Bu Blogda Ara

27 Kasım 2012 Salı

Yine yeni bir senaryo ve yine ayrılık: Muhteşem Yüzyıl II

Bu sıralarda Muhteşem Yüzyıl dizisi yine revaçta. En üst kademeden an alta kadar herkesin dilinde bu dizi. Bir dizi için daha iyisi olmazdı herhalde ama tehlikeli sularda yüzmediğini de söyleyemem. Hatırlayacağınız üzere 17 Ocak 2011 tarihinde bu konuyla ilgili bir yazı kaleme almış ve sizinle paylaşmıştım. Konunun çok güncel olması sebebiyle yaklaşık iki yıl önce yazdığım yazımı tekrar sizinle paylamak istiyorum. Aslında bu haftaki yazım Çocuklar ve Rekabet üzerine olacaktı ve hatta yazım hazırdı bile. Artık bu yazımı da bir süre sonra sizinle paylaşırım.

Hadi gelin hep beraber 2 sene öncesine dönelim ve ne güzel ülkemizde ne de benim düşünce hayatımda çok da fazla bir şeyin değişmediğini görelim.



Son 10 gündür bir kızılca kıyamet, adeta bir bardak suda kıyamet kopuyor ya da koparılmak isteniyor.Tüm bu yaygara bir dizi için.Dün ‘Mustafa’ için laik despotizm tarafından yapılan eleştiriler bugün güçlenen muhafazakar despotizm tarafından "Muhteşem Yüzyıl" için yapılıyor.Kılıçlar yine çekildi. Ayrışmalar yine keskinleşti.Bir tarafta Osmanlı sempatizanları diğer tarafta hani neredeyse karşıtları. Düne kadar sağ-sol sonrasında Sünni-Alevi diye ortalığı karıştıranlar kıs kıs gülüyorlardır halimize. Yakın geçmişte laik - anti-laik oyununu denediler. Bugün ise farklı farklı oyunlarla yine gündemimizdeler. Onlar denemekten vazgeçmiyorlar bizlerse bu ayrımların üzerlerine atlamaktan. Her seferinde hani sanki bekliyormuşuz gibi kolayca kamplaşıyoruz ve yara alıyoruz. Toparlansak da sonrasında hep bir izi kalıyor aslında belleklerimizde. Mustafa bir belgeseldi, subjektif bir bakış açışı olamazdı. Yeni dizi ise yalnızca bir kurgu. Kanuni’nin askeri ve siyasi hayatı için çekilen bir belgesel değil. Merkeze Hürrem & Kanuni aşkını koyan ve bunu Hürrem’in harem iktidarını ele geçirmesi için yaptığı mücadelelerle süsleyen, geliştiren bir kurgu. Esinlenme evet tabii ki var hatta aynı dönemde Kanuni’nin siyasi ve askeri hayatı da gösteriliyor ama gerçekle birebirlik tabi ki yok.

Bilmeyenler için Harem’de konuşulmazdı, oradakiler işaret dili ile anlaşırlardı. Üstelik Kanuni döneminin ilk yıllarında Harem sarayın içerisinde değil Beyazıt’da bulunmaktaydı. O zaman gerçek olacak diye dizide de konuşma olmasın ya da Hürrem her ziyaretini aslına uygun olarak Beyazıt’tan saraya yapsın.

Kimse fragmandaki Ayasofya'nın 4 minaresinin olmamasına dikkat etmiyor. Başarılar görülmüyor her zamanki gibi yine ayrışmaları sağlayacak konuları bulmak için tüm bu çaba. Peki, bu itirazlar neden? Buz dağının görünen kısmı çok açık: İlk bölümü bile izleme gereği duymadan fragmanda gördükleri bir bakış ve içilen bir kadeh. Hemen homoseksüellik ve şarap yaftaları takıldı bile.

Bilinen Kanuni’nin ne şarap içtiği yönünde ne de İbrahim ile o tür bir yakınlaşmanın içerisinde olduğu. İşin garibi dizide de bu tür bir anlatım ya da kurgu da yok. İnsanın aklında ne varsa zikrinde de o da vardır derler ya, durum sanki bu. Padişahların içki içmeleri nedendir bilinmez bir türlü kabul görmedi toplumumuzda.

Osmanlı Padişahları
Osmanlı 600 küsur yıl yalnızca topla, kılıçla, tüfekle yönetilmedi. Diplomasi vardı. Hızlı hareket edebilme vardı. Güçlü bir yapılanma ve sistem vardı. Belki Yavuz gibi, Fatih gibi karizmatik padişahlar vardı ama İbrahim gibi olanları da vardı. Yapı ve protokol öylesine güçlüydü ki baştaki makam adeta kutsaldı. Deli diye bilinen İbrahim’e mutlak saygı ve kabul işte bu güçlü devlet yapısı ve protokolden gelmekteydi. Sanırım bu güçlü yapı bugün bile genlerimize işlenmiş olduğundan varlığını sürdürmekte. Padişahlara hayat tarzlarımız içerisinde yer almayan olguları yakıştıramıyoruz.Diğer bir rahatsızlıkta Harem konusunda. Osmanlı beyliğinin imparatorluk olmasının ardında yatan en büyük sebeplerden bir tanesi hanedan olmalarıydı. Avrupa’da Grand Dük’ler vardır ve bir hanedan sona ererse başka bir hanedanın Grand Dükü başa geçer ve ülkeyi yönetir. Osmanlı da bu tür bir yapı yoktu. Hanedanın sürebilmesi için de Harem hayatı şarttı. Harem’e hemen itiraz edenlerin bu yönden de bakmaları gerekir. Konu aslında çoğu kere memleket meselesiydi, kişisel değil. Buz dağının görünmeyen su altında kalan parçası ise meselenin bence asıl önemli noktası. Tüm bu eleştiri bombardımanının ardındaki sebep eski ile yeni arasındaki bir karşılaştırma yapılması ve muazzam farkın görülmesi. Eskilerin sözü geçen en büyük devleti ile bugünün kafalara geçirilen çuvallara rağmen sessiz kalmak zorunda kalan devleti karşılaştırılıyor ve eskiye kutsallık yükleniyor. Genlerimizde zaten buna müsait hemen destekliyor bu yüklemeyi. Bugün eziklik ne kadar hissediliyorsa yüklenen kutsiyet duygusu o kadar artıyor ve seslerde yükseliyor buna bağlı olarak.

Yoksa tüm bu eleştiriyi yapanlara hassasiyet hissedebilirsiniz ama siz de o halde izlemeyin canım demezler mi? Bu sebepten denemiyor, denilse de işe yaramıyor.

Her milletin güçlü yıllarının da bir ömrü vardır. 16.yy.’da önce Portekiz sonra İspanya güçlüydü sonra bu ülkelerin yerini Hollanda aldı. 17.yy’da İngiltere’nin hakimiyeti vardı ama sonra Fransa ağırlıklı oldu. Daha sonra yeniden İngiltere ve bugün Birleşik Devletler. Biz ise o kadar yüzyıl hep devam ettik ve yorulduk, yıprandık. Bayrağı kimseye devretmedik. Hani belki bir ara Kavala hanedanı ile Mısır olabilirdi ama olmadı. Bu gerçek bence artık kabul edilmeli. Eskiye saygı her zaman olmalı ama karşılaştırma en azından bugünün dünyasından yapılmamalı.

Bugün muhafazakar sermaye güçlenmiştir. Mesela onlarda bir dizi ya da film çeksinler. Mesela peygamberimizin müjdesine mazhar olmuş bir padişah olan Fatih Sultan Mehmet’in hayatını çeksinler. Ya da dizi öyle değil böyle çekilir desinler ve Kanuni’nin hayatını konu alsınlar. Kanuni’nin elinde kılıcı, atın sırtında, saraydan bir çıksın ve bir daha dönmeden önce Belgrat’ı sonra Rodos’u alsın. Milletlere dersler versin. Sonra bir kaç bölüme ancak sığabilecek bir Mohaç Savaşı gelsin ardından ve Viyana kuşatması ile final yapsınlar. Yoklukta kanaatkar olan bu kesimin şimdi bolluk yıllarında kültüre bu katkıyı sağlamaları gerekliliktir zaten.

Tabuları yıkamamakla övünenler de bu diziyi yayından kaldırırlarsa kendi ayaklarına sıkmış olurlar. Bir zamanlar ezanı halka rağmen Türkçe okutan rejim ile bir farkları kalmamış olur. Hayat tarzımızı maalesef her yere çanta gibi taşıyoruz. Tarih’e bu şekilde bakamayız. Değer yargılarımıza ve inançlarımıza göre değerlendirmelerde bulunuyoruz ve hata ediyoruz. Bugün kim kardeş ya da baba katlini normal görebilir ama kutsallık yüklenen padişahlar yapıyorlardı. Bugünün dünyasından bu katliamları da anlayamayız harem dünyasını da. Son olarak diziye yapılan eleştirilere karşılık bu kez de Osmanlıya saldırı başladı. Atatürk nasıl ki başımızın tacıdır, yolumuzu aydınlatandır, Fatih de öyledir, Kanuni’de. Necip Fazıl nasıl bu ülke için değerli ise, Nazım Hikmet de aynı şekilde değerlidir. Hepsi bizim ortak değerlerimizdir. Bizi biz yapanlardır. Kimliklerimizdir.

O zaman neden bu kavgalar, neden bu tartışmalar, neden bu ayrışmalar? Bu ülke hepimize yeter. Eşit, özgür, mutlu, huzurlu, korkusuz sıfatlarını neden bu ülke insanları için kullanmak bu kadar zor?! İnsanca ve herkes bir arada yaşayabiliriz.

Gelin önce ilk adımı atan siz olun. Ötekilerle ortak paydalarınızı genişletin, farklılıklarımızı zenginliğimiz sayın.

İnsan insanın kurdu değil ama yoldaşı, arkadaşı, tamamlayıcısı, koruyucusu olsun.  Bu güzel topraklarda birbirimizi kırmadan, bundan önce olduğu gibi yine kardeşçe yine sevgi ve saygı dolu bir şekilde beraberce, el ele yaşayalım.

20 Kasım 2012 Salı

Sarılma, oğlum, disiplin, yaşgünü gibi muhtelif konular vs bu konuları oluşturan ve birbirlerine bağlayan duygu: Sevgi




Mutfağın zeminine boylu boyuna uzanmış, elimde tornavida, baharat kaplarının ve yağların ikamet ettiği, o görkemli mutfak takımımızın çıkan rafını takmaya çalışırken öğrenmiştim oğlumuzun aramıza katılacağını. İlk fark ettiğim eşimin diz kapakları olmuştu. Tepemde durmuş şaşkın şaşkın bana bakıyordu ki onun şaşkın olması ve dahası bakması öyle olası bir durum değildi. Ben ise yerde uzanmış tekrar bir araya gelmemek için inat eden vida ile kapağı barıştırmaya çalışıyordum. "Dostum pozitif derken?" diye sırf konuşmuş olmak için cevap vermiştim eşime bir yandan raf ile uğraşmaya devam ederken. Hamilelik testi ile başlayan sözünün geri kalan kısmını ise yine her zamanki gibi dinlememiş, şımarık göz yaşlarıma söz geçirmeye çalışırken bulmuştum bir anda kendimi . Sonradan anlamıştım testte çıkan ikinci çizginin, iki kişilik mini ailenin üç kişilik dev bir aileye dönüşümünü simgelediğini. Sarıldık birbirimize. İkinci defa bu kadar uzun ve içten. İlki, nikahımız kılındıktan sonra yüzlerce davetlinin önünde, imza defterinin hemen yanı başında gerçekleşmişti. Hani herkes klasik öpüşür ya, biz öpüştükten sonra bir de birbirimize sarılmıştık, hani sanki yıllarca birbirini göremeyen sevgililer gibi. En az bir 3 dakika da birbirimize sarılı kalmıştık. Sıkılıp da gitmeye kalkan davetlileri fark edip de lütfen ayrılmıştık. Bu sefer yüzlerce tanık yoktu ama yerine bizi ailesi olarak seçen tek bir tanığımız vardı ...

İlk sarılmamızdan bu yana yedi seneyi aşkın bir süre geçmiş.  İkinci sarılmamızdan bu yana ise dört seneyi aşkın bir süre geçmiş. Ne mutlu bize ki zamanla birbirimizi tanıma fırsatı bulduk ve konuşan, eğlenen, birbirini dinleyen, kararların paylaşıldığı mutluluk dolu, keyifli bir aile oluverdik bu süre içerisinde. Ben evin panik babası rolünü üstlendim, kolayca ve gayet doğal bir şekilde. Eşim ise ailenin hem yapı taşı ve aynı zamanda da mimarı oldu. Bir usta gibi kolayca şekillendirdi bizi. Ne yaptığını, ne istediğini bilen, sağduyulu, sakin taraf her zaman eşim oldu ve olmaya da devam etmekte. Ben ise özellikle oğlum konusunda evdeki zincirin yumuşak halkasıyım. Evet evet başka bir ifadeyle evde oğlumun her istediğini yapan kişiyim ben, uslanmaz bir demokrat, oğlumun kahramanı bir eğlence adamı.

Zincirin yumuşak halkası olmak aslındabir anda kendimi içinde bulduğum bir durum oldu. İçinde bulunduğum durum beni çok memnun etmemekle birlikte kendime engel de olamamaktayım. Eşim umarsızca sen bu gidişle okul ödevlerini de yaparsın diye serzenişte bulunabilmekte mesela son günlerde. Şımarttığım kesin ama yavaş yavaş bu rolümden vazgeçeceğim çünkü istemeyerek de olsa ona zarar verdiğimin farkındayım. “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşları ile döşenmiştir” sözü boşa denmemiş. Bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. Otorite demek bana göre tutarlı olmak daha doğrusu tutarlılığı asla kaybetmemek demek. Ben mesela sevgimi gösterme konusunda kesinlikle otoriterim, sürekli ve tutarlı bir şekilde onu sevdiğimi belli etmeye çalışıyorum. Aslında bunun için çaba sarf ettiğimi bile söyleyemem, kendiliğinden olmakta, suyun yolunu bulup akması gibi. Buna karşılık annesinden yüz bulamadığı zamanlarda bana gelip sonuç almaya çalışması da gözümden kaçmıyor hani. En zoru da zaten bu durumlarda kalma. Bir anda kendimi ortada karar verici durumda buluveriyorum. Orta yolu bulmaya çalışma bazen sandığımdan da zor olabiliyor.

Ben aslında her defasında oğluma güvenmeyi seçiyorum ve çoğu zaman istemediği şeyleri yapmamaya devam ediyorum. Kendisi küçük olabilir ama o benim gözümde bir birey ve kişisel tercihlerinde saygıyı hak ediyor. Kendisiyle konuşulunca, anlatılınca yapmaması gereken şeyler konusunda çoğu zaman sonuç da alabiliyorum. Benim ona güvendiğim kadar ancak onun bana güvenmesini sağlayabilirim diye düşünüyorum. Konuşarak, anlatarak, ve bazen de inatla mücadele ederek kendi isteklerini yapması (eşime göre yaptırtması), onun aslında her defasında kazandığı küçük zaferleri ve tabii yine bence bu küçük ama onun için son derece önemli bu zaferler onun özgüveninin yapı taşları olacak. Oğlumun nasıl ki potansiyelini sonuna kadar kullanmasını ve vizyon sahibi olmasını istiyorsam, kendisiyle barışık, kendisine güvenen ve mutlu biri olmasını da istiyorum. Bu nedenle de çocukluğunun alabildiğince mutlu ve alabildiğince özgür geçmesini istiyorum. İşte zaten tam bu noktada karşımıza disiplin kavramı çıkıyor.

Disiplin hani sanki çoğunluk için terbiye amaçlı bir baskı, bir cezalandırma ile eş anlamlı sanki. Oysaki en yalın, en basit anlamıyla tutarlı olmaktır disiplin. Eşimle en çok tartıştığımız konuların belki de başında bu konu gelmekte. Ortak fikirlerimiz çok şükür ki var ama buna karşılık ayrıştığımız bölümlerde az değil hani. O beni fazlasıyla özgürlükçü buluyor. Bu kadar demokrasi bu yaştaki çocuk için fazla diyor. Benim empati yeteneğim eşime göre çok daha gelişmiştir. Hem oğlumu ve hem de eşimi anlayabiliyorum ama eşim beni ve oğlumu anlamaktan bir miktar uzak kalıyor. Benim sabrım çok fazla iken eşimin daha bir sınırda gibi kalıyor. Bu iki çok önemli kişisel özellik de ister istemez fikirlerimizdeki farklılıkları oluşturuyor. Oğlum ile daha annesinin karnında konuşmaya başladım, hala da susmuş değilim, açıkçası susmaya pek niyetimde yok. Ben her şeyin konuşarak, açıklanarak öğretilebileceğini savunuyorum. Bunun içinde sabrımın sonu genelde olmuyor. Onu anlamaya çalışıyorum. Eşim ise bir miktar bunu yapıp sonuç almazsa faşist rejime dönelim diye tutturuyor. Daha katı olalım derken ben demokratik ortamın devamından yana oy kullanıyorum ve bu da çoğu kere tartışmaya neden oluyor. Ben ise oğluma zoraki hiçbir şey yaptırmak istemiyorum.

Oğlumuzun en önce mutluluğu ve sonrasında belirli bir disiplini sağlayabilme adına yapmaya özen gösterdiğimiz en önemli konu öngörülebilen, tahmin edilebilen, beklenen bir günlük rutin yaratmak. Bunu aslında eşim yarattı ama ben de destek olup bunu gerçekleşmesi için uğraş veriyorum. Koşulsuz sevgi ve “güvenlik her şeyden önce gelir” bizim ikimizin de olmazsa olmazı. Elektrik prizini ellemesi ya da camdan eşyalarla ya da kalem elinde koşması zinhar yasaktır mesela. Anlayacağınız kendimize göre bir dengemiz var. Yemek yemediği zaman zorlamıyoruz ama dişlerini mutlaka istemese de fırçalıyoruz. Evlilikteki başarı eşlerin aslında birbirlerini ne kadar tamamladıkları ile orantılı. Bir şekilde çok şükür biz birbirimizi tamamlamayı bildik bu sürede ya da belki birbirimizi tamamladığımız sanısını yaşıyoruz.

Üç kişilik ailemizin ışığı, aydınlığı, geleceği, her şeyi ise dün itibariyle 4 yaşını tamamlayıp 5 yaşından gün almaya başladı. Sabah son derece doğal ve sıradan bir şekilde çok erken başlanan gün muhteşem devam edip çok şükür ki huzur içerisinde sona erdi. Doğum günü için oğlumuza bir parti düzenledik. Hemi de evde de değil. Okul arkadaşları, aile, eş dost derken doldu taştı kiraladığımız yer. Otuzu aşkın çocuk bir anda kurtlarını dökmeye karar verirse nasıl bir kaos oluşur tahmin bile edemezsiniz. Bağrışmalar, gülmeler, koşuşturmalar, tartışmalar, düşüp ağlamalar, ne ararsanız vardı. Eşim ve ben davetlileri kapıda karşılayıp gün boyunca ilgilendik durduk. Görseniz hani sanki düğünümüz var sanırdınız. Organizasyonun gerçekleştiği yerde çalışan ve tüm bu kaosu yönetmekten sorumlu iki tane abla ise yeterden çok ama çok uzaktı. Bir panik baba olarak özellikle partinin kaza ve ağlama ihtimali en yüksek olan son zamanlarında sürekli bir üçüncü kuvvet olarak yanlarındaydım çocukların. Oğlum atlama!, çıkmayın yavrum şuraya!, tutun sana be evladım!, koşma! kime diyorum? diye koşturup durdum çoğu kere çaresizce ama yılmadan ve ne yaptığını bilmeden. Toplamda bir baş şişmesi ve iki ağlama ile partiyi çok şükür hani neredeyse sıfır büyük sorunla tamamladık.

Tabii benim size yalnızca bir paragrafta özetlediğim partinin bir öncesi vardı ki anlatılamaz. Anlatılsa da satırlar yetmez. Başta parti yerinin seçimi vardı ki oldukça zamanımızı tüketti. Hani görseniz ya da duysanız tüm bu araştırma ve çabanın ekonomik olanı bulmak için yapıldığını sanırsınız. Keşke öyle olsaydı ama yok efendim neredeeee, sanki amaç en pahalısını bulabilmekti. Merak buyurmayın, bulduk da. Oğluma feda olsun o ayrı. Pasta seçimi, yaptırılması, tuzlu seçimi derken son günlerdeki tüm uğraşmalarımız bu parti için oldu çıktı. Ama belki de en büyük zamanı  artık yeni dönemde adet olduğu üzere gelen çocuklara geldikleri için vereceğimiz hediyeleri seçmekte harcadık. Eskiden doğum günlerinde doğum günü sahibi toplardı tüm hediyeleri. Günün prensi ya da prensesi olurdu. Herkes onunla ilgilenir, hediyeler verilir, omuzlara alınırdı. Biz böyle gördük, böyle bir psikoloji ile büyüdük. Meğer zaman içerisinde işler değişmiş. Zayıf psikolojimin nedeni de bu şekilde anlaşılmış oluyor. Psikolojik sebeplerden tüm çocuklara hediye almamız gerekiyormuş. Ne anladım ben bu işten. Kardeşim keşke bir centilmenlik anlaşması yapmış olsaydık da kimse kimseye bir şey almasaydı, pastamızı talan edip dağılsaydık. Sen misin bana hediye alan, al bakalım sana hediye tadında bir gün oldu. Hem biz para harcadık ve hem de gelenler ama inanın biz çok daha fazla harcadık. Pastadaki içerik seçimi, üstünün süslemesi, getirilmesi, kesilmesi  meğer füzyon bile bu kadar zor değilmiş. Bizim zavallı doğum günlerimizi düşünüyorum da nice senelerimizi mahalle pastanelerinden alınan bol kekli az çikolatalı pastalarla heba etmişiz. Bir de böylesi organizasyonların olmazsa olmazı pinyatamız vardı ki şaşarsınız, gören duyan da bizleri Meksikalı sanır. 

Bir Pazar öğleden sonrasını oğlumla, eşimle ve onlarca kişi ile beraber geçirdim. Oğlumun yeni bir yaşa girmesine tanıklık ettim. Bir yaş daha büyüdü. Kendisini yalnızca 4 senedir tanıyoruz. 4 sene önce hayatımıza katıldı ve çok da iyi yaptı. İyi ki bizi seçti. Ondan öncesi meğer yalnızca boş geçen yıllarmış. Hayat bizim için onunla başladı. O bizim yalnızca kanımız, canımız ve bir parçamız değil. O bizim yaşam sevincimiz. Neşemiz, kahkahamız. Gözlerimizdeki ışık, aydınlığımız. O bizim nefesimiz. Gün ışığımız. Mutluluğumuz. Huzurumuz. Sağlığımız. O Tanrıdan gelen bir armağan bizlere. O bizim hayatımız. Her şeyimiz. Onu çok seviyoruz.

Oğlum! Canım oğlum! Benim yakışıklı, iyi kalpli, birtanecik oğlum! Nice mutlu güzel yıllara... Dilerim şansın da bahtın da hep açık olur! Doğum günün kutlu olsun!
 
Akşam belki de doğum günü bir miktar daha sürsün diye bir türlü uyumak istemedi. Oldukça geç saate kadar da dayandı. Ama sonrasında pes etti. O kadar masum, o kadar huzurlu,  o kadar mutlu ve bir o kadar tatlı uyuyordu ki ben kişisel olarak doğru yolda olduğumu hissedebiliyordum. Üzerini örtüm ve ilk bebeğimin, eşimin, yanına gittim.

13 Kasım 2012 Salı

Çocuk ve ebeveyn dostu oteller aranıyor


Bedava sirke baldan tatlı

Bir önceki yazımda hatırlarsanız bizim aile boyu bayram süresince konakladığımız tesis hakkında ilave bir yazı yazacağımdan bahsetmiştim. İşte şimdi konu ile ilgili farklı bir bakış açısından ikinci yazım.

Ben normalde büyük tesisleri pek sevmem. Bir kere her şeyden evvel varmak istediğin yere kolay varamazsın. Gitmek istediğin bir çok yer çoğu kere düşünülmeden tesislere serpiştirildiğinden bir oraya bir buraya gün boyu ya yürürsün ya da çok sınırlı golf arabalarının gelmesini beklersin. Büyük tesis yüksek kapasite hedefi de demek olduğundan yatak sayıları ile restoran masa ve iskemle sayıları birbirlerine eşit değildir. Buna ek olarak çalışan sayısı yüksek kapasite oranına göre değil belli bir ortalamaya göre istihdam edildiğinden, yüksek sezonlarda yetersiz çalışan ve daha da kötüsü yetersiz çalışanın yorgunluktan sebep asık suratlarıyla karşılaşırsınız.

Ben küçük tesisi severim. Küçük ama kaliteli ya da günün moda terimi ile boutique otelleri tercih ederim. Reklamı ile servisi yapılanlar genelde aynıdır. Çok şaşırmazsınız. Beklentileriniz genel olarak karşılanır. En azından yemek için koşuşturmak, boş masa takip etmek, bitirseler de kalksalar diye düşünmek, kalkanların hemen peşi sıra oldukça sevimsiz dağınık ve yemek artıklarıyla dolu masalara oturmak zorunda kalmazsınız. Yemekler çeşit olarak belki çok daha sınırlıdır ama sunulan her yemek de lezzetlidir buna karşılık. Bununla beraber çoğu boutique otelde çocuklar için ne bir mini kulüp ne de akşamları onlar için bir mini disko vardır. Yerleşimleri, şartları, ve sundukları da yine çocuklara yönelik değildir. Büyükler için genelde tasarlanmış otellerdir. Kısacası henüz çocuk sahibi değil iken gidilesi, tercih edilesi otellerdendir.

Çocuklu bir aile olduktan sonra zorluğunu çektiğimiz ve en azından her yaz bir kere bu zorluğu tekrar tekrar yaşadığımız bir konudur tatiller ve tatil yerleri. Tüm saydıklarım dışında her yönü ile muhteşem oteller yok mu tabii ki var ama bunlarda çoğu kere yanına bile yaklaşılmayacak pahalılıkta. Yani ya yaklaşık bir aylık kazancınızı (ki ben ortalamanın üzerinde kazanan şanslılar arasındayım) bir haftalık tatil için harcayacaksınız ya da hem tatil yapıp hem paranızla rezil olacaksınız. Bunun mutlaka bir orta yolu olmalı ve illaki vardır da ama en azından biz henüz bulamadık. İşin kötü tarafı şansımızı zorlamayı bu konuda çok tercih etmediğimizden kolay kolay da bulamayacağız. Zaten belki de bu nedenle beklenti-fiyat dengesini iyi bulduğumuz tesise son üç senedir gidiyoruz, macera aramıyoruz. Garantiye oynamak ve beklentinin belirli bir düzeyde karşılanması güzel de yine de insan daha iyiyi, daha kalitelisini ve en azından değişik, farklı bir mekanı arıyor.

Bu konaklama bir ödül olarak karşımıza çıkınca ve alternatif bir program da üretilmeyince biz de keyiflice kullanmak istedik ve otelin yolunu tuttuk. Tek hatamız bayrama denk getirmekti. Günün sonunda bence çok da iyi yapmışız düşüncem halen ağır basmakta beraber hoşuma gitmeyen bir kaç noktayı da hem kayıt altına almak ve hem de sizlerle paylaşmak adına sıralamak isterim. Önce ama olumlu bazı noktaları öne çıkarmak istiyorum.

Tesis tamam büyük bir alana kurulmuştu ama her yer çam ağaçları ile sarılıydı. Üstelik kısa bir süre önce dikilen basit çamlardan da değil. Yüksek ve oldukça görkemli enfes çamlar. Bir yerden bir yere ulaşmak çam ağaçlarından oluşmuş bir ormanda yürüyüş yapmak gibiydi ve kesinlikle keyif vericiydi. Hani bana kalsa gün boyu sürekli dolaşır dururdum. Doğal olarak misler gibi tertemiz bir havası vardı. İstanbul’da böylesi oksijeni yüksek güzel havayı artık unutmaya başladığımızdan ilk akşam oğlumun uyuması hemen sonrasında bizler de uyuyakaldık. Normalde yatağımda uzanarak kitap okumanın keyfini kolay kolay hiçbir şey ile değişmeyen ben, kitabımı bile iskemle üstünde tüneyerek balkonda okudum durdum ki bu temiz hava ile azami ilişki içerisinde olmayı sürdürebileyim.

Odamızın da son derece şık ve oldukça genişti. Mini minnacık küçük odalar insanın içini daraltır. Zaten kısıtlı tatil yapacaksınız ve zaten kısıtlı tatilinizi çoğu kere hayalinizde olmayan bir yerde yapacaksınız bir de oda dar ve hatta küçücük olacak. İşte tatili zehir eden bir durum. Neyse ki bu oda oldukça iyi idi. Belli yenilenmiş ve hatta özenilerek yenilenmiş. Geçen yazımda da bahsetmiştim tesis içinde mini bir hayvanat bahçesi bile mevcuttu. Oğlumuzla beraber sürekli hayvanların etrafında dolanıp durduk ama telaş etmeyin yemek vermedik. Bu tip tesislerin olmazsa olmazı olan mini çocuk kulübü ve akşamları mini diskosu gerek içerik, gerek ortam, gerek aktivite ve gerekse personel ve yaratıcılıkları açısından dört dörtlüktü (son zamanlarda duyduğum ve komiğime giden bir sıfatı da yeri gelmişken dört dörtlüktü yerine bu cümlede kullanmak isterim: on numara beş yıldız). Oğlum ve dolayısıyla biz oldukça keyifli dakikaları bu sayede geçirdik.

Gelelim sevimsiz yanlarına... Bir kere çok kalabalıktı. Diyeceksiniz iyi ya, otelin zaten amacı budur. Tamam buna itirazım yok ama kişi sayısına göre tasarlanmayan yemek salonlarına itirazım var. Şansa herkesin karnı erkenden acıkıyordu, yine sansa havanın soğuk olmasından sebep herkes içeride bir masada yemek yemek istiyordu ve son olarak ne şans ki biz de herkes kümesinin birer elemanıydık. İlk akşam bir gittik ki ne boş bir masa var, ne de iskemle, ara ki bulasın. Aç aç, ümitsiz gözlerle milletin bitmek bilmeyen yemek yemelerini seyredip durduk. Eşim böylesi durumlarda çabuk sinirlenir. Başladı mı ne işimiz var burada, bu tip büyük tesislere bir daha gelmeyelim (evet evet anladınız tabii, eşim büyük tesis sevmiyor diye ben de sevmiyorum. Bundan doğal ne olabilir ki), şu halimize bak (ne varmış canım halimizde demek istedim ama suratının aldığı şekilden yemedi, susmayı tercih ettim) gibisinden ve bir biri ardına susmak bilmeden söylenmeye... Akşam oturup keyiflice bir iki kadeh rakımı içip yemek yiyecektim ama tüm keyfim bir anda kaçtı. Salonun artık dışı sayılabilecek bir yerde, bir mağazanın vitrininin önünde bir masa boşaldı da yerleşebildik. Masanın bu durumu ve üstüne eşimin yaratıcı ve yıpratıcı söylenmeleri işte bir anda ortada ne çam ağacının temiz havasını bırakıyor ne mini kulüp eğlencelerini ne de diskosundaki dansları. Yemek sonrası içilen kahve ile keyifler yerine gelmeye başladıysa da ben keyifli bir akşam yemeğinden olmuş oldum.

Diğer bir önemli nokta ise tüm tasarımın büyüklere yönelik olmasıydı. İçinden nehir geçen yürüyüş yolları, camlı sehpalar, sivri ve sert kenarlı koltuklar, alabildiğine kaygan zeminler (zaten yağmur yağmış). Yahu sen büyük tesissin, senin müşterinin çoğunluğu çocuklu misafirler. Yapsana söyle hem minimalist hem de çocuk dostu tasarımlar. Ben zaten panik bir babayım, yerimde oturamadım resmen. Çok şükür ki tadımız bozulmadan evimize vardık.

İşte böyle. Bedava sirke baldan tatlı misali iki -üç günlük bir gezi iki yazıya konu olabildi işte. Aslında her zaman dediğim gibi önemli olan hiçbir zaman tatil olmadı, asıl hedef anı kesemize bir kaç güzel anı daha koyabilmek. Ne mutlu bize ki biz kendi adımıza bu tatilde bunu başardık. Değişik oyunlar keşfedip, değişik anıları paylaştık. Daha nicelerine İnşallah.




9 Kasım 2012 Cuma




SAYGIYLA VE ÖZLEMLE ANIYORUZ...
Güzel Ülkem! Atatürk'ü Tanrı'ya borçlusun ve geriye kalan her şeyi de Atatürk'e !

5 Kasım 2012 Pazartesi

Fırtına öncesi sessizlik


Hani derler ya fırtına öncesi sessizlik diye, işte içinde yaşadığımız dönem tam da bu lafa uygun düşmekte. Kırılma noktası ise yani fırtınanın kopma noktası ise 6 Kasım tarihi yani hepi topu bir gün sonrası ve tabii devam eden günler. ABD seçimleri sonrasında bir çok şeyin değişmeye başlayacağı kanısındayım, özellikle de finansal açıdan. Konu hakkında bir kaç görüşümü seçim öncesinde yazıya dökmek istedim. Umarım ilginiz çeker.

Öncelikle şunu belirtmem lazım ki içinde yaşadığımız ve her şeyin süt liman olduğu dönem bence spekülatif bir dönem. Farkındaysanız başta Birleşik Devletler ve Çin olmak üzere tüm ekonomik veriler bu sıralarda olumlu gözükmekte. Yeni dünyada mesela işsizlik nasıl olduysa azalmaya başlamış durumda. Doğunun korkulu ve gizemli ülkesinde ise üretim hacmi artmaya başlamış durumda. Bir tarafta anlı şanlı baş tüketici ve ithalatçı kovboylar, beri yanda baş üretici ve ihracatçı çekik gözler. Çekiklerde 10 yılda bir yapılan polit büro seçimleri yine bu sıralarda. Kovboylar zaten baş kovboyu 6 Kasım’da seçiyorlar. Ne şans değil mi? Dolayısıyla bu ülkelerde ortaya çıkan(çıkarılan) tüm ekonomik verileri bu açıdan değerlendirme fayda var diye düşünüyorum. Romney eğer başa gelirse savaş kaçınılmaz gibi. Kendisine verilen görev saldırganlık ve eminim düşünmeden yapacaktır da. Bundan çekinen Avrupa doğal olarak mevcut kovboyu desteklemekte ve ona destek amacıyla borç krizi ile ilgili kritik kararları sürekli olarak ertelemekte. Yunanistan, İspanya, İrlanda ve Portekiz kuzu kuzu kaderlerini beklemekte. Tüm kararlar seçim sonrasında ertelenmiş gibi görünüyor. 

Mevcut baş kovboy görevinde kalırsa ekonomik yönden büyük bir değişiklik olmaz zira zaten Cumhuriyetçi kovboylar tarafından atanmış Fed başkanı ile zaten mevcut Demokrat kovboy gayet uyumlu çalışmaktalar. Yani kim gelirse gelsin ekonomi değişmeyecektir ama dış politikaları muhtemelen 180 derece değişecektir. Demokrat kovboy başa geldiğinde en büyük görevlerinden biri kovboylar için yapılan aleyhtarlığı azaltmaktı.Bu yönde şartların da zorlamasıyla düşünün ki kovboylar yanlısı laik ve otoriter rejimlerin yerine İslamcı hükümetlerin geçilmesine izin bile verilmişti. Sonra sanırım bazı şeyler değişti şimdi yine eski cumhuriyetçi dış politikalarına geri dönüyorlar gibi. Son olarak Suriye’de yaşananlar bunun göstergesi gibi. Yani aslında demokrat kovboyun politikası artık rafa kalktı. Peki üstü çiz,len kovboy yerine cumhuriyetçi kovboy gelebilir mi? Hem ever hem de hayır. %47 & %46 fark o kadar az ki her şey olabilir. Düşünün ki Gore fazla oy almış olmasına rağmen seçilememişti. Kısacası birileri tarafından kim isteniyorsa o seçilecek gibi görünüyor. Petrolleri ellerinde tutmak için bir savaş gerekiyor, buna en uygun aday demokrat aday gibi görünmekte ama nasıl mevcut kovboy halen iş başındayken politika değişikliğine gidebildilerse yine seçilmesi sağlanıp ve yine istedikleri politika sağlanabilir. Yani aslında anlayacağımız yoktur birbirlerinden farkları. Belki söylenebilecek tek fark cumhuriyetçi gelirse strateji çok daha saldırganca olabilir.

Fırtına bir kere koptuktan sonra geri dönüş yok. Dünyada sıcak çatışmalar muhtemeldir ki artacak. Buna bağlı olarak da sıcak para bağımlısı bizimkisi gibi ekonomiler olumsuz yönde etkilenebilecekler. Bölgemizde hem savaş riski var gibi görünüyor ve bu durumda hem de ekonomik olarak bir daralma. Döviz yönünden bu durumda doğaldır ki bir sıkıntı yaşayabiliriz. Tüm bunlara 6 Kasım özel seçim programı nedeniyle sürekli ertelenen Avrupa borç krizini de eklersek tam bir cümbüşün hem bizi hem de tüm dünyayı beklediğini söyleyebiliriz. Ne diyelim dilerim yanılıyorumdur. Siz yine de harcamalarınıza dikkat edip, döviz cinsinden borçlanmayın derim.