol değil?

Film duruşmadaki dinleyicilerin ve hakimin “Gol” demesi ve Sadri Alışık ile Filiz Akın’ın sarılmasıyla biter. Güzelim Yeşilçam filmleri, tarihsel süreç içinde üretilmiş ve kuşaktan kuşağa aktarılmış her türlü özellikler bütünüdür bu filmler. Kültürümüzdür. Toplumsal kimliğimiz, yaşayış ve düşünüş tarzımızdır. Biz olma bilincimiz, birlik duygumuz, toplumsal dayanışmamızdır. Ben eski Türk filmlerini severim. Bir kaçış, sığınacak bir liman, soluklanacak bir andır benim için. Hayatın tersine basit ve naif olmalarını severim. Ben Türk filmlerinde her şeyin olabilmesini severim. Basit şeylerle yakalanan mutlulukları, bana hissettirdiği huzuru ve bu iyi insanların duyduğu ve hissettirdiği güven duygusunu severim.

Benim son zamanlardaki Türk filmim ise devam etmekte olduğum briç kursum. Ofsayt Osman’dan Gol kralı Osman’a dönüştüğüm yer. Nasıl keyif alıyorum, nasıl her şeyi unutup, huzur dolabiliyorum size anlatamam. Hayatımız ve tercihlerimiz yalnızca bizlere aittir. Bizleri gülümseten, gurur duymamızı sağlayan ışıl ışıl, aydınlık günlerin de yaratıcıları bizleriz, en koyu gri karamsar günlerin de. Hayatımız seçtiklerimizin bir bütünü aslında. Ofsayt Osman gibi olduğum, hissettiğim dönemlerde kendimi böylesi kişisel hobilere zaman ayırıyorum diye suçladığım anlarım çokça da olsa dağıtılan ilk el ile suçlama yerini takdire bırakıyor. Yeni edindiğim, beraber güldüğüm, zaman geçirmekten büyük keyif aldığım arkadaşlarım var. Briç artık yalnızca briç değil bizim için.

Her zaman dediğim bir şeyi tekrarlamak isterim: Tüm çocuklar büyüyorlar. Kimisi başarılı oluyor kimisi daha az başarılı.Ben oğlumun mutlu ve huzurlu olarak büyümesini istiyorum ve bunun için önce benim mutlu ve huzurlu olmam gerekiyor. Mutluluk için gerek ve yeter şart insanın kendisiyle ters düşmeden, barışık olarak yaşayabilmesi. Bu da ancak hayallerini arka plana itmeyerek olabiliyor. Önemli olan aynada kendimizle göz göze gelebilmek ve dahası bu bakışmayı sürdürebilmek.
 
Hayal kurun, bol bol hayal kurun. Bu hayalleri destekleyici hobiler edinin. Bunu en başta kendiniz ve sonrasında eşiniz ve çocuklarınız için yapın. Ben yapıyorum ve büyük keyif alıyorum. Kendimi bazen yine Araf’ta bulabiliyorum. Hayat her zaman istendiği gibi gitmiyor ama sonra kusura bakma, benim briç oynamam gerekiyor deyip hızla ayrılıyorum mekandan. Siz de yapın ve mümkünse hemen yapmaya başlayın. 

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Ortaya çıkan duygular malesef sevinç ve hüzün yerine yalnızca nefret ve öfke oldu..


Bir önceki yazımdaki temennilerim maalesef gerçekleşmedi. Maç bitiminde ortaya çıkan duygular yalnızca sevinç ve hüzün olsun demiştim ama her yere yayılan nefret ve öfke oldu. Hakemin bitiş düdüğü ile ortaya çıkan tek kelime ile bir felaketti. Ortada ne futbol kaldı, ne ebedi dostluk,  ne ezeli rekabet, ne centilmenlik ne de fair-play. Maç sonrasında ki yaşananların ne sporla ne de medeniyetle bir alakası vardı. Birkaç kendini bilmezin başlattığı olaylar, tüm stadı ve sonrasında ilçeyi yangın yerine çevirdi. Yazık.

Maç sonrasındaki yaşananlar çok acı ve bir o kadar da düşündürücüydü. Üzüldüm ama çok da şaşırmadım. Aslında bu yazıyı hiç ama hiç yazmayı düşünmüyordum ama ortada konuşulacak, dikkat çekecek o kadar çok konu var ki, dayanamadım. Bir kere olayların kıvılcımını gerçekleştiren 15 - 20 kişi sahaya dalmadan durdurulabilseydi, peşlerin belki binler takılmayacak, bu ülkemiz için utanç gecesi olan Kara Cumartesi yaşanmayacaktı. Ama işte toplum psikolojisi. Binlerce taraftar bir anda gözleri dönmüş holiganlara dönüşü verebiliyorlar. Taraftarın tüm ilçeye sıçrayan bu olaylar sırasında gerçekleştirdikleri vahşetin takım sevgisiyle en azından benim ölçülerimde bir alakası olamaz. Bu vahşi ve acımasız güruhun kontrol altına bu kadar geç alınmaları ise ülke olarak ayıbımızdı. Keşke kıvılcım daha en başından kontrol edilebilseydi. Elveda İstanbul 2020.

Federasyon için de talihsiz bir gece oldu. Özellikle talimatsız kupa bile verememeleri, kendi adlarına bir utanç ve basiretsizlikti. Galatasaray' in hak etmiş olduğu (bu maç için değil, tüm sene düşünülerek) kupasını yaklaşık 4 saat sonra, karanlıkta, hani neredeyse gizlice, kimselere göstermeden verilmeye kalkışılması federasyonun hem ayıbı ve hem de utancı olarak tarihteki yerini aldı. Federasyon başkanının kupayı verirken üzgün bir ifade takınması ve Kaptan Ayhan’ın suratına bile bakmadan kupayı verip, hemen sonrasında arkasını dönüp ayrılması kişisel ayıbıydı.

Fenerli yöneticilerin stad ışıklarını söndürüp sahadan ayrılmaları, sahanın fıskiyelerini açıp sahayı suya boğmaları ve törende yer almamaları fair-play duygusunu ne kadar içselleştirdiklerinin bir örneğiydi. 

Şampiyonluğa sevinirim sanıyordum ama yanılmışım. Bazı arkadaşlar ertesi gün beni kutladılar. Millet canını, çoluğunu, çocuğunu zor kurtarmış.Siz neyi, kimi  tebrik ediyorsunuz diye çıkıştım her birine. Benim için bu maçın ve sonrasındaki şampiyonluğun tek önemi avrupa vizesi almış olmamızdır. Sahamızda Galatasaray’ın ezdiği maçta 3 puan kaybetmiştik. O maçı kazansak ya da berabere kalsak şampiyonduk. Oysaki bu maçta ezildik, sürklase edildik ve Şükrü Saraçoğlu’nda şampiyon olarak kupa kaldırdık. Adalet mi? Belki de geç gelen adalet.

Zaytung’un zeka ürünü “Şampiyon kim olursa olsun kutlamaların Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda yapılması geleneği 3. yılında da bozulmadı.” haberi beni bu olaylar sırasında güldüren tek haber oldu.  Futbolu en azından bir süre sanırım takip etmeyeceğim. Yazıklar olsun duygumu tekrarlamak isterim. Keşke daha medeni, daha centilmen ve daha fair-play bir toplum olabilseydik. Keşke olayları yalnızca spor olarak görüp, eğlenebilseydik. Birbirimize zeka ürünü şakalar yapıp, hayattan daha çok keyif alabilseydik. Belki bir gün. Benim hala az da olsa bir ümidim var. 

24 Mayıs 2012 Perşembe

Ortaya çıkan duygular yalnızca sevinç ve hüzün olsun ama asla nefret ve öfke değil...


Bugün 7 Mayıs 2012 Pazartesi. Yaklaşık 1 hafta sonra bu seneki şampiyon belli olacak. Halen devam eden bir yazı dizisi olduğundan sizler bu yazıyı şampiyonluk düğümü çözüldükten sonra okuyacaksınız. Yayıncı kuruluşun tam da isteyebileceği üzere düğüm son haftaya kadar taşındı. Tabii bunun şans olduğunu ya da bu kadar güzel denk düşebileceğini yerseniz. Dün takip edebileceğiniz üzere Galatasaray berabere kaldı ve Fenerbahçe’de çok zor bir deplasmandan galip gelmeyi başardı. Aslında kişisel dileğim Galatasaray’ın yenmesi, Fenerbahçe’nin en azından berabere kalması ve son maça PAF takımla çıkmamızdı ama olmadı. Koşullar ne olursa olsun, sonrasında neler yaşanırsa yaşansın Galatasaray’ın şampiyon olmasını çok isterim. Özellikle şampiyonluk Kadıköy’ün tılsımı bozularak gelecekse çok daha anlamlı ve bizler için çok daha sevindirici olur. Bununla beraber sonuç ne olursa olsun bizleri futboldan bu kadar çok soğutan tüm emeği geçenlere de teessüflerimi sunarım. Bir çokları için Türk futbolunun marka değeri yoktur ama benim için vardı. Artık üzülerekten söyleyebilirim ki benim için de yok. Tabii ki ortada futbol fanatizminin, cehaletin, fakirliğin ve yapacak daha iyi bir şey bulamamanın sömürülmesi ile oluşan ticari bir hacim ve hatta bol kazanç vardır ama artık ne keyif kalmıştır, ne adil bir mücadele ne hak, ne hukuk, ne centilmenlik, ne sportmenlik, ne dürüstlük, ne de inandırıcılık. Bizlerin böyle düşünmesine neden olan herkese gönülden Yazıklar olsun haykırışlarımı sunarım.

Tabii ki her daim Galatasaray’ın şampiyon olmasını isterim (yalnızca istatistiksel açıdan) ama şu yaşanan mega-traji-komik olaylardan sonra ne Galatasaray’ın şampiyon olması beni çok mutlu eder ne de kaybetmemesi çok üzer. Bu nedenle bu yazının son hafta maçından önce ya da sonra yazılmış olması hiç mi hiç önemli değil, en azından benim için. Bu düşük, değersiz ve şaibeli ligin şampiyonu olmaktan ötürü sevinecekler varsa, şampiyonluklarını şimdiden kutlarım.

Bu sene beni Galatasaray da çok üzdü. Gazetelerden takip etmişsinizdir (basınımız bu tür haberleri hem de hiç atlamaz, işlerini kusursuz yaparlar) Galatasaray Kulübü İkinci Başkanı Ali Dürüst, Spor Toto Süper Final Şampiyonluk Grubu'nda Beşiktaş ile oynadıkları maçın ardından yaptığı açıklamada, “Bu oyun sezon başından beri kurulmuştu, biz de bunun figüranları olarak iyi hizmet ettik. Olay son maça taşındı, artık son maça çıkacağız” dedi. Ali Dürüst başkan hem de çok sert konuşmuş!  Süper Final öncesi, “6 maçı da kazanır şampiyon oluruz” derken başrol oyuncusuydu şimdi ise başarılı bir figüran.
Sevgili Başkan, daha önceleri aklın neredeydi? figüran olmaya niçin itiraz etmedin ve kabullendin? diye sormak isterim ama nasılsa cevap alamam. Adama sormazlar mı kendi sahanda 3 maçta 7 puan kaybetmenin senaryo ve rol dağılımıyla ne ilgisi var? Evimizdeki Fener maçını bile (hani uzun uzadıya yazmıştım)1-1 bitirebilseydik 6 Mayıs akşamı üstelik evimizde şampiyonluk turu atacaktık.

Başkan da beni hayal kırıklığına uğrattı. Biz Don Kişot muyuz demesi beni ayrıca yaraladı. Keşke olsaydı, keşke olabilseydi .  Galatasaray kültürünü oluşturan, oluşmasını sağlayan, renk katan değerlerin belki de en başındakilerden olan Tevfik Fikret’in  “Hak bildiğin yolda, yalnız da olsan yürüyeceksin” demesini ya unutmuş olsa gerek ya da yolu doğru yol olarak görmemiş olması.

Üstte yazdıklarım tabii madalyonun bir yüzü. Ya diğer yüzü? Bir gazeteci sormuş: “Figüran gibi mi hissettiniz kendinizi?” Dürüst gerçekten de dürüstçe yanıtlamış: “Yalnız biz değil, bütün takımlar. Önceden organize olmuş bir olay bu. Buraya kadar geldi. İşte sonuçta her şey planlanmıştı, planlandığı gibi oldu. Son maça kaldı, hayırlı olsun.” Yalan mı sizce söyledikleri? Bu kadar mı safız (hoş saf olmayanların ayakta kalması zor bu ülkede), bu kadar mı karanlığa alıştı gözlerimiz?

Beşiktaş karşısında aldığımız sonuca hiç üzülmedim (ikinci yarı olması gerektiği gibi mücadele ettiler)ve eğer Fenerbahçeyi yenemeyeceksek de hiç şampiyon olmayalım. Diğer taraftan evet figüranız hepimiz. Kimimiz eğitimli, kimimiz uysal, kimimiz fanatik, kimimiz iyi kimimiz kötü niyetli. Kültürlü olanımız da var aramızda kör cahil olanımızda ama hepimiz tüm bunları hak ediyoruz. En başta da Galatasaray. Önlerinde fark yaratma, farklı olma, Kral çıplak deme şansları vardı. Alın liginiz sizin olsun, biz dürüstlüğü seçiyoruz deme şansları vardı ama gittiler her şeye rağmen başarılı olma sözde kahramanlığı altında sportif ve kimileri için de kişisel başarı (Koskoca Galatasaray başkanının gereksiz ziyaret ve çıkışları ne kadar acı) elde etmeyi seçtiler.

Bildiğiniz üzere TFF’nin, 58. maddenin değişmemesine yönelik olarak üstelik  oy birliği ile genel kurul kararı vardır. TFF Yönetim Kurulu da Genel Kurulun almış olduğu bu kararla bağlıdır. Bir başka deyişle Yönetim Kurulu Genel Kurul kararına aykırı hareket edemez. Ederse yetkinin kötüye kullanılması olur. Ama bildiğiniz üzere etti, hem de pişmiş pişmiş ve gerile gerile. Tek bir spor kulübümüz bile Yönetim Kurulu aleyhine bir dava açmamıştır. Medya önünde 58. maddenin değişmemesi yönünde görüş açıklamış olan kulüplerimiz için bu bir iki yüzlülük değil de nedir? Ne midir? İşte belki de çaresizliktir. Yalnızca iki tanesi ve gecikmeli olarak tahkime müracaat etmişlerdir.

CAS'taki onur ve namus davasını ülke menfaatlerini göstererek çekmiş olanlara sormazlar mı neden dava açarken ülke menfaatlerini düşünmedin diye.

Dahası da var. Malum cezalar açıklandı. Futbol Federasyonu Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu’nun muhteşem tarihi !!! kararına göre göre ceza alanlar ve nedenleri söyle sıralanmış:

 “İBRAHİM AKIN’ın 01.05.2011 günü oynanan Fenerbahçe-  Büyükşehir Belediyespor MÜSABAKA SONUCUNU ETKİLEMEKTEN eski  FDT’nin 58/1. maddesi uyarınca 3 YIL MÜSABAKALARDAN MEN CEZASI  ile cezalandırılmasına.” 

 “AHMET ÇELEBİ’nin 01.05.2011 günü oynanan Fenerbahçe-  Büyükşehir Belediyespor müsabakasında, MÜSABAKA SONUCUNU  ETKİLEMEKTEN dolayı eski FDT’nin 58/1. maddesi uyarınca 2 YIL  HAK MAHRUMİYETİ CEZASI ile cezalandırılmasına.”

Her şeyi kurcalayan muhteşem basınımızdan kaç gündür bekliyorum biri çıksa da seçilmiş Federasyon başkanına, hani şike ve teşvik sahaya intikal etmemişti diye delikanlıca sorsa diye ama benimkisi yalnızca romantik bir naiflik. Hadi onu da geçtim biri hiç olmazsa müsabaka sonucunu etkilemenin ne demek olduğunu sorsa. En zoruma giden Aziz Nesin’in oranını hepimiz için genişletiyor olmaları. Kendilerine göre şike olayını akıllıca ve bizleri akılsız hatta aptal yerine koyarak kapattılar. Peki ya UEFA? Ya Avrupa? İşte size bir kaç gazete ve ilgili başlıkları (Fatih Altaylı’nın köşesinden alınmıştır. Umarım izinsiz kullanmama kızmaz) . Ben okurken hem utandım ve hem de üzüldüm.

Corriere dello Sport: "Türkler kanunları kendilerine göre düzenlediler. UEFA'nın vereceği karar merak konusu."

Der Tagesspiegel: "Türkler harika işler yapıyor. Türk futbol tarihinin en büyük yolsuzluğu büyük incelikle çözüldü."

The Guardian: "Türk Federasyonu, şike skandalı sonrası yakaladığı kulüpleri cezalandırmadan serbest bıraktı. Türk futbolu üzerine karanlık bir örtü örtüldü."

Daily Mail: "İki futbolcu şike yapmış ama Fenerbahçe hâlâ çok temiz."

SkySport: "TFF, Şampiyonlar Ligi'nden kovulan takımı akladı."

Güzel ülkemde tüm üniversitelere ayrılan bütçe kadar bütçe yalnızca diyanete ayrılabiliyor. İmam sayısı doktor ve öğretmenden daha fazla. Kütüphane yerine açılan hep başka kurslar. Durup tekrar düşünüyorum da ben hala Galatasaray-Fenerbahçe konuşuyorum. Kim olursa olsun şampiyon.

Hakemin çaldığı son düdükle dilerim ortaya çıkan duygular yalnızca sevinç ve hüzün olur ama asla nefret ve öfke değil. 

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Şarkılar seni söyler ...



Bazı şarkılar vardır insanı alır da götürür. Coşku ile mutluluk ile huzur ile dopdolu kılar. Ne sözlerini anlarsınız çoğu zaman ne de ne için kim için söylendiğini bilirsiniz ama bir anda sizin şarkınız olur çıkar. Çoğu kere insanı çok eskilere, eski güzel günlere, yıllar geçse bile unutulmayacak günlere götürür. Hani içinize bir anda hoş bir ürperti, bir heyecan dolar ya sanki tekrar o günleri yaşayacağınızı sanarak ve asla o günleri tekrar yaşayamayacağınızı anlarsınız ya şarkının bitiminde. İnsan beyni işte oyun içinde oyun. Bazen kurulan bir hayali gerçekmiş gibi algılayacak bir naiflik bazen hin oğlu hin bir algılayış yeteneği. Bazen de bazı şarkılar tanımlamanın yapılamadığı bir his uyandırır içinizde. Belleğinizdeki hiçbir hatıra ve hiç bir yaşanmışlıkla ve hatta tanımla bağ kurmaz. Belki yaşamadığınız, yaşadıysanız da kesinlikle hatırlamadığınız ama bir şekilde şarkı ile içinize doğan, varlığını hissettiren bir hayatı sunar sizlere. Ön belleğe değil ama duygularınıza hitap eder. Mesaj sanki direk genetik kodlarınıza gider. Yaşamadığınız bir hayatın yaşanmış gibi tüm duygusal yükünü içinizde usulca bırakır notalar yardımıyla sonrada açıklama yapma ihtiyacı bile duymadan usulca yine çekip gider hayatınızdan.

Şarkının sizi neden ve nasıl etkilediğini bile anlamazsınız. Yaşamadığınız anılar hatırlanmaz ama duyumsanır, hatta bazen gözünüzden yaş bile akıttırır. Bazı notalar nedensiz adeta bir ok olur ve saplanıverir kalbinizin o en ulaşılmayan sırlarla dolu köşesine. Şarkının ilk notasıyla beraber bir anda bir hayal çevreni sarar, gerçek artık yok olmuştur. İşin ilginç bir o kadar da şaşırtıcı yanı belli bir süreden sonra şarkıyı tam olarak dinlediğin bile yoktur, onun görevi seni yalnızca o dünyanın içine sokmaktır ve tabii orada tutmaya devam etmek. Seni gülümseten enstantaneler aklına gelir, belki hep olmasını istediğin hayalindir belki de bambaşka bir hayatında başından geçen bir olay. Paralel evrenlere ve diğer hayatlarına en yaklaştığın anlardır aslında bu zamanlar. Dedim ya bazı şarkılar seni bir yerinden nedensiz yere yakalarlar. Gülbahar işte benim için bu şarkılardandır. Rena Dallia da çok dokunaklı söyler Marika Ninou’da. İkisini de tavsiye ederim. Bir kısmını rumca ve bir kısmını da Türkçe dinleyeceğim derseniz Cafe Aman’dan dinleyin derim. Daha yeni bir albüm çıkardılar. Nedenini yine bilmediğim bir sebepten Mahmure Hanım’ın Bir Çapkına Yangınım şarkısı da yine bu tür parçalardandır benim için.

Bu tür şarkıları beğenerek ve garip bir duygu seli içerisinde dinlediğim yerde her zaman İstanbul olmuştu. Öyle ya güneş batarken başlanan bir rakı sofrası. Yeşillik bir yerin ortasında kurulmuş bir sofra püfür püfür esen bir meltem, ya da bırakın yeşillikleri karşınızda boğaz, çok mu pahalı geldi, tamam karşınızda haliç olsun. Yine mi çok oldu bir evin ya da bir lokantanın bahçesi olsun. Dostlar var sofrada ya da akrabalar ne fark eder, sonuçta hepsi ayrı ayrı sevdiklerinizden oluşan dopdolu bir sofra. Çocuklar etraflarda koşuşturuyor. Muhabbet var, dostluk var. Dahası sevgi var, görünür, tutulur olmuş, etrafınızda, çepeçevre sarmalamış sizleri. Birinin doğum günü mü, nişan ya da düğün öncesi toplan mı, ya da nedensiz yalnızca bir araya gelme. Bir biri ardına kaldırılan kadehler, içten gülen gözler, mırıldanılan şarkılar. Detone ama mutluluk dolu söylenen şarkılar. İşte bu iki şarkı bu ortama ait şarkılardı benim için. Neden bilmem artık ne bu şarkıları ne de kendimi İstanbul’a pek yakıştıramıyor dahası bağdaştıramıyorum.

Tekrar en başa dönecek olursak akıllara ziyan bir trafik, sürekli bir koşuşturma, bir yere yetişme çabası, yorucu ve stresli bir hayat, aynı şehirde olmanıza rağmen göremediğiniz arkadaşlar, sona eren dostluklar, bitmeye yüz tutmuş aile değerleri, pahalılık, hayat kaliteleri arasındaki uçurumlar, üzerinize üzerinize gelen boğucu kalabalıklık, cin olmadan adam çarpmaya kalkan zeka yoksunları, sonradan görme ne oldum delileri, insanların kabalıkları, estetik ve terbiye yoksunu çoğunluk halkı artık içinde barındırdığı tüm güzelliklere rağmen bu şarkıları hak etmiyor.

Şimdi iyi de kardeşim, bize ne, çek git diyenleriniz olacaktır ama çekip gitmek de o kadar da kolay olmuyor işte. Anlayacağınız ben bu konuda arafta gibiyim. Bir yanım gitmek bir yanım şans vermeye devam etmek istiyor. Bambaşka bir yanım ise İstanbul ağzından iş buldun da ben mi seni tuttum diyor badem bıyık altından gülerek. Öyle ya güzel şehrimin bıyık modelleri de değişti artık. Önceden de yazmıştım bizleri burada yaşamaya iten, zorlayan, kandıran sayısız avantajları var bu yılların şarap tadındaki şehrinin. Ama artık şarkıları hak etmiyor, yani bıçak-kemik, zurna-zırt ikililerin dile getirildiği anlardayız.

Bu ikilililerin gündeme gelmesine neden olan başka bir konuda milli bayramlara verilmeyen değer ve önemdi. İstanbul, İzmir farkını 23 Nisan’da fazlasıyla ve tüm çıplaklığı ile gördüm, yaşadım. Lafla Peynir gemisi yürümüyor adlı yazımda Müjdat Gezen’in bir sözüne yer vermiştim. Üstat “Ekim ayına  söyleyin bundan böyle 28 çeksin, Kasım 9 çeksin, Nisan 22, Ağustos 29 çeksin. Çünkü birileri bizi çekemiyor” diye yazmıştı. Verilmek istenen mesaj birkaç kelime bam teline dokunacak kadar etkili anlatılmıştı. Can Ataklı ise günlük köşesinde “Cumhuriyeti de iptal edin bari. Peki haftaya kurban bayramı kutlanacak mi diye?” sorarak tepkisini dile getirmişti.

Ben ise gerçekten emanete sahip çıkıp çıkmadığımızı sormuştum. Bir milli bayram sonrasında aynı tespitleri tekrarlamak isterim.CHP'nin iki kalesini gören bir noktadan Şişli ve Beşiktaş’a - ki bu mahallelerde göbeğini kaşıyanlar değil, cumhuriyetin "elitleri" oturur - baktığınızda Şişli’de ve Beşiktaş’ta bir elin parmaklarını geçmeyecek dairelerde bayrak görebilirsiniz. O zaman işte iktidara "neden yasakladın" diye sormak yerine "ben ne yaptım" diye sorarak başlamak daha yerinde olmaz mı? Ağzına kadar ziyaretçi dolduran İstanbul’un alışveriş merkezlerinin kaç dükkanında bayrak asılıydı?

İşte tam bu noktada da o gavur İzmir denilen İzmir yalnızca fark atmakla kalmıyor aynı zamanda büyük fark da yaratıyor.Cumhuriyet Bayramında meydanları dolduran ve kutlayan o görkemli ışıl ışıl aydınlık insanlar, 23 Nisan’da evlerini bayraklarla süslemişlerdi. Statlar geçit törenlerini izleyebilmek için gelen büyük, küçük, çoluk, çocuk insanlarla dopdoluydu. Biz de töreni tüylerimiz ürpererek ve gözlerimiz yaşlı izleyenler arasındaydık.

İzmir benim şarkılarımı fazlasıyla hak ediyor...

Şehirden bağımsız olarak eve dönmek güzel. Oğlumun evimizi sevmesi ve döndüğü için mutlu olması ise paha biçilemez bir mutluluk. İzmir tatili bize çok iyi geldi. Dinlendik, eğlendik, bol bol yedik ve değişik duyguları yaşadık. Ne stres kaldı, ne sıkıntı ne de telaş. İhtiyacımız fazlasıyla varmış.
  
Oğlumun bu süre zarfında, gözlerindeki mutluluk ve ışıltı ise paha biçilmezdi. Ne diyelim, anı kesemize bir kaç gün daha atıverdik. Ne mutlu bizlere ve daha nicelerine ...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Ne umduk, ne bulduk


Aslında İzmir yolculuğumuzla ilgili olarak anlatacak çok fazla şey var ama ben beni oldukça etkileyen bir kaç tanesiyle yetineceğim. Öncelikle fikri-takip açısından İzmir Ege Park’ta bulunan Friends & Burger’a bir ziyarette daha bulunduk. Hatırlayacağınız üzere bundan önceki bir yazımda burası ile ilgili oldukça olumlu satırlar kaleme almıştım. Bir önceki ziyaretimizde hatırlayacağınız üzere niyetimiz hemen yanındaki İstanbul’dan bildiğimiz Kitchenette’e gitmekti diye yazmıştım. Bu sempatik dekorasyonlu yeri görmemiz ve yine son derece sempatik garsonların sayesinde bir anda iki üç kelime ile tavlanmış (meğer bizim de tavlanasımız varmış) ve bu bilmediğimiz yeri tercih etmiştik. Hem servisini, hem yemeklerini ve özellikle de şaraplarını çok sevmiştik. Dekorasyon yine çok sempatikti (geçen bir sene zarfında zevkimin değişmediğini görmek beni mutlu etti). Şarap yine enfesti. Serin ve toprak tadının geldiği güzel bir ev yapımı şaraptı. Ekonomiklik olarak ise yine çok hesaplıydı. Bunlar olumlu noktalar olarak haneye yazıldılar yazılmasına ama garsonlar artık o kadar sempatik değillerdi. Belki az para kazandıklarından (geçen sene yeni açılmıştı ve eminim daha yüksek beklentiler yaratılmıştı) belki de canları bir şeye sıkkın olduğundan çok günlerinde değillerdi. Yemekler de sanki biraz daha az başarılıydı. Bir önceki sefer yemeye doyamadığım ekler ise kesinlikle iyi değildi. Çikolatalı  ekler benim en sevdiğim tatlılardandır. Hatırlasanız bir önceki sefer buranın eklerini Savoy’un, Kitchenette’in veya Gezi’nin eklerleriyle karşılaştırmıştım. Bu seferinde ise bu trio’nun lezzetinden çok uzaktı. Bir daha gitmek için can atmayacağımı bilerek mekandan ayrılmak beni biraz burktu açıkçası zira bundan sonraki seferler için eşimin iskendercisine gün doğmuş oldu.
  
Diğer yazılası bir konu ise Alsancak kordon boyu... Galatasaray’ın bence ezerek yenilmesi!! sonrasında moralim doğal olarak çok bozuldu. Futbolun adaletinin en azından bu sene için ve en azından Fenerbahçe için (Fenerbahçe lehine ve diğer takımların aleyhine) olmadığına inanmaya başladım. Hoş neyin adaleti kaldı o da ayrı bir konu. Buradaki amacım polemik yaratmak ve düşük seviyeli bir tartışmaya girmek kesinlikle değildir ve keza böyle bir duruma da düşmek hem de hiç istemem. İsteyen istediği takımı tutar ve istediği düşünceye de sahiptir. Ben burada yalnızca kendi kişisel boyutumdan olaylara doğru yada yanlış bakıyorum yoksa illa doğru olana benim söylediklerim ve kesinlikle ben haklıyım dayatmacası içerisinde değilim. Farklı düşünenler varsa ki vardır onların düşünceleri kendilerine ve benimkiler de bana demek isterim. Kişisel görüşüm bu sene Temmuz ayından beri süre gelen mega-traji-komedyadan sonra  artık futbola olan ilgimi kaybetmeye başlamış olmam. Digiturk’ü biliyorsunuz bırakıp sonra yeniden almıştık. Çok muhtemeldir ki seneye yine almayacağız. Büyük ihtimalle yine seneye spor sayfalarını ancak mecbur kalırsam okuyacağım. Türkiye’de futbol çok önemlidir. Bizim gibi diğer bir ülke ise Brezilya’dır. Ülkemizde futbol rakipsizdir. Bir çok dert ve sorunun ilacıdır. Stres atmanın en baş yöntemidir. Sosyalliktir. Kenetlenmedir. Yeri geldiğinde konuşulacak/konuşulabilecek tek konudur. Ortak paydadır. Bir aşktır ülkemizde futbol. Futbolu bugün bu hale getiren herkese, istisnasız yazıklar olsun demek isterim. Tüm bu acı ve gülünesi olaylar bambaşka bir yazı konusu ama en azından benim midemi fazlasıyla bulandırdığından ne ileride yazmayı düşünüyorum ne de şimdi daha fazla ayrıntısına gireceğim. Tuttuğunuz takımın özellikle tüm istatistikleri yerle bir edecek kadar iyi oynaması ve sonrasında yenilmiş olması hoş değildir. Atamayana atarlar basitliği bile bu kadar fark için çok olur ama oldu bir kere. Ama Galatasaray için işin yine trajikomik tarafı bu yaşananların bir ilk olmamasıydı.  

Çok benzer bir durum 1999-2000 sezonunda da yaşanmıştı. Tarih bu işte hep tekerrürden ibaret. Fenerbahçe’nin belki de en kötü sezonu ve Galatasaray’ın altın çağı. Daha yeni Real Mallorca'yı üstelik  deplasmanda 4-1 yendiğimiz sezon. Fenerbahçe lige havlu atmış, Avrupa’dan ve kupadan elenmiş, takım alt yapı sorumlusuna emanet edilmiş. Galatasaray’da ise güven en üst noktada. Yakıcı, yıkıcı ve hatta kırıcı. Okan Buruk “Fenerbahçe pota kurup oynasın”deme terbiyesizliği ve gafletinde. Diğerleri de 3 olur 5 olur demeçlerinde. Tüm maç gerçekten de çok büyük bir üstünlükle Galatasaray bastırır da bastırır ama gol bir türlü gelmez. Hani gelse gerçekten de 3 olur 5 olur ama o kilit açan gol bir türlü gelmez. Çok sevdiğim bir arkadaşın davetlisi olarak ben de maçı tüm izleyenlerin Fenerbahçeli olduğu karşı tarafta bir yerde izliyorum. Hop oturup hop kalkıyorum ama o gol gelmiyor bir türlü. Neyse serbest vuruş, Johnson’un gerinip topa vurması, baraja çarpan topun yön değiştirip, Taffarel’i yanıltması ve tüm stadın sessizliğe bürünmesi. Hem de ne sessizlik, ölüm sessizliği. Benim izlediğim yerde ise nasıl bir cümbüş, nasıl bir sarmaş dolaş durumları. İşin kötüsü maç sonrası beni vapur iskelesine bırakacak diye kornalı tur attırması idi. Bu travmatik durumun çok benzeri iste yeniden benim için ne acıdır ki yaşanmıştı.

Moralimin bozuk olmasının tek sebebi ise yalnızca kaybedilmiş olan maç değildi. Tabii ki yenilmiş olmamızdan sebep moralim bozuktu ama bir diğer sebep ise  ne umdum ne buldum durumundandı. Efendim biz maçı eşimle beraber Deniz Restoran diye bir balıkçıda balık ve rakı eşliğinde seyredecektik. Planlar ve kararlar bu yönde yapılmış ve dahi alınmıştı. Hatta öğle saatlerinde mekana ziyarette bulunulmuş ve yerlerimiz kontrol edilmişti. Bu duruma garson biraz şaşırmıştı ama olsun kötü bir noktadan seyredeceğimize varsın garson şaşırtalım demiştik. Sonrasında her şey çok hızlı gelişti. Bir alışveriş merkezinde eşimin arkadaşı ve hasta fenerbahçeli eşi ile karşılaştık. Laf lafı ister istemez açtı ve bizim program çarpıcı ve üzücü bir şekilde değişti. Rakı balık hayalimiz varken kendimizi dehşet kalabalık bir ortamda patlamış mısırla bira içerken bulduk. Bir de yenildik! Hasta fenerbahçeli eşinin garip çığlıkları hala kulaklarımda. Bu ruh durumundan kurtulmak ve İzmir’i hep güzel hatırlamak için eşim sazı eline aldı ve bir sonraki programı bizzat kendisi yaptı.

Programımız vapurun Karşıyaka’dan Alsancak için hareket etmesiyle başladı. Güneş neredeyse batmak üzereydi ve ılık bir bahar gününün tüm güzellik ve özellikleri çevremizi kuşatmıştı. Alsancak’a varış sonrasında kordona ayak basma  ve etrafı inceleme benim için bir sonraki etap oldu. Kordon boyu denize doğru genişletildi zaman İzmir’de yaşamıyor olmama rağmen çok üzülmüş ve bunu yapanlara çok kızmıştım. Hata etmişim. Alsancak çok ama çok güzeldi. Alabildiğine uzanan çimenler, ortasında tartan yürüyüş yolu. Deniz kenarında güneş batarken yürüyüş yapan insanlar. Bir tarafta deniz diğer tarafta Dario Moreno’nun şarkısında ki gibi her akşam votka, rakı ve şarap için insanların oluşturduğu birbirinden güzel restoranlar. Çimenlerin üstünde onlarca grup insan ve hepsinin ellerinde bira. Kimisi ise çiğdem çitliyor. Nasıl güzel bir manzara. Böylesi nezih ve liberal bir ortamı nasıl da özlemişim yıllarca. Ve İzmir nasıl da diğer şehirlere göre farklı, özel, bir o kadar yaşanası! Son olarak yurt dışında yaşarken böylesi ortamlarda bulunmuştum. İşte o an karar verdim artık İstanbul’da yaşamak istemediğime. Bulunduğum ortamdan yaşamak istediğim yerde bir anda belirginleşivermişti. Bir süre tartan pisti arşınladık, keyiflice sohbet ettik. 

Sonraki durağımız bir İtalyan Lokantasıydı. 1979’dan beri faaliyet gösteren Pizza Venedik. Sokak arasında, dışarıda nasıl da güzel yemek yedik anlatamam. Yediklerimiz oldukça lezzetliydi. Tamam pizzada ince hamuru tercih eden biri olarak ilk başta çok mutlu olmadım ama buna rağmen yediklerim çok lezzetliydi ya da içtiğim şarabı fazla kaçırmıştım. Şarap olarak Chianti yöresinden kırmızı bir şarabı tercih ettik ve tercihimizde hiç de yanılmadığımızı bizzat yaşadık. Bir de üstüne şımarıklık yapıp karaf istedik. Ilık bir havada, dinlenmiş ve havalanmış bir şarabı içmek, arka planda aryaları, napolitanları dinlemek ve birbirinden leziz yemekleri hem de yayıla yayıla, hem de sonunda masa toplaması ve bulaşık makinesine yerleştirmesi olmadan yemek, uzun zamandır ihtiyacımız olan ve nicedir unutmaya başladığımız bir romantizmdi. Sonrasında kendimizi İzmir sokaklarına vurduk. Orası burası dolaşıp durduk. Ben o akşam biraz çakır keyif olduğumdan gördüğüm her şeyi beğendim.

Gecenin sonunda sanki Rena Dallia tam da yanı başımda Gülbahar şarkısını söylüyor gibiydi. Parça bir hint parçası gibi başlar ama sonra birden oldukça tempolu bir girişle Türk-Yunan ortak yapımına döner. Benim çok sevdiğim ve fırsat buldukça dinlediğim ve türlü hayallere daldığım eski hem de çok eski bir muhteşem rembetikodur. İçim coşku ile dopdolu olarak bu şarkının dinlenebilecek en iyi yerin İzmir olduğu kişisel tespitimle içimdeki İstanbul’a veda ettim.

Bir sonraki yazımda ise İzmir’i bir parça daha övmeye devam edeceğim. Yalnızca ben sevdiğim için değil, fazlasıyla hak ettiği için.

8 Mayıs 2012 Salı

Yeniden, içten, sıcak bir merhaba!


Benim hayatımın oldukça basit bir döngüsü vardır. Sabah saat 6:00-6:30 gibi oğlumun Babaaaaa diye seslenmesiyle başlar. Geceleri seslenmesinden farklı olarak artık tekrar uyumayıp kalkacaktır. Sizin kaçta yattığınızın, yorgun olup olmadığınızın ve geceleri seslendi diye kaç kere kalkıp yanına gitmiş olduğunuzun oğlum için önemi yoktur. Güneş doğmuştur ve artık kalkılmalıdır. İstisna olmaz, olmaz, olması düşünülemez bile. Bakıcı ablasının gelmesini takiben  uyanabilmek için alınan bir duş ve sonrasındaki hep beraber edilen kahvaltı ve işe gidiş. Yoğun, stresli, önceliklerin sürekli ve hatta neredeyse anlık olarak değiştiği ve her tipten, her düşünceden insanla sürekli görüşülmesi zorunlu geçirilen saatler, dışarı bile çıkamadan geçiştirilen öğle yemekleri (eskiden öğle yemekleri büyük bir şölen içerisinde ritüelik olarak geçerken, nazar değdi. Şirketin taşınıp ücra bir yere gelmesiyle kazananın her daim Yemek Sepeti olduğu yeni ve sevimsiz bir düzen kuruldu), 19:00 civarlarında eve dönüş, oğlumla geçirilen ve asla yeterli gelmeyen bir kaç saat, oğlumu yatırma (pijamalarını giydirme, dişlerini fırçalama...), uyutma (günlük olaylardan konuşma, kitap okuma, masal anlatma...) ve eşimle yemek yeme. Sonrasında biraz sohbet, televizyon, blog için biraz zaman ayırma ve tabii ki çok geçe kalmadan yatma. Hafta sonları çok daha renkli (bir çok defa değişik sebeplerdeki yazılarımda yazmış olduğumdan tekrar yazmayacağım) ama bir o kadar da daha yorucu geçmekte. Genel bir bakışla ev ile iş arasında dokunan mekikler ve aileye ayrılan bana göre yetersiz zaman ki ailemle geçirdiğim zaman dilimi birçokları için çok, bir kısım için yeterli bulunabilecek bir süre. Benim için ise bırakın yeterli olmasını onları her gün özlememe neden olacak kadar kısa.

İş desen bu sıralar hiç olmadığı kadar yoğun ve yine hiç olmadığı kadar stresli. İnsanın bazen kafayı sıyırdığı anları oluyor, işte öylesi bir anda bizim patrondan 23 Nisan üzerine 2 gün de kafa izni istedim. Ya farklı anladı, ya duymadı, ya da yalnızca acıdı. Açıkçası beni ilgilendiren tek şey kabul etmesiydi. Diğer güzel bir şey de eşimin kabul etmiş olması oldu. Eşimin kabul etmesi çok önemlidir zira tüm organizasyonu dakikası dakikasına o yapar, o planlar. Beraber nereye ve ne zaman gidileceğine karar veririz ve benim görevim sona erer. Gerisi onun işidir. Uçak ve otel rezervasyonları, bavulların hazırlanması, gerekli olan alışverişler,  gidilecek yerde yapılacaklar, ilgili transferler hepsi ama hepsi onun görevidir. Biliyorum hayatım çok zor ama alıştım artık.

İlk önce Evliya Çelebi tadında bir Şubat - Seyahatlerim, ailem ve ben 2 adlı yazımı okumuş olanların hatırlayacağı üzere uğruna Yalan Dünya’yı izlemediğim ve birinci olarak şirkette haklı bir fark yarattığımız Karaoke yarışmasının ödülü olan Antalya’daki otele gidelim dedik. Bedava sirkenin bal tadında olduğu otele gitmek iyi bir fikirdi ama biz bu hakkımızı Ekim ayında kullanalım dedik ve eledik. Sonra neden Cunda Adası olmasın ki dedik. Öyle ya muhteşem bir ortam, rakısı ve balığı da meşhur, daha ne olsun. Sonra oğlumuzun henüz rakı-balık da bize eşlik etmediği gerçeği geldi aklımıza. Hızlı ve yalnızca içmek için içilen içkinin ve yalnızca yenilmiş olmak için yenilen yemeğin fikri de oldukça itici bir düşünce olarak geldi yapıştı aklımıza. Rakı-balıksız Cunda Adasının, rakısız balık gibi olacağından hareketle bu yerden de vazgeçtik. Elimizde kalan yer bir dinlenme merkeziydi. Üç öğün birbirinden leziz yemeğin servis edildiği, oğlumuzun el üstünde tutulup büyük bir dikkat, özen ve ihtimam içerisinde bakıldığı ve bu sayede dışarılara çıkıp fink atabildiğimiz, istediğimiz saatlere kadar uyuyabildiğimiz bir merkezdi. Üstelik sıkı durun şimdi, bu merkez için beş kuruş ödeme yapmamıza da gerek yoktu. Biraz dinlenmek, biraz eşi dostu görmek ve biraz da hava değişikliği için eşimin doğup, büyüdüğü eve gitmeye karar verdik. Yılmaz Özdil’in “Türkiye’den sıkıldığım zaman İzmir’e giderim ben”dediği gibi biz de İstanbul’un yoğunluğuna rağmen durağan hayatından sıkıldığımızdan biraz güç toplamak, biraz enerjimizi ve moralimizi yükseltmek, bolca dinlenebilmek, simite gevrek, çekirdeğe çiğdem ve domatese domat diyebilmek için İzmir’e gitmeye karar verdik. Ne yalan söyleyeyim bugün dönüp bakıyorum da çok da güzel yapmışız.

İzmir’de neler mi oldu? Tabii ki anlatacağım, zaten bu nedenle başladım ama artık çok çok uzuuun yazmamaya kesin kararlıyım. Bundan böyle kısa kısa ama sürekli yazmaya çalışacağım. Konu kısa olarak bitmeyecek gibiyse bugün olduğu gibi arkası yarın tadında yazmaya çalışacağım. Böylelikle sizlerle arayı açmamış olacağım. Umarım bu yeni kararım sizler için de uygundur.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Hoşçakal! İstanbul’a düşünsel anlamda bir veda...


“Eğer dünya tek bir devletten ibaret olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.” Bir şehir için söylenebilecek ne kadar güzel bir söz değil mi? 200 kusur sene önce söylenmiş ve üstelik söyleyen de bir Osmanlı değil, bir Fransız. Hem de tüm dünyada tanınan, nam salmış, meşhur bir fransız. Napoleon Bonaparte bu sözü ya deli gibi aşık olduğu ve ayrıldığı fakir fransız çiftçisinin kızı olan Joséphine de Beauharnais’nin ardından devirdiği şişe şişe şarapların etkisiyle söylemiştir ya da gerçekten de o devirler İstanbul çok güzeldi. Aynı devirlerde yaşayan başka bir İstanbul aşığı da Lamartine’di. “Dünyaya son kere bakacaksın deseler İstanbul’un Çamlıca’sından bakmak isterdim” diyebilecek kadar meftundu kahpe bizansa.

Tabii bundan 200 sene evvel bu gizemli şehirde ne akıllara ziyan bir trafik vardı ne de sürekli bir koşuşturma. Sürekli bir yere yetişme çabası içerisinde hissetmenize neden olan yorucu ve stresli bir hayat da yoktu, aynı şehirde yaşıyor olmanıza rağmen görüşemediğinizden biten arkadaşlıklar da. Tamam yazları gereksiz sıcak ve nemli bir hava muhtemelen o zamanlarda da vardı ama yine o zamanlarda denizlere gerek temizlik ve gerekse diğer katılımcıları nedeniyle girilebilecek güzelim bakir plajlar ve koylar da vardı. Pahalılık, hayat kaliteleri arasındaki uçurumlar, üzerinize üzerinize gelen boğucu kalabalıklık, cin olmadan adam çarpmaya kalkan zeka yoksunları, sonradan görme ne oldum delileri, insanların kabalıkları, estetik ve terbiye yoksunu çoğunluk halkı o zamanlarda da var mıydı bilemiyorum, araştırmalıyım ama günümüzde oldukça ve yaygın olarak ve maalesef var. Bizleri burada yaşamaya iten, zorlayan, kandıran sayısız avantajları olduğu gibi bu yılların şarap tadındaki şehrinin hayatınızdan çalan sayısız tatsızlıkları da bünyesinde barındırdığı acı bir gerçek. Alınması gereken bir reçete, içilmesi gerekli acı bir ilaç bu şehirde yaşamak.

Ben de naçizane kendimce çok sevdim İstanbul’u. Bu aşkım uğruna hayatımın en güzel, en huzurlu, en mutlu ve en kazançlı günlerini geçirdiğim Hollanda’dan bile vazgeçmiştim. Ortaköy’de dolaşmak, rakıyı yavan ve tatsız kuzey balıklarıyla değil yağlı, ufak ve leziz güney balıklarıyla içmek istemiştim. Varsın ülkemin şarapları hem baş ağrıtsınlar ve hem de pahalı olsunlar  ve evet şarabın yanındaki peynir tabağı da varsın çok çeşitli olmasın ne yazardı. Ben dostlarımla kadeh tokuşturduktan sonra şarabımı içmeyi tercih etmiştim. İnsanın kaderi tercihlerine göre şekilleniyor. Sonradan ve çok geç olarak anladım ki ben düşlerimde, hayallerimde, zihnimde yaratmış olduğum İstanbul’u sevmişim yoksa kendisini değil. Anılarım ve çocukluğumdu beni buralara bağlayan ben geleceğim sanmıştım. Ben yaklaştıkça o kaçtı benden her defasında. Bir türlü hayalini kurduğum anlamda kavuşamadık birbirimize.

Candan Erçetin’in söylediği gibi “Bu şehir insana tuzak kuruyor, Bu şehir insanı uzak kılıyor, Bu şehir insanı hayli yoruyor, Bu şehir insanı hep kandırıyor”. Kandırmasına da izin verdim yıllar yılı, tuzak kurmasına da, yormasına da. Bu şehirde doğmuştum ve bu şehir de ölecektim. Doğru olan buydu benim için. Yanılmışım.

Bilmem hatırlar mısınız şimdilerdeki Şehzade Mustafa’nın (Mehmet Günsür) oynadığı Aşk Tesadüfleri Sever diye bir filmi vardı. Ben filmi sevmiştim. Filmden daha çok ise filmin sonunda ki Şebnem Ferah’in Hoşçakal adlı şarkısını sevmiştim (hala da çok severim). Neden bilmem bu satırları yazarken o şarkıyı dinleyesim geldi. Sözlerinin en azından bazı bölümleri benim şu andaki İstanbul için olan duygularıma tercüman olmakta.

“Seni ararken
Kendimi kaybetmekten yoruldum
Bulduğumu zannettiğimde
Kendimden ayrı düştüm

Bu garip bir veda olacak
Çünkü aslında hep içimdesin
Ne kadar uzağa gitsem de
Gittiğim her yerde benimlesin

Söylenecek söz yok
Gidiyorum ben

Hoşçakal..!”

Bazen arkama yaslanıyorum ve hayatımın aslında her türlü kendimi şanslı hissedebileceğim güzelliklerine rağmen ne kadar da tekdüze ve hatta ne kadar sıkıcı olduğunu düşünüp duruyorum. Sıkılmadın mı diye soruyorum kendi kendime ve her defasında aldığım cevap koca bir evet oluyor. Ne duruyorsun o zaman diye ikinci soruma ise hiçbir zaman için cevap almayı başaramıyorum. Sorunda burada zaten. Bir sonraki seviyeye geçemeyen bilgisayar oyunları tadında bir hayatım varmış gibi hissediyorum. Bu dünyaya bir kere geliyorum. Dellenmek, hatta çıldırmak ve planlarda olmayan işlere kalkışmak istiyorum ama her defasında yine kendimi kandıracak bir sebep bulup oturuyorum yine televizyon karşısına.

İşte bu yoğun duygularla hadi kalk bir yerlere gidelim dedim eşime 23 Nisan tatili hemen öncesinde. Sonra ne mi oldu? Tabii ki girişi bu kadar uzun olan bir yazı tek seferde bitmez, bitemez. Bitse de okunmaz. Bir sonraki yazı gidilen tatil hakkında olacak. Oldukça keyifli geçen ve İstanbul’a en azından düşünsel anlamda veda etmeme neden olacak yer hakkında olacak.

Yakında hem de çok yakında yeniden görüşmek üzere!