Bu Blogda Ara

25 Şubat 2013 Pazartesi

Ufak miniminnacık bir virüsün bana ettikleri


Kör ile yatan şaşı kalkar derler. Doğru mudur bilemiyorum ama bildiğim hasta ile yatan kesinlikle hasta kalkarmış. En azından bizim evde durum böyle gelişti. Önce oğlum hastalandı. Bir öksürük ki sormayın gitsin, her bir öksürükte tüm vücudu hem de nasıl sarsılmakta. Kim bilir ne kadar da sıkıntılar çekmiştir bu öksürükler devam ederken. Ateş desen zaten her daim ateşi yüksek olmuştur. Gözleri de çipil çipi ve yorgun bakmaktaydı bir süredir. Hiç bana çekmemiş. Ne öksürükten şikayet etti, ne ateşten, ne de yorgunluktan. Ben ama onun adına üzüldüm durdum sürekli. Görseniz hasta hali ile morali yüksek olan hep o idi. İnsanın çocuğunu hasta olarak görmesi nasıl da içini burkuyor  anlatamam. Bir süre içim oğlumun hastalığından sebep kapkaranlık dolaştım durdum.

İşten mümkün olduğunca eve erken dönmeye çalıştım. Tüm zamanımı onunla geçirmeye özen gösterdim. Konu oğlum olunca ne virüs tanırım ne de bir şeye dikkat edebilirim. Bu sefer de öyle oldu zaten. Öyle olunca benim de hastalanmam beklendiği üzere çok gecikmedi. Ben kendi vücuduma genelde güvenirim. Dayanıklı olduğumu düşünürüm. Ufacık, miniminnacık zavallı virüsler de kim oluyormuş ki beni yorgun düşüreceklermiş. Kazın ayağı pek de öyle olmadı. Hastalık ki hem de nasıl bir hastalık geldi, geçirdi, yıktı geçti beni. Ufak ve kurmaya yüz tutmuş dayanıksız kumdan kalelerin dev dalgalara karşı mücadelesi gibiydi benim mücadelem. İlk dalga ile mücadelem kesin bir son buldu. Yere düşene vurulmaz derler ya benim virüsler centilmenlikten hem de çok uzakta kötü zihniyetli yaşayanlar olarak vurmaya tüm güçleri ile devam ettiler. İkinci, üçüncü hatta dördüncü dalga ile bırakın kalenin ayakta kalmasını etrafta kumsal namına bir şey bile kalmadı. Bu kadar acımasız bu kadar gaddar bu kadar yıkıcıydılar anlayacağınız.

Önce öksürmeye başladım. Öksürme ama nasıl haşmetli, nasıl görkemli bir öksürme ki sormayın. Ciğerlerim çıktı çıkacak öyle bir gürleme öyle içten öyle ızdırap verici. Böylesi hastalıkların olmazsa olmazı burun tıkanması hemen peşi sıra hayatıma girdi. Onu boğazdaki rafting takip etti. Burun ne kadar tıkalı ise boğaz bir o kadar hareketli. İşte bu tezatlık zaten adamı bıktırıyor. Tersi olsa güle oynaya geçirebilecekken bu kombinasyon adamı kötü vuruyor.  Böyle kalsa yine de idare ederdim. Hatta bir iki gün böyle de yaşadım, tamam hayat kalitem yerlerdeydi ve burnum patlıcan ama işe de gitmeye devam edebiliyordum. Patronum benim bu durumuma oralı bile olmadan ben de gribim ne var yani bunda tadında bu şekilde gelmemi üstü kapalı teşvik bile ediyordu.

Aradan saatler saatler geçti ve sonra depresif, gri bir akşam üzeri iş yerinde ateşim yükselmeye başladı. Ellerimin soğukluğundan ve alnımın yanmasından ateşin yüksek olduğunu anlayabiliyordum. Genelde çekmecemde bilumum ilaçlar olurdu. İlginç ve bir o kadar kaderin bir cilvesi olarak tek bir ilaç dahi yoktu. Bir şekilde kullanmış ve yerlerini büyük bir düşüncesizlik eseri doldurmamıştım. Hata benimdi ve kaderime boyun eğmekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Ben de öyle yaptım. Bir süre işte dayanmaya çalıştım. Suratım alev alev olmaya başladı. Sonra üşümeler başladı. Odanın sıcaklığını açtıkta üşümelerim daha da arttı. Bir süre sonra daha fazla dayanamayıp beni eve bırakmaları için pozisyonumum ağırlığını kullanmak zorunda kaldım. Eve varışımda ateşim 39 kusur olmuştu bile. Kısa sürede ateş uzun bir süre kalacağı seviye olan 39.6’ya ulaştı. Sonrasında aldığım ilaçlar, uyguladığım yöntemler hiçbir işe yaramadı ve ateşim yaklaşık 6 saat boyunca 39 ile 39,6 arasında gitti geldi ama daha da azalmadı.

Önce 15 dakikalık bir duş maceram oldu. Öyle ya 15 dakikalık ılık duş nasıl işe yaramayabilirdi ki? Yaramadı efendim. Önce göstermelik ateş 38,5 oldu ve beş dakika geçmeden yine huzur bulduğu aralığa geri dönüş yaptı. Elimizdeki silahlar yavaş yavaş tükenmeye başlıyordu. Bir doktor arkadaşı arayıp çaresizliğimizi belirtince duşun işe yaraması için en az 30 dakikalık olması gerektiğini öğrendik. Şımarık hipofiz bezlerinin keyfi ancak 30 dakikada yerine geliyormuş. Yorganın içinde dahi tir tir titreyen ben büyük bir kabulleniş ile vakur bir şekilde titreye titreye yataktan kalktım ve üstümdekileri çıkarıp bir saat içinde ikinci defa ılık duşa girdim. Burada bir kaç kelime ile anlattığım olayı gerçekleştirmek hiç de bu kadar kolay değil. Büyük bir irade gerektirmekte. Bir ara yapamayacağımı bile düşündüm ama yapamazsam beni bekleyen iki çözüm de içimi açmıyordu. Ya ambulans çağırıp evde müdahale ve sonrasında hastaneye sevkimi sağlayacaktık ya da paşa paşa ben hastaneye gidecektim. Zor da olsa duş seçeneğini uygulamam lazımdı.

Duş almaktan hiç bu kadar nefret etmedim. Sürekli ürpermeye ve her ürperme ile tekrar tekrar titremeye devam ettim durdum. Zor hem de çok zor bir yarım saatten sonra çıkıp iki tane aspirin içtim. Eğer bu da işe yaramazsa istikamet hastane olacaktı. Çözümler sona ermişti ve artık bekleyip ateşin düşüp düşmeyeceğini gözlemleyecektik. Çok şükür o akşamı evde geçirdik ama sonrasında bu duşlar da işe yaramadı ve biz bir hafta içerisinde iki defa hastaneye gitmek zorunda kaldık. Hastanede serumlar mı dersiniz, oksijen vermeler mi, iğneler mi vurmalar, kan testleri mi yapmalar, ne ararsanız vardı. Ama benim tercihim röntgen ve en çok mutlu olduğum anda röntgen sonucunda zatürre olmadığımı öğrendiğim an olmuştu.

Virüsün hakkını da vermek lazım adını bağışlamamıştı ama çok gaddar çıkmıştı. Beni ezdi geçti. Esamem okunmadı. Ne reikiler, ne meleklerle konuşmalar, ne dualar hiç biri kendisini etkilemedi. Belki de etkiledi tabii ve çok daha kötü olmaktan kurtuldum ama benim gözlemlediğim virüsün beni vurup devirdiği idi. İrademin kuvvetli olduğunu ve istediğim her şeyin olacağını düşünürdüm.  En azından istemediklerim kolay kolay olmazdı. Yemezlermiş. Virüs karşısında tir tir titredim durdum. O ise vücudumda dolaşmaya ve keyif çatmaya devam etti. Bugün bile ki neredeyse iki hafta oldu hala onu tam olarak yenebilmiş değilim. Belki fiziksel olarak beni çoktan terk etti ama etkisi, psikolojisi hala devam etmekte. Zaman zaman yine ateşimin çıktığını sanıyorum. Birden ellerim buz kesiyor ya da bana öyle geliyor. Yorgunluk ise sevgili birtanecik virüsümden bana kalan hatıra gibi sürekli benimle. Kilo da verdim. Aslını isteseniz iyiden iyiye zayıfladım. Bakmaktan hiç haz etmediğim göbekten de bu sayede kurtulmuş oldum. Böylesi bir veda inanın beni çok da mutlu etmedi hani. Göbeğimin vedası oldukça unutulmaz oldu benim için.

Bu süre içinde ölüme kendimi oldukça yakın hissettim. Düşünün patronum Cuma ameliyat olup Pazartesi iş başı yapmış ben ise ateşten başımı kaldırıp işe gidemiyorum. Patron ayıp ben bu ameliyatlı halimle geldim sen grip oldun gelmiyorsun sarkastik ve oldukça içten ve hatta sevecen laf sokmalarını bile anlamamazlıktan gelmek zorunda kaldım, o denli kötüydüm.  

Ve ne anladım biliyor musunuz?

 Hayatın gerçekten de boş hatta bomboş olduğunu. Hayatın aslında nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu. Para, hırs, güç savaşlarının hastalık ve ölüm karşısında ne de boş olduklarını. Asl olanın sağlık olduğunu ve hemen peşinden de mutluluk ve huzurun geldiğini. Hayatı doya doya yaşamak gerektiğini, iyi birer insan olup, kalp kırmamak gerektiğini öğrendim. Ya da belki bu şekilde aydınlandım birden. Biliyorum bir kaç güne kalmaz yine unutur gider ve eski gerilimli, bol stresli hayatıma geri dönerim ama belki de unutmayıp dönmem.

Ne diyeyim ki umarım ki dönmem de hastalık göbek dışında başka bir işe daha yaramış olur.

20 Şubat 2013 Çarşamba

Semboller dünyasında bir Şaşkın Aile ...


İnsanlar binlerce yıldır, bir düşünceyi izah etmek için bir çok yollar denemişlerdir. Bir düşüncenin anlamını kademeli şekilde insanların anlayışlarına ve olgunluklarına göre bir takım kalıplar içerisine koyup sunmuşlar, doğrudan doğruya bir düşünce, yada bir bilgi izah edilmemiş, üstü adeta örtülerek bohçalandıktan sonra aktarılmıştır. Bir sembol anlatmak istediği fikri, kısa, en kesin ve en belirli şekilde ifade eden bir işarettir. Bir şeyi diğer bir şeye benzeterek ve onun içinde adeta kaybederek anlatma tarzıdır. Farz edin ki karşınızda farklı seviyelerde kişiler var ve onlara bazı gerçekleri açıkça anlatma güçlüğü ile karşı karşıyasınız. Bazı insanlara bir meseleyi açıkça bir kalıba sokmadan anlatabilirsiniz. Bazı kişilere ise bunu bir benzetme yoluyla anlatmanız lazım gelebilir. Çünkü o, henüz o meseleyle, açık bir şekilde  karşı karşıya gelebilecek durumda olmayabilir. İşte o anda onun daha önce bildiği bir şeyden hareket etmeniz gerekebilir.

İster fark etmiş olalım, ister olmayalım, semboller manevi hayatımızda büyük  ölçüde rol oynarlar. Bizler ise çoğu kere bunun farkına bile varmayız. Sembolleri, manevi olan şeyleri algılanabilir biçime getirmek için kullanılan bir araç diye açıklamak da mümkündür. Bu çok geniş yorumlanmış kavram içinde sembollerin iki özelliği yatmaktadır. Sembol, soyut düşüncelere herkesin anlayacağı bir biçim verebilir. Öte yandan somut nesneleri manevi alana çıkarabilir. Hem apaçık, hem de kapalı ve anlaşılmaz durumdadır. Çünkü “sembol gizleyerek açıklar, açıklayarak gizler.”

Eski devirlerde tüm dinlerin, felsefi çalışmaların ve inisitayik öğretilerinin tamamının hedeflediği gaye ve bu gayeye ulaşmada öğrenilmesi gerekli töresel, bilimsel ve felsefi bilgi ve öğretiler, sembollerle ve aşama aşama anlatılırdı. Amaç ise insandaki değişimin sağlanmasıydı. Günümüzde 'şuurlanma' ve 'aydınlanma' olarak nitelendirilen bu değişim için yapılan çeşitli ritüeller ve özel çalışmalar, tüm dinlerin içinde uzun bir süre yaşamıştır. Ancak insanlığın aşamalı aşağıya iniş sürecinin bir sonucu olarak, günümüzdeki tüm sistemler bu özelliklerini tamamen yitirmiş bulunmaktadır.

Bazı kesimlerce belki de kasıtlı olarak bu semboller kalıplaştırılmış, tek tip tanımlarla ifadesine izin verilmiş, adeta günlük yapacaklarımız ya da yapmayacaklarımız basitliğine indirgenmiştir. Oysaki unutulmaması gereken nokta bu değişimin bir deniz olduğu ve her bir bireyin ondan ancak kendi elindeki kabın büyüklüğü kadar su alabileceği gerçeğidir.

Bu uzun sayılabilecek girişi neden mi yaptım?

Sanırım Sevgililer Gününü eşimle geçirmek yerine briç oynadığım için. Kendimi suçlu gibi hissediyormuş gibi görünsem de aslında böyle hissetmiyorum. Zaten bu nedenle hem eşime ve hem de kendime bu yazıyı yazma ihtiyacı gördüm. Son söyleyeceğim cümleyi hemen söyleyeyim: 14 Şubat tarihinde Sevgililer Günü nedeniyle eşimle mesela dışarıda bir akşam yemeği yeseydik ve birbirimize hediyeler almış olsaydık kendimi o yukarıda yazmış olduğum gibi bazı kesimlerce belki de kasıtlı olarak neler yapıp yapmayacağım konusunda zorlanmış hissedecektim. Bana göre Sevgililer Günü bir semboldür. Önemli olan bu düşüncenin ardında yatan duyguyu, düşünceyi, felsefeyi anlayabilmektir yoksa kırmızı kalpler ile paketlenmiş bir hediye almak değil. Kalıplaştırılmasına ve tek bir tanıma indirgenmesine açıkçası bozuluyorum zira en az bu kalıplaşma işlemini, gerçekleştirenler kadar ben de düşünebiliyorum.

Noel’i bir düşünün. Hristiyanlık ve batı kültürünün dünyada baskın olmasından dolayı dünya kültürünü oldukça etkilemiştir. Noel kutlamaları kış mevsimi kutlamaları arasında en ünlü kutlamalardandır. Oysaki dine bile sonradan eklenmiş bir pagan hatta bir Türk geleneğidir. Noel gelenekleri film endüstrisi, popüler edebiyat, medya ve televizyon aracılığı sayesinde dünyada en yaygın olarak kullanılan motiflerin belki de başında gelmektedir. Aslında her birimiz büyük bir oyunun yalnızca küçük birer parçalarıyız. Biliyorum kulağa çok komplo teorisi gibi geliyor. Sosyal Medya gelişimini bir düşünün. Amaç tabii bence hiçbir zaman bizim sisteme ulaşmamız olmamıştı, sistemin bize ulaşabilmesiydi. Bugün artık kullandığımız bu medya ve medyayı kullandığımız araç ve gereçler sayesinde, ne içiyor, ne tüketiyor, hangi kitapları okuyor, ne zaman nereye gidip, ne kadar kalıyor, ne konuşuyor ve hatta ne düşünüyor, hayata nasıl bakıyoruz hep ama ama hep biliniyor. Gerçekleştirilen ve geliştirilen tüm pazarlama, satış ve yönetim stratejilerine de aslında artık hep bu açıdan bakmak gerekir. Sosyal Medya konulu yazımda belirtmiştim, tekrarlamak isterim: “Kabul etmek gerekiyor ki bizler artık yalnızca matrisin birer parçalarıyız. Söz konusu matrisin hayalini kuran kişilerin çocuk ve torunları ise bizlerin belki de yeni ya da her daim yöneticileri, bizler farkında olalım ya da olmayalım, kabul edelim ya da etmeyelim. Facebook’ta olmayanların artık günümüzde psikopat ve suç işlemeye eğilimli kabul edilmeleri de bir tesadüf değil bence”.

Ya da gelin biraz tehlikeli sularda gezinelim. Kandil Geceleri mesela. Burada bir şeyi özellikle fikre saygı açısından belirtmeliyim ki bundan sonraki iki paragraftaki hakim düşünce bana internet yolu ile geldi. Yazanı belli değildi bu nedenle sizinle paylaşamıyorum. Açıkçası yazdıklarına imzamı atardım. Kendimce önemli olan ve düşüncelerimi pekiştiren kısmı özetleyerek size sunuyorum.

Din adına geliştirilmiş bu türden kutsal gece ve günler, İslam aleminde büyük bir kabul görmüş durumda. Olmamalı demiyorum. Keşke geliştirilmeseydi hiç demiyorum. Ama gelin madalyona bir de öbür tarafından bakalım. Kur'an'da süreklilik esastır. Kur'an zamanın ve hayatın tamamına hiçbir boşluk bırakmaksızın hakimdir. Zamanın ve mekanın tamamı Allah'ındır. Hiçbir gün ve zaman bir başka gün ve zamandan üstün değildir. Günah ve sevap, hayır ve şer işlendiği zamana ve güne göre ne artabilir ne de eksilebilir. Artma ve eksilme amele göre belirlenmektedir. Hangi zaman diliminde veya günde yapılmış olunursa olunsun o zamanın ve günün yapılan şeyin değerini arttırma ve eksiltme gibi bir özelliği yoktur. Haram olan bir şeyi yapan kimse bunu ne gün ve zamanda yaparsa yapsın haramlığın derecesine etkisi olmaz. Veya sevap olan bir şeyi yapan bir kimse bunu ne zaman ve gün yapmışsa yapsın, zaman ve gün o sevabın derecesini etkilemez.

Araçla amacı birbirine karıştırmamak lazım. Kur'an, başta kadir gecesi olmak üzere Ramazan ayı, cuma günü, Kâbe, Arafat, Mescid-i Haram gibi birçok gün ve mekandan tabii ki söz etmektedir. Ancak, bu söz ediliş söz konusu gün ve mekanların özel ve önemli olmalarından değil bu zaman ve mekanlarda yapılan ibadetler içindir. Yani kutsal olan, Ramazan ayı değil, bu ayda oruç tutulmasıdır. Kutsal olan kadir gecesinin kendisi değil, Kur'an'ın o gecede indirilmiş olmasıdır. Oruçlar başka bir ayda tutulsaydı o zamanda başka bir aya özel anlamalar yüklenecekti ki bu olmamalı. Cuma namazı Pazartesi günü için olsaydı Pazartesi özel olmuş olacaktı oysaki Pazartesi de Cuma da Cumartesi de hep aynı önemde. Yoktur birbirlerinden farkları ne günlerin ne de gecelerin. Kadir gecesinin tek önemi o gecede vahyin gelmiş olmasıdır. Onun bin aydan daha hayırlı olduğunun söylenmesi Kur'an'ın önemini vurgulamak içindir. Yani tabii bence vurgulanmak istenen önemli olanın gün ya da gecenin olmadığı Kur’an’ın olduğudur”.

Ramazan ayında eğer alışveriş merkezlerinde öğle yemekleri yenilebiliyorsa ve yemeklerini bitirenler koltuklarını iftar için ötekilere değil, kardeşlerine, komşularına, arkadaşlarına, sevdiklerine devredebiliyorlarsa o ülkede hem denge sağlanmış demektir ve hem de verilmek istenen doğru aktarılmış. Ülkemiz inancın her bir derecesinin yaşanabildiği bir ülke olduğu için değerli, özel ve tektir. 11 ay içki içip Ramazan ayında içmeyen niceleri vardır aynı namaz kılmayıp bu kutsal ayda niyetlenenler gibi. Hac görevini sürekli ötelerler ama zekatlarını hiç aksatmazlar. İçimiz iyidir ve genelde sevgi doluyuzdur. Dinimizi farklı farklı derecelerde uyguluyor olsak da yoktur aslında birbirimizden çok farkımız.

Doğum günleri de yine bence sembolik günlerdendir. En azından benim için bir nevi hesap günüdür. Kendimi sorguladığım, geçen bir senenin muhasebesini yaptığım bir gündür. Aklımdan geçirdiğim düşünceler, vermiş olduğum ya da vereceğim kararlar, sürdürdüğüm, dört elle tutunduğum hayatım, tercih ederek, sözde bilinçli bir şekilde girdiğimi sandığım yollar, benimle, gerçek nüvemle, hani bir an yüz yüze geldiğim ama sonra hemen korkarak arkalara ittiğim gerçek benimle ne kadar uyumludur onları tartarım.

Hayat durmuyor ve kimseyi beklemiyor. Zaman kaybetmeden tadını çıkarmalıyız. Bunu yaparken de sapla samanı, araçlarla da amacı birbirinden ayırmalı ve bize empoze edilen kalıplar yerine bu kalıpların ardında yatan felsefeyi iyice düşünmeli ve dahası uygulamalıyız. Sevgililer Günü evet benim için önemlidir. Ama Sevgililer Günü aynı aynı Anneler Günü ve Babalar Günü gibi yalnızca yılda bir defaya özel değildir benim için. Eşime yani biricik sevgilime her an bir sürpriz yapabilir her an bir hediye alabilir ve her an yemeğe çıkarabilirim. Bunları yapmak için illa o günün gelmesini beklemem gerekmiyor. Annemle de babamla da sebepsiz yemeklere çıkarız. Onlara yine hediyeler alıp güzel sözler söylemem için Mayıs’ın 2.haftasını ya da Haziran ayını beklemem gerekmiyor. Cumhuriyet’in ne kadar önemli olduğunu bilip ona göre hareket etmem için Ekim’in sonunun gelmesini de beklemiyorum. 14 Şubat’da evet briç oynadım. Çok da keyif aldım. Eşim biliyorum ben keyifli bir gece geçirdiği için çok mutlu oldu. İşte bence Sevgililer Günü ruhu burada yatmakta yoksa alınan bir kaç kalpli çikolata da değil.

 Daha önceden yazmışımdır, biricik oğlum bizim aile için Şaşkın Aile diyor. Nedeni ise evde birbirimize sürekli olarak yaptığımız sürprizler ve sonrasındaki şaşırmalarımız. Dilerim kalıplar üstü bir hayatı üstelik bol ve güzel sürprizlerle yaşamaya devam edebilir, şaşkın bir aile olma özelliğimizi sürdürebiliriz. 

12 Şubat 2013 Salı

Galatasaray Üniversitesi: Yanan yalnızca bir bina değildi


Hoşçakalın çocukluk hayallerim, hoşçakalın anılarım


Eşimin içeriden “Galatasaray Universitesi yanıyormuş, hemen televizyonu aç” diye bağırması ile hemen televizyonu açtım. Eşime ve tabii doğal olarak bir çok insana göre yanan Galatasaray Üniversitesi idi oysa benim için yanan üniversite binası değil, yıllarımı geçirmiş olduğum eski lise binamızdı. Yaşadığım acı yanan binanın üniversite binası olması sebebiyle değil, söz konusu yıllarımı geçirmiş olduğum binanın geçmişte lisenin bir parçası olması sebebiyleydi. Tüm Galatasaray kurumlarına can veren bana göre hep lise olmuştur ve  Ortaköy binası Galatasaray Lisesinin tarihten gelen ayrılmaz bir parçasıdır. Bu bağlamda aslında benim için ilk yangın (içimdeki) daha söz konusu binanın üniversiteye tahsis edilmesiyle başlamıştı. Üç sene araştırma görevlisi olarak üniversitede çalışmama rağmen, üniversiteyi Galatasaray Lisesi ruhunun ortağı hele hele bir üst kurumu olarak hiç görmedim, göremedim. Bundan sonrasında da bu fikrimin değişebileceğini pek sanmıyorum.

Ortaköy binası Mektepli olunmaya başlanan yerdi. Galatasaray’ın giriş kapısı, Galatasaraylılığın başladığı okuldu. Türkiye’nin bir çok yerinden gelen çocukların birbirleriyle ilk karşılaştıkları, kaynaştıklı ve Galatasaray kültürünü ilk gördükleri yerdi. Böylesine sembolik olarak büyük anlam taşıyan bir yer, bir yapı bana göre ritüelik bütünlük açısından hep aynı görevi sürdürmeliydi. Yazık ki sürdüremedi.

Çok kaba bir tanımla, bir toplumun tarihsel süreç içinde ürettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı her türlü maddi ve manevi özelliklerin bütününe kültür denmekte. Başka bir ifadeyle kültür, bir toplumun kimliğini oluşturur, onu diğer toplumlardan farklı kılar. Kültür, toplumun yaşayış ve düşünüş tarzıdır. Toplumsal dayanışma ve birlik duygusu, biz olma bilincidir. İnançlar, gelenekler, normlar ve düşünce biçimleri de etkiler bu biz olabilme sürecini, binalar, her türlü araç-gereç ve giysiler de.

Ortaköy binası - kişisel fikrimdir- bir mektepli olarak yaşantımıza, düşüncelerimize, sembolik dünyalarımıza mal olmuş bir kültür parçamızdı. O kadar ki bu kültürel parça hem maddi ve hem de manevi olarak vücut bulmuş bir kültürel zenginliğimiz, bir hazinemizdi belleklerimizde.

Düşündükçe içim burkuluyor, üzülmeden edemiyorum. Yanan bir ev, bir okul, fabrika veya bir tiyatro salonu yerine, zamanına, konu ve koşullarına göre farklı derecede insanları üzebilir. Kişisel olarak, benim için yanan yalnızca bir bina, bir çatı değildi, çocukluk hayallerimdi, anılarımdı, çocukluğumdu, gençliğimdi, camiamız olarak ise tarihimizdi, kültürümüzdü, biz olabilme bilincimizdi. Yazık hem de çok yazık oldu.

80’li yılların ortalarında güneşli bir Eylül Pazartesisinin sabahında babam, annem ve ben ilk olarak bu muhteşem ortama adımımızı atmıştık. Bugün üniversite kantini olan yerde benim zamanımda basket ve voleybol sahaları bulunmaktaydı.İşte boğazın hemencecik yanı başında, bu sahaların üzerinde, bayrak direğinin hemen altında sıraya soktular bizi. Anne ve babalar kenarda, setin hemen üstünde kümelenmiş bize bakıyor ve el sallıyorlardı. Hepimiz artık onlardan uzakta yeni bir hayata başlıyorduk. Yeni, yepyeni bir dönem bizler için başlıyordu. İyi şeyler olacağını daha hissedemeyecek kadar küçüktüm. Hemen hemen tepkisiz sağa sola bakıyor, zaman zaman annem ile babama el sallıyordum. Daha sonra herkes sıralar halinde sınıflara çıkarıldı. Bugün yanan binaya girişim de sıradaki diğer çocuklarla beraber ilk o gün olmuştu. Tantanalı saltanat günlerinden günümüze ulaşmış süslü tavan geleceğimizin ne kadar da parlak olacağını müjdeler gibi bize göz kırpıyordu sanki.

Sultan Abdülaziz döneminden mimar Sarkis Balyan tarafından 1871 yılında inşa edilen İbrahim Tevfik Efendi Sahil sarayı 1992 yılında da üniversiteye devredilene artık benim okulumdu, en güzel yıllarımı geçireceğim yuvamdı.

1996 yılında ilk kez şaşkın ve ufacık bir öğrenci olarak girdiğim binaya bu kez koskoca devlerin memuru, Galatasaray Üniversitesinin bir araştırma görevlisi olarak girdim. Girdim de girmesine de bu kez girer girmez heyecan yerine yüreğim burkuldu. Bıraktığım yuvam bir hayli değişmişti. Değişmek zorundaydı belki ama görmeyi umduğum gibi değildi. Sınıfların olduğu kattaki büyük tahta salon birçok bölmeye ayrılmış, odacıklar yaratılmıştı. İlerleyen yıllar içerisinde odalar ve odalardaki silme doluluk daha da arttı. Bizim yasak olmasına rağmen top oynadığımız, masa tenisi oynadığımız yerler artık birer oda olmuştu. Her bir alan, her bir metre kare sinekten yağ çıkarırcasına kullanılır olmuştu.

Zaman geçtikçe öğrenci sayısı arttı ve binalar yetersiz kaldı. Hopppppp hemen 2003 yılında Çırağan Caddesi'nin öteki tarafına Yiğit Okur Kampüsü ve Suna Kıraç Kütüphanesi inşa edildi. Sonra da caddenin iki tarafında kalan okulun iki kısmı 2004 yılında Selahattin Beyazıt Alt geçidi ile birbirine bağlandı. Yangın sonrasındaki elimizdeki tek teselli de ana kütüphanenin caddenin öbür tarafında kurulmuş olması. Bu sayede kütüphanemiz kurtulmuş oldu.

Binaya geri dönecek olursak bu kadar oda ve içindekileri düşündüğümüzde bırakın çekip tehlike yaratabilecek elektrik yükünü, yer çekimine bağlı ağırlık bile tehlike yaratır seviyelere ulaşmıştı. Muhteşem boğaz karşısında kim odası olsun istemez ki! Ya da burada odası olan öğretim üyelerini kim suçlayabilir ki?Kablolar, borular, halılar ile iç içe geçmiş adeta dekoru tamamlar nitelik almışlardı. Tüm bunlara bir de özel sobaları ve su ısıtıcıları ekleyin. Aslında gerek yanan binanın ve yanındaki binaların bugüne kadar yanmamaları mucizeydi.

Sonradan okudum öğrendim, elektrik tesisatı tamir edileli neredeyse 30 yıl olmuş.  Fatih Altaylı ne de güzel yazmış köşesinde “yenilendiği zaman daha bilgisayar hayatımızın parçası değildi. Elektrik dediğin lambaları yakardı. Belki bir-iki de elektrikli aleti. Ona göreydi elektrik altyapısı. Söndürme sistemi zaten hiç olmadı”.

Yangın pompaları yoktu, sprinkler sistemi yoktu, elektrik sistemi yetersizdi. Ne bekleyebiliriz ki? Bizim zamanımızda bile bence çok daha güvenilirdi. Koridorlarda  yangın için, 15-20 tane ip gibi dizilmiş, dışı kırmızı boyalı, içi su dolu , üstü kalasla kapanmış kovalar hazır dururdu. Komedi değil mi ama en azından o zamanlar elektrik yükü yalnızca aydınlatmak için güç harcıyordu.

Fatih Altaylı zaten tek bir cümle ile durumu köşesinden anlatmış: “Öğretim elemanlarının  “Günde birkaç kez sigortalar atardı” cümlesi aslında işin anahtarı gibi”.

Oysaki ölçerek kablolama ve elektik sistemini kurmak, güç dağıtımını bu hesaba göre düzenlemek, kablolamayı özel çelik kanallar içerisinde tutmak bu güzel 150 yıllık binayı kurtarabilirdi.

Bir kaç söz de bu tür eski binaların elektrik ve bilgisayar kurulumlarını yapan profesyonel çözüm ortaklarına. Bu bina bu yükü çeker diye yalan konuşanlar, sözüm sizlere.Yazıklar olsun! 3-5 kuruş için güzelim bina ve bir çok kişinin anısı, geçmişi yok oldu. İçiniz hiç mi sızlamaz sizlerin?

Peki New York İtfaiyesi ile ancak karşılaştırılabilen İstanbul İtfaiyesine ne dememiz gerekir. İtfaiye gelmiş, müdahalede bulunmuş, 'yangın söndü' diye zabıt tutup çıkarlarken; yangın yeniden başlamış. Traji-komik için ne de güzel bir örnek. Benzer durum geçen ay yanan yine tarihi bir bina olan İl Milli Eğitim Müdürlüğü için de geçerli. İstanbul İtfaiyesi'nin yetkinliği olduğunu artık söyleyebilir miyiz?  İki aynı hata ve iki kül olmuş tarihi bina. Aktör ise tek ve aynı. 'Yangın yok' diyor ve arkasından bina yanarak yok oluyor. Umarım itfaiye ile ilgili bir soruşturma başlatılır. Yine sonradan okuduk öğrendik, ahşap binalarda söndü zannedilen yangınlar duvarların içinde ilerleyerek daha şiddetli şekilde yeniden alevlenebiliyormuş. Bu nedenle 5 dakikada söndürdükleri yangını 3-4 saat boyunca soğutma yapmaları ve yangının tamamen söndüğüne emin olmaları gerekmekteymiş. Benim için yeni olabilir ama onlar için böylesi temel bir durumu öğrenmemiş ya da atlamış, unutmuş olabilirler mi?

Peki şimdi ne olacak?

Bir otel olacaktır söylentisidir gidiyor. Hoş öyle bir şey olmayacaktır diye demeç verenler şimdiden oldu. Çok değil yalnızca 300 – 500 metre ilerideki Gaziosmanpaşa İlkokulu yandığı zaman da İstanbul Valisi televizyonlara çıkıp “Okul olarak kalacak. Onarılacak. Açılacak” demişti. Malum onarılıp açılacak denen okul artık DOCO ile THY’nin ortak oteli olarak açılacak. Bu bağlamda bu söylentiyi çıkaranlar çok da haksız düşünmemiş olurlar ama diğer taraftan Galatasaray Üniversitesi kurulurken Fransa Hükümeti’yle yapılan anlaşma gereği “Yıkılan, yanan bir binanın yerine başka amaçla yapılaşma yapılamaz” diye bir madde varmış. Bu maddeden hareketle kolay kolay o bina otele dönüşemez diye düşünüyorum. Tabii sanılanın aksine bir Vakıf Üniversitesi değil devlet üniversitesi olan Galatasaray Üniversitesi için kamu yararına bir nevi el konulup başka bir yere mesela Bahçeşehir’e gönderilebilir de. 

Kişisel olarak eminim ki ilerleyen çok kısa bir sürede camia içindeki tepkiler çok daha rasyonelleşecek ve Galatasaray ismi altında tek bir vücut olunacaktır. Kenetlenme artık opsyonel olmaktan çıkmış zorunluluk haline gelmiştir. Gün birlik, beraberlik ve dayanışma günüdür. Yardım kampanyaları ve farklı farklı grupların görüşmeleri başladı bile. Bina çok kısa sürede küllerinden yeniden doğacaktır.

Bu süreçte önemli olan iyi organize olmak ve süreci iyi yönetebilmektir. Sahip olduğu seçkin insan kaynakları yapısı ile bu süreç çok kolay aşılacaktır. Tüm bu yeniden doğuş için fon bulmak ise bizim camiamız için yalnızca bir ayrıntıdır.  

Cazda “mükemmel bir durumda olmak  - being in the groove ” diye bir deyim vardır. Bu deyim bir topluluğun “ tek bir kişi olarak çalmasını ” anlatır. Bir olabilmektir mükemmeliyet.

Dilerim fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür Galatasaray kimliği etrafında kısa sürede toplanabilir ve tek bir kişi gibi çalmayı başarabiliriz ...

Sarıkırmızı sevgi ve saygılarımla,


5 Şubat 2013 Salı

Mutluluğa yolculuk 6


Senin yaşamını senden başka kimse değiştiremez

Kendine güven bir çok alandaki dengenin anahtarı. Hani boynumuzda asılı olan anahtar vardı ya göremediğimiz, kullanamadığımız işte belki de o anahtarın çok büyük bir bölümü insanın kendisine olan güveni oluşturuyor.  Onu geliştirmek kendimize gelişkin bir hayat sunmamıza hem de çok fazla yardımcı olacaktır.

Kendine güven konusunda hepimiz aynı potansiyeller ile doğarız. Sonra anne ve babamızın, çevremizdekilerin, öğretmenlerimizin, arkadaşlarımızın yorumlarını alırız. Bu yorumların bazıları olumsuz ve bazıları da olumlu olabilir. İşte olur da bir talihsizlik eseri hepsi olumsuz yönde görüş, sitem, ve eleştiri bildirirlerse dikkatimizi kusurlarımıza, hata ve başarısızlıklarımıza çekerlerse o zaman yetersizlik ve özeleştiri duygusu düşünce alışkanlıklarımızda yer alır. Sonunda en ufak becerisizlikler bile bizleri rahatsız etmeye, en önemsiz yenilgiler bile kendimizden şüphe etmemize yol açmaya başlar. Eleştirilerin en önemsizi dengemizi bozar, hatta ve hatta elimizdeki imkanları yitirmemize yol açar. Beyin olumsuz tepki göstermeye çalışır, nöron bağları bağlanmaya başlamıştır bir kere, ne yapsak artık nafile.

Bir su damlasının kumda ilk başta zorlanarak da olsa bir yol çizdiğini düşünün. Ardından gelen damlalar kolaya kaçarak hep bu yolu takip edeceklerdir. Biz başka bir damlanın başka bir yol izlemesini istiyorsak dışarıdan ona destek vermemiz gerekir. Sakın yanlış anlaşılmasın, senin yaşamını senden başka kimse değiştiremez. Gücün de, özgürlüğünde senin için de. Dışarıdan destek damla içindi yoksa biz değişmek istediğimizde bize yardımcı olacak yine kendimizizdir ancak.

Peki ama ne yapmalıyız?

Özgüvenimizi bir anda yükseltecek öyle mucizevi bir çözüm yok maalesef. No pain no gain yine karşımızda anlayacağınız. Çok basit ama bizler için yeni bir şey ile yine de başlayabiliriz. Her akşam on dakikamızı ayırarak geçen günümüzü düşünmek ve yaptığınız ve gurur duyduğumuz 3 şeyi bir kenara not etmek iyi bir başlangıç olabilir. Dedim ya kolaya kaçmak yok. Nöronların iyice bağ yapabilmesi için bu gurur duyacağınız muhteşem üçlüler en az 100 gün (yazı ile yüz gün) devam etmeli. İlle de bir eylem olması gerekmiyor. Gösterdiğimiz ve gurur duyduğumuz bir tepki, yapmış olduğumuz bir jest, bir mimik, bir düşünce, ya da bizleri genelde sinirlendiren bir durumda sakin kalmayı başarabilme hep senin hanene yazabileceğin artılar olabilirler.
 
Verilen görevi küçük bir kartopu gibi görmek de fayda var. Dağın tepesinden bu kartopunu yuvarlıyoruz ve dahası bir süre onunla biz de yuvarlanıyoruz ki zarar görmesin. Sonrası artık kısmet. Kartopu büyür de bizlerin yaşamında olumlu değişime neden olabilecek bir çığ olur ise ne mutlu bize.

Hayatın sizin hayatınız olduğunu ve keyifli geçirmek ya da sıkıntılar içerisinde boğulmanın hep sizlerin birer tercihi olduğu gerçeğini biliniz, hatırlayınız. Hayat bizlerin hayatları. Nasıl olacağına ilişkin kararı da ancak bizler verebiliriz.

Kişilik alanlarınızı yaratın ve sahip çıkın. Bu kadar empati artık fazla. Kurmuş olduğunuz empatinin fazlasının sizden götürdüğünü bilin. Kendinize zaman ayırın. Hobiler edinin. Bol bol hayaller kurun ve bu hayallerinizin peşinden koşun. Kendinizin değerini bilin. Sizden bir tane daha yok bu dünyada. Kendinizi sevin ve dahası gurur duyun ve daha da dahası kendinize güvenin bu güven ilk başlarda size boş bile gelse. Yüz günlük çalışmayı olmadı iki yüz günlere çıkarın dahası bunu hayatınızın bir parçası yapın.

Dibe vurmayı ya da kahkaha atmamayı beklemeyin. Zorunda kalarak bir savunma psikozu ile değil, bilinçli bir seçim bir tercih olarak bu yolculukları gerçekleştirmeğe çalışın. Ulaşılacak yer, ya da hedefin çok da önemli olmadığını bilin, yolculuğun zaten kendisi yeterince heyecan verici. Siz önce elinizdekinin tadını çıkarın. Varılacak limanı düşünerek yolculuğun güzelliğini kaçırmayın.


Yüce milletimizin yetiştirdiği büyük değerlerden olan tanınmış animasyon ve masal kahramanı Pepe’nin de dediği gibi “önemli olan oyun oynamak” olmalı. Sonuçlara odaklanmak yerine içinde bulunduğumuz yolculuğun ve aktivitelerinin tadını çıkarabilmek amaç olmalı. Sonuç için sürecin keyfinden mahrum kalınmamalıdır. Bu yapabilmek için de eeğlenebilmeyi becerebilmeliyiz. Her şeyi ciddiye almayı bırakmanın belki de tam zamanı. Biraz geri çekilin ve bu sınavı bir oyun gibi görün. Ne kaybedersiniz ki? Bunu yaparsam herkesin gözünden düşerim, imajım yerle bir olur, itibarımız beş paralık olur ya da en basitinden utanırım demeyin.  Zaten hayatın kendisi büyük bir oyun değil mi? Kaybedecek hiçbir şey yok, yalnızca deneyimlenecek şeyler var. Rahat olun ve Pepee gibi düşün.

Suçlama, beğenilme isteği, aldatılma, aldatma, parasızlık, aşağılanma, yalnız kalma... Korkuların nedenini bulma yerine bunları yok sayma ve suçu hep başkalarında arama, bu korkuları hep üzerimize çekmekte. Evren bizlere her defasında bu korkuların çok daha ağırlarını yaşatmakta. Ne ekersen onu biçersindir bu gerçek. Ya da başka bir ifade ile hayatı nasıl yaşarsan, hayat da sana onu verir.

Korkularınızla yüzleşin. Derinliklerde sakladığımız ve sevgiyi engel olan korkularımızdan. Bir nevi yapılan bu yolculuk korkularımızın sevgiye dönüştüğü bir sistem aslında. Anahtar kelime ise bu dönüşümde affetmek. Kendimizi ve geçmişimizi affetmek. Derinlere itmiş olduğumuz, sanki hiç yokmuşlar gibi yaşamaya devam ettiğimiz ve içinde öfke ve kin barındıran tüm olayları, tüm yaşanmışlıkları sevgiye dönüştürebilmek için affetmek. Siz de hemen affedin. Sünger çekin ve fabrika değerlerinize geri dönün.

Her defasında “Neden ben” yerine “Ne öğrenebilirim” sorusunu sorun. Subjektiflikten bir parça yukarı yükselin ve resmin bütününü görmeye çalışın. Bakın bakalım bu kötü paketlenmiş hediye ile melekler bizlere nelere getirmiş.

Sizi ruhsal yönden daraltan insanlardan uzak durun.  Sinemaya, tiyatroya, konserlere gidin. Arkadaşlarınızla gezin ve sorunlardan değil, eğlenceli şeylerden konuşun. Bol bol gülün, kahkahalar atmaya çalışın. Bırakın bu sizde alışkanlık haline dönüşsün. Ruhsal sıkıntılarınızın çoğunu yine kendinizin yarattığını bilin. Kuruntulardan kurtulmaya çalışın.Sürekli gelecek kaygısı ile yaşamak yerine anı yaşamaya çalışın. Ne ve kim olursa olsun bırakmayı bilin.En önce sizin geldiğinizi unutmayın.

Mutluluğunuz varsa sıkıca sarılıp nedenini düşünmeden, sorgulamadan tadını hem de sonuna kadar çıkarın. Size heyecan veren, hayatınıza neşe ve anlam katan ne ve kim varsa düşünmeden peşinden gidin hatta koşun.

Hayatın anlamını hepimiz öyle ya da böyle aramaktayız. Şanslı olanlarımız heyecan verici ipuçları bulurken bazılarımız kısa sürede vazgeçebilmekteyiz. Bana göre hayatın anlamı insanın kendisiyle tam anlamıyla barışık bir hayat yaşamasıdır. Barışma çabalarım ve bu uğurdaki yolculuklarım halen devam etmektedir. Bir gün biliyorum, kendimle karşılıklı gelip, gözlerimizin taa içlerine bakıp, huzur, mutluluk ve özgürlük hisleriyle dolu olarak kadeh tokuşturacağız. İşte o gün benim Tanrısallaştığım ilk günüm olacak. Her birimiz ulu bir dağın üzerlerindeki taşlarız. Farklı faklı, çeşit çeşit ama hepimiz o dağı meydana getiren unsurlarız.  Bütünü meydana getiren zerreleriz ve her şeyin en iyisini hak ediyoruz. Yeterki bunu bilelim, inanalım ve buna göre yaşayalım.

Sizlere de bu keyifli ve öğretici yolculukta içten başarılar dilerim ...