Bu Blogda Ara

19 Nisan 2012 Perşembe

Korkudan Özgüvene..


Bol maceralı ve eğlenceli bir yolculuk

Masum değiliz hiç birimiz adlı yazımda oğlumuz ile ilgili yeni bir duygudan, korkudan bahsetmiştim. İlgili yazımı eşime ilk gösterdiğim zaman, kendisi büyük bir ciddiyetle okuduktan sonra ilk yaptığı yorumu bugün çok net hatırlıyorum: “Korku ile ilgili bölümden çok az bahsetmişsin. Oysaki eminim bir çok kişi bu duygu ile yüzleşmek zorunda kalıyor”.  Bizim için oldukça yeni olan bu kavram üzerinde hemen hemen hiç durmadığımı ve konu hakkında çok daha açıklayıcı bir yazı yazabileceğimi de ekleyince benim için bu yazıyı kaleme almak daha o günden belli olmuştu aslında.

Hatırlayabileceğiniz üzere Masum değiliz hiç birimiz adlı yazımda hayatımın belli bir döneminde hem de oldukça yoğun ve inatçı bir şekilde başımıza gelen her şeyi ve her konuyu sevgi ile çözebileceğime inanıyor olduğumu yazmıştım. Söz konusu yine o dönemde içgüdülerime, kitaplardan çok daha fazla inanıyor olduğumu da ayrıca belirtmiştim. Bu dönem büyük bir hızla duvara toslamamla bir son buldu. Çuvallamam ve silkinip çocuk eğitimi hakkında verilen kitapları okumaya başlamam korkunun hayatımıza girmesiyle olmuştur. Oğlum bir anda koltuktan, perdeye, yastıktan, karanlığa ve bunun gibi mantıklı ve mantıksız bir çok şeyden korkmaya başlamış ve ben de kendime ve içgüdülerime aşırı güvenimden ve tabii ki cahilliğimden yapılmaması gerekli her şeyi yapmıştım hemen sonrasında. Neyse ki emniyet sübabımız olan eşim yanımızdaydı. İşte o dönemlerden öğrendiğim bir kaç şeyi sizlerle paylaşmak isterim.

Öncelikle en temelden yani tanımlamadan başlayalım. Korku aslında en yalın anlamda, tehlike düşüncesinin neden olduğu basit ve bir o kadar doğal bir duygusal tepkidir. Beklenmedik ve ani bir şekilde ortaya çıkar. Çevre koşulları, korkuya neden olan sebebin şiddeti, edindiğimiz deneyimler ve duyup, izleyip, okuyup öğrendiğimiz bilgiler hep korkuya neden olabilecek parametrelerdendir.

Çocuk için yeni olan ve bilinmeyen her şey korku verir. Korkması için illa duymasına, görmesine ya da hissetmesine de gerek yoktur; gelişmekte olan hayal gücü sayesinde hayal edilen şeyler de korku kaynağı olmaya başlayabilirler. İşin şaşırtıcı yanı korkunun gelişimin normal bir parçası, büyümenin de sağlıklı bir yönü olarak kabul edilmesidir.

Hep denge ve uyum derim ya, korku işte çevremizle bu uyumu sağlamakta. Adeta bir köprü vazifesi görmekte. Önemli olan nokta, korkuyu ortaya çıkaran tehlikelerden kaçınmayı başararak, korkunun neden olduğu sıkıntılarla baş etmeyi öğrenebilmektir ki bu genel kural yalnızca çocuklarımız için değil hepimiz için geçerlidir. Başka bir ifadeyle korku belirli sınırlar arasında kalmak şartıyla çocuklarımız gelişimleri için doğal ve bir kadar da sağlıklı bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Fazlası çok doğaldır ki zararlıdır. Yoğun ve sürekli olması durumunda, çocuklarımızın hayat kalitesini olumsuz yönde etkileyecektir. Böylesi durumlarda korkunun nedenlerini saptamak ve gereken önlemleri almak bizlerin en önemli görevleri arasındadır.

İki yaşına kadar en sık rastlanan korku anne ve babadan ya da bakımını yapan kişilerden ayrılmaktır. Bunu tanımadığı kişilerin sesleri, düşmek, hayvanlar ve böcekler takip eder. İki yaşından okula başlayana kadar başka bir takım korkularda hayatına girebilir çocuklarımızın. Mesela meşhur canavarlar, hayaletler, karanlık, kaybolma ve/veya elektrik süpürgesi ya da gök gürültüsü gibi yüksek sesler. Aslında bunlar doğal olmayan doğal korkulardır hep. Çocuk kendisine ya da yakınlarına bir şey olacağından korkar sonuçta. Dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı kendini bunlarla baş etmek için yeterli görmemesi ile ilgilidir hep. Ne kadar da insanca değil mi aslında? Benim en içimi acıtan korkulardan biri olan anne-babanın ayrılması veya anne-babadan birini kaybetme korkusu da yine bu dönemin korkuları arasında kabul edilmektedir. Bizimkinin favori korkularından perde, yastık ve koltuk korkuları literatüre bile giremeyecek absürtlükte olduğu umarım dikkatlerden kaçmamıştır. Okul dönemi korkuları ise zaten erişkin korkuları ile genelde aynı. Utanma ya da utandırılma, küçük düşürülme, yangın, hırsız ve diğer kötü adamlardan korkma veya toplum tarafından red edilme korkuları bu ve sonraki dönemlerin değişmeyen ve her daim bir şekilde devam eden korkularından. 
Çocuklar, korkunun yoğunluğuna ve yaşlarına bağlı olarak annesine de sarılabilir, korkusunu kelimelerle ifade de edebilir, iştahsızlık, uykusuzluk, inatçılık, içe kapanma vb. davranışların arkasına saklanarak bizlere anlatmaya da çalışabilir, yüz sararması, mide kasılması, kusma ya da konuşurken kekelemeye başlama gibi dışa da vurabilirler. Bir de örnek alınan korkular vardır. Bakıcı ablası köpekten korkuyor diye köpekten korkması ya da babasının yükseklik korkusu var diye kendisinde de olduğuna inanması gibi. Ben mesela babasının yükseklik korkusunu kendisine korku edinmiş kişilerdenim. Belki babam da dedemin korkusunu almıştır, bilemiyorum.

Çocuklarımızda korkunun anormal boyutlara yükselip hayatlarını olumsuz yönde etkilememesi için biz anne babalara düşen bazı noktalar bulunmakta. Bunlara geçmeden korkudan bağımsız bazı genel kurallar doğru uyguladığımızdan emin olmalıyız. Her şeyi ve her konuyu sevgi ile çözebileceğime inanıyorum demiştim hatırlarsanız. Aslında çocuklarımızla olan ilişkilerimizde sevgi ve güven duygusunun hissedildiği bir ortamın  yaratılması bizim en öncelikli işimiz, görevimiz ve sorumluluğumuz olmalı. Kaygı dolu düşünceler, tutum ve davranışlar yerine nasıl davranacağımızı bilmeliyiz. Onları iyi gözlemlemeli ve çok iyi tanımalıyız. Her zaman iletişim içerisinde olmalı, onları dinlemeli, teşvik etmeli ve ödüllendirmeliyiz. Makro düzeyden mikro düzeye, sistemsel anlayıştan daha parçacı bir anlayışa geçecek olursak, korku ile ilgili bizlere düşen görevler nelerdir? Gelin beraber incelemeye başlayalım.

Atılması gereken ilk adım korkuyu kabul etme ve ciddiye alma olmalıdır. Görmezden gelme ya da yok sayma devekuşunun kafasını kuma gömmesi gibi olacaktır. Korkuyu anlamaya çalışmalı, küçümsememeli ve her daim çocuğumuzun yanında olduğumuzu hissettirmeliyiz. Genelde korkuyu hafifletmek amacıyla söylenen "Erkek adam hiç korkar mı?", "Sen artık kocaman oldun", “Bunda korkacak ne var? bebek misin” gibi sözler korkuyu hafifletmez bilakis besler. Daha da kötüsü korkusunun küçümsenmesi, çocuğun korkusunu yok etmediği gibi anne ve babasına olan güvenini de yitirmesine neden olabilmekte. Uzak durmak gerekir diye düşünüyorum. Çivi çiviyi söker mi hiç bilemiyorum hiç denemedim ama bu mantıkla da hareket edilmemelidir. Korku bastırılmamalı, bilakis nedenleriyle, niçinleriyle iyice masaya yatırılmalıdır.
İkinci adım ise konuşmaya hazır oldukları zaman, korkusunu tarif etmesini isteyin ve bu konuda onunla konuşun. Bu arada ne fazla tepki verin ne de umursamaz olun. Kimi korkular uzun kimileri ise kısa sürebilir. Her daim sonuna kadar sabırlı ve duyarlı olmalıyız. Sonuna kadar korkularının nedenlerini bulmaya çalışmalıyız. Sonrasında yavaş yavaş adımlar atarak korktuğu şeye karşı alıştırmalıyız. Köpek korkusu varsa, köpekle ilgili hikayeler okunması sonra bir köpek yavrusu ile bir araya getirilmesi gibi ya da denizden korkan çocuğun uzaktan denizi ve deniz kenarında oynayan çocukları seyretmesi sonrasında deniz kenarında oynamaya başlatılması gibi.

Korktuğu zamanlarda onu kucaklayın ve benim korksun korkmasın bol bol yaptığım gibi bol bol öpün. Durumu anlatın, sakinleştirmeye çalışın. Baktınız olmuyor bir oyun bulup dikkatini başka yere çekin. Her durumda kendine olan güvenini arttıracak bir şeyler bulmaya çalışın.  “İşte bana bu konuda yardımcı olabilecek tek kişi” gibisinden cümlelerle onu cesaretlendirin.

Aşırı korumacı bir baba olarak doğru yapmadığımı (yapamadığımı) biliyorum. Ama siz siz olun aşırı korumacı olup, çocuğunuzu her şeyden korkar hale getirmeyin. Herkesin evinde benim eşim gibi beni dengeleyici biri olmayabilir. "Aman düşersin!", "Sen tek başına oraya çıkamazsın" gibi sözlerle onu gereksiz yere korkutmayın, cesaretini kırmayın. Buna karşılık korktuğu şeyi yapması için onu zorlamayın da.

Korku bir disiplin aracı değildir ve asla ve asla da olmamalıdır. “Yemeğini hemen ye yoksa köpek gelir ve sana kızar” ya da “hemen uyu ki hayalet buraya gelmesin” gibi saçma sapan ve cehalet ürünü tehditlerden ve korkutmalardan aman uzak durun. Bırakın uyumasınlar ya da yemeklerini bitirmesinler hatta o öğün hiç yemesinler, inanın  çok daha iyi.

Çocuğunuzun korkuları günlük yaşamını olumsuz yönde etkilemeye başladıysa,  yaşına ve gelişim düzeyine uygun olmayan korkuları var ise, tüm çabalarınıza rağmen rahatlamıyor ve dikkatini korkusundan başka bir şeye çekemiyorsanız zaman kaybetmeden bir uzmana başvurmanızda fayda olacaktır.

Kendi başına bir şeyler başarabilen,  bir durumu kontrol edebilen, değişim sağlayabilen, çocuk hem sevinir ve hem de kendi yeteneklerine, güçlerine inanmaya başlar. Bu inanç özgüven başlangıcıdır. Korku belirli seviyeler arasında kalmak şartıyla yararlıdır. Hayat ile bağı, çevresi ile uyumu için gereklidir. Birçok tehlikeden kendisini korumasını sağlar. Fazlası ise yarardan çok zarardır. Bizlere düşen çocuklarımızın korkularıyla başa çıkmasını sağlayıp bu sayede özgüvenlerinin ve kişiliklerinin gelişmesinin önünü açmak, bunlara imkan vermektir. Olumsuzluk çağrıştıran bu durumdan çocuklarımız için fırsat yaratabilmektir. Bizler hepimiz büyük dönüşümler hedefleyen birer simyacıyız aslında ve tek yapmamız gereken onları izlemek ve gereken adımları öğrenip zamanında atmak. Bu çok dikkat isteyen heyecanı ve eğlencesi bol yolculukta herkese gönülden başarılar dilerim ...

5 Nisan 2012 Perşembe

İsim gürültüden başka bir şey değildir:


Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir…

Şu an okumakta olduğunuz yazı sizlerle bu platformda beraber olma şerefine eriştiğim seksen üçüncü yazım. Bir yedi adet yazı da blogcuanne için yazmışım. Başka bir ifadeyle bu sizlerle paylaştığım doksanıncı yazım. Umarım benim aldığım keyfi siz de alıyorsunuzdur. Yazmak daha önceden de ifade etmeye çalıştığım üzere hep yapmak istediğim bir şeydi ve sonunda blog tutmak suretiyle bu hobime bir nevi balıklama dalmış oldum. İlk dönemlerde blog tutmak benim için günlük tutmak gibiydi. İlgimi çeken her konuda yazıyor ve yorum gelip gelmemesini hiç önemsemiyordum.

Sonra bir akşam eşim bana bir tweet gösterdi. Tweet, BlogcuAnne’den gelmekteydi. Kendisini ve blogunu muhtemelen hepiniz biliyorsunuzdur. “Babalara Açık Mektup” isimli bir yazı ile tüm babalara seslenip kendisine gönderilen yazılara blogunda yer vereceğini yazıyordu. Çağrısına kayıtsız kalmayarak sizlerle daha öncesinde paylaşmış olduğum “Ba”dan “Baba”ya yazımı kendisine gönderdim. Ne mutlu bana ki yazı beğenildi. Bugün artık söz konusu platformda bazen haftada bir bazen ise 15 günde bir yazı yazma mutluluk ve ayrıcalığını yaşıyorum. Yoğun yorum trafiği ile tanışmamda bu platformda oldu. Ortada yadsınamaz bir gerçek var ki yorumlar insanı yazmaya zorlayan itici birer güç gibiler. Varlıklarına insan çabuk ve kolay alışıyor.
Yazmış olduğum yazılar sonrasında yapılmış olan yorumlarda, eşimin ne kadar şanslı olduğu hep yazılmaktaydı. Haklıydılar da. Yalan değil, kendisi gerçekten de şanlıdır. Ama bu ona özellikle göklerden verilmiş bir hediye ya da doğuştan sahip olduğu bir özellik değildir. Şanslıdır çünkü kendi şansını hep kendi yaratmıştır.

Şu an okumakta olduğunuz doksanıncı yazım eşimin şanslı olmasına ilişkin olarak kaleme alınmıştır. Bu bir kıskançlık yazısı değildir, daha çok bir imrenme, bir takdir etme, bir methiyedir.  Size gerek iş ve gerekse özel hayatında bu saptamamı kanıtlayacak birçok örnek verebilirim ama ben müsaadenizle benimle ilgili olanlarını sizlere sunmak istiyorum.

Dile kolay günümüzden yüzlerce yıl önce, Descartes, Montesquieu, Rousseau, Diderot ve daha niceleri gibi kol kola girip, omuz omuza yürüyüp, düşünce ve ifade özgürlüğü için savaşan ve Fransız halkının evrim geçirip aydınlanmasını sağlayan düşünce adamlarından bir tanesi de Voltaire’di. Bu büyük düşün adamının, muhterem zatın, değerli şahsiyetin, kendisi gibi meşhur bir de ünlü sözü vardır: “Senin düşüncelerine katılmıyorum ama düşüncelerini özgürce ifade edebilmen için hayatımı bile verebilirim…”

Eşimin benimle ilgili ve dolayısıyla beni tanıdıktan sonraki hayatı ile ilgili şansı işte tam bu noktada başlar. Ben özgürlüğün tüm alanlarda olması gerektiğine inanan bir insanım ve haddim olmayarak Voltaire’in bu düşüncesine tüm benliğimle katılırım. Bu katılım çok zor fark edilen bir karakter özelliği değildir. Birçok kişi benimle daha ilk konuşmasından itibaren bu özeliğimi kolayca gözlemleyebilir. Eşim çok akıllı biridir. İlk tanışmamızla beraber beni hemen çözmesi ve bu özelliğimi kendi çıkarları için kullanması onun kendi şansını yine kendisinin yaratmasının en önemli örneğidir.

Genelde ben yaptım ne de güzel oldu tadında bir davranış paterni gösterir. Zaman zaman protesto tadında tartışma ve kavgalar çıkarıyor olsam da bu pek uzun sürmez. Benim protestolarım, genelde Fransız Meclisinin, tarihçilerin işini ben de yapabilirim yaklaşımında bulunup, meclis çatısı altında subjektif bir tarih oylayıp, utanmadan bir de bunu kabul etmeleri sonrasındaki Fransız mallarına gösterdiğimiz boykot kadardır. Ver misketlerimi ben artık seninle oynamıyorum da demek bu yaştan sonra bana yakışmayacağından şanslı olmasını bir yerde teyit eder bir hayat sürmekteyim. Pişman mıyım? Tabii ki hayır. Herkes kendi tercihlerini yaşar.

Eşimle eğer kendisi yemek sonrası hemen kurulduğu koltukta uyuya kalmazsa ki genelde hep kalır hemen hemen hep aynı saatlerde yatarız. Ne ben onsuz yatağa gitmeyi tercih ederim ne de o bensiz. Eşim uykuyu sever, düzeltiyorum çok sever ve uykusu ağırdır ya da ağırmış gibi davranır. Kullandığım ya da kelimesi emzirme dönemi öncesi ve sonrasında ki hem de çok ani davranış değişimlerinden kaynaklanmakta. Oğlumu emzirdiği dönemlerde gık demesiyle uyanan sevgili eşim öncesindeki dönemlerde yanında davul çalınsa uyanmazdı. Şimdilerde de eski günlerine dönme konusunda oldukça inatçı ve bir o kadar azimli bir portre çizmekte. Çok yakında eski parlak günlerine geçeceğine ilişkin hiçbir şüphem ise bulunmamakta.

Dedim ya eşimle genelde aynı saatte yatarız. Gece boyunca oğlumun tüm çağrılarına sanki eşimle aramda gizli bir anlaşma varmış gibi hep ben cevap veririm. Bir kere de sevgili eşim sen dur ben bakarım desin tarzında durumlar katiyen ve külliyen yaşanmaz bizim evimizde. Bu değerli görevin her daim ben de kalması ve ona asla geçmemesi adına uyanık bile olsa sessizliğini korur kendi köşesinde.

Çağrılar dışında oğlumun üstünü örtme işi de yine benim omuzlarımdadır. Bazı geceler hani öyle denk gelir ki uyuduğum saatlerin toplamı tek bir elin parmaklarını bile geçmez. Sabahları ise daha hava bile aydınlanmadan oğlum soluğu yanımızda alır. Uykusuzluğun vermiş olduğu saflık ile havanın hala karanlık olduğunu söylerim. Saniyesinde sanki bu soruyu hazır bekliyormuş gibi havanın aranlık olmaya başladığı cevabını verir. Aranlık oğlumun dilinde aydınlık demektir. Ne oğlum ne de ben eşimin rahatını bozup, sıcak yatağından kalkmasını beklemeyiz. Onun zaten yatmaya devam edeceğini çok iyi biliriz. Kayahan’ın “Ben nerede yanlış yaptım?” şarkısı dilimde bana bakan oğluma hırkasını giydirmek için yataktan kalkarım.

Diğer taraftan, böylesi bir düzeni sağlama başarısını gösteren eşim tüm dikkatleri  üzerine toplamıyor mu? Gelin yaşananları ağır çekim olarak ve kademe kademe tekrar gözden geçirelim: Aynı saatte yat, geceyi sürekli uyanarak geçir, sabah gün ışımadan kalkıp güne başla, beri tarafta eşin uyumasına istifini bile bozmaya gerek duymadan devam etsin ve dahası bunu tüm ev ahalisi normal kabul etsin. Sizce de gerçekten tebrikleri ve takdirleri hak etmiyor mu?

Cuma akşamları her bir demokrat babanın yapacağı üzere “bugün ne yapmak istersiniz? Nereye gidelim?” diye sorarım aile meclisine. Eşim ne onsuz program bile yapamadığımdan başlar, tüm sorumluluğun onda olmasının ne kadar yorucu ve yıpratıcı bir olay olduğu ile bitirir. Oğlum ise her daim, içindeki oyuncak ve çocuk dükkânlarından, bisiklet sürülebiliyor olmasından, büyük ve kalabalık olmasından kendisinin bir numaralı yeri olan ve dur-geç diye okunup İstinye Park diye yazılan alışveriş merkezini tercih eder. Benim tercihim ve söz hakkım olmamakla birlikte oğlum gibi, oradan oraya savrulmamak ve karnımızı doyuracak yerlerin bol olması sebebiyle İstinye Parkına gitmeyi isterim genelde.

Eşim hep hareketli programları tercih eder. Oğlum dur-geç derken ve ben oğlumu desteklerken, eşim Emirgan’da kahvaltı der, Sabancı Müzesi der, Pera Müzesi der, ya da bilumum diğer müze isimlerini sayar da sayar. Polonezköy yürüyüş der, hızını alamaz yemek de yeriz der. Hani bıraksak piknik de yaparız diyecek türden anlayacağınız. Yürüyüş de yapmak ister, bowling de oynamak.

Genelde hep dışarıda kahvaltı edilir ve güzelce yürüyüşler yapılır bizlere inat. Bazen bir daha ittifak içerisinde olmayalım diye modası geçmiş alışveriş merkezleri dahi seçilir İstinye Park yerine. Eşim şanslıdır. Şanslı olması benim demokrat kişilik ve yönetim tercihimin, sahip olduğu ve uyguladığı faşist bir kişilik ve yönetim ile eziliyor olmasıdır.
İsveç bir kraliyettir ve resmi ülke ismi İsveç Krallığıdır. Birleşik Krallık, Büyük Britanya ise İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda'dan oluşur. İran ise bir cumhuriyettir ve resmi ismi İran İslam Cumhuriyetidir aynı Sudan’nın, Sudan Cumhuriyeti olduğu gibi. Cumhuriyet rejimi olan bir ülkede mi yaşamayı tercih ederdiniz yoksa bir kraliyette mi?
Johann Wolfgang von Goethe yani nam-ı diyar Goethe’nin çok sevdiğim bir şiirini sizlerle paylaşmak isterim:

"Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun,
O görünmez nesneyle doldur. 
Yüreğin mutluluktan dolup taşınca,
Ona istediğin adı ver;
Mutluluk, Sevgi, Gönül, Işık, Tanrı…
İsim gürültüden başka bir şey değildir.
Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir…"
Bizim minik ama müthiş ailemizin demokratik tercihidir eşimin uyguladığı faşist rejim. Onun bizlere sahip olması nasıl ki en büyük şansı ise; bizim ona sahip olmamız da en büyük mutluluğumuz ve ayrıcalığımızdır. 
Biricik diktatörümüzün şansının hep açık olması ve rejimin hep aydınlık olması dileklerimizle…