Bu Blogda Ara

21 Ocak 2014 Salı

Mesele ezik olabilmek değil, ezik kalabilmek

Tamı tamına 63 yıl 7 ay. O dönemlerde bu kadar yaşamak bile büyük bir olay iken Viktorya adında bir kraliçe bu süre boyunca, öldüğü 1901 yılına kadar Britanya imparatorluğunu yönetmiştir. Olumlu ve olumsuz bir çok şeye imza atarak bir döneme kendi adını verdirmeyi başarmıştır. Mesela yönettiği dönemde İngiltere zamanının Birleşik Devletleridir. Zengindir, sömürgeleri vardır, sanayi devrimi başlamıştır. Sanat ve bilimde de almış başını gitmiştir. Robert Browning, Charles Darwin, Charles Dickens, Rudyard Kipling, John Stuart Mill, Robert Louis Stevenson, Arthur Conan Doyle,  Oscar Wilde hep bu dönemde yaşamıştır. Diğer taraftan muhafazakârlık ve şeklî ahlâk konusunda gösterdiği titizlik ile de önemli izler bırakmıştır. Gerçek olan şu ki, kendisi de bir kadın olan kraliçe Viktorya döneminde kadınlar, (anne dahi olsalar) daima birer potansiyel günah kaynakları olarak görülmüşler ve bu yüzden de sürekli aşağılanmaya ve ikinci sınıf insanlar olarak yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Evet İngiliz sanayi devriminin altın çağıdır ama fahişelik ve çocuk işçi çalıştırma da en fazla bu dönemde görülmüştür. Baskıcı ahlak kuralları, toplumsal hayattaki sıkı disiplin, cinsel doyum arayışı ama evliliğe üstün bir saygınlık atfetme, cinselliğe karşı istemem ama yan cebime koy sahtekarlığı hep bu dönemin ürünleridir. O kadar ki Lewis Carroll'ın Alice Harikalar Diyarı - fantastik bir çocuk masalı gibi görünse de - insana ve özellikle de çocuklara nefes aldırmayan İngiliz disiplinini için kaleme alınmıştır.

Tüm bu girişin nedeni ne miydi? Günümüzde sanki Viktoryen bir iklimde ve çağda yaşıyormuşuz gibi duygu ve hissettiklerimizde bir bastırılmışlık hakim. İşte bastırılmışlığın ne kadar büyük olduğunu anlatabilmek içindi ilk paragrafın tamamı. İnsan o devirlerin çoktan geride kaldığını düşünürken ama bu ama şu sebepten ve bazen aynı bazen de farklı faklı konular için benzer bastırılmışlık duygusunu hissedebiliyor tüm hücrelerinde ve oldukça yoğun bir şekilde. Bugün bunların en önde gidenlerinden biri de duygu ve hissettiklerimizdeki bastırılmışlık. Nedeni ise deli saçması bir özentilik durumu. Cool olma isteği efendim. Cool olmak çok önemli çünkü aksi olunma durumu oldukça istenmeyen, oldukça kötü bir durum: Ezik olmak.

Cool olamayan ezik oluyor, looser oluyor ya da kadınlar için kezban oluyor. Oysaki bu çekici gibi görünen sıfata odaklananlar bilmiyorlar ki ezik olan duyguları olan, merhamet gösteren, ağlayabilen, ihtiyaçları olan, ve bunu dile getire(bile)n, üzülebilen, çaresizlik gösteren, beklentileri olan, bazen başaran, bazen başaramayan, bazen incinen, bazen düşen, kırılan, kişi aslında, yani insanın ta kendisi. Övünmek gibi olmasın ama ben eziklerin önde gidenlerinden biriyim mesela ve hep öyle kalmak isteğinde olan biriyim. Yanlış bilinenin tersine ezik olan, ezilen, aptal olan, ilişki kuramayan değildir. Bilakis ilişkinin en kralını kurabilendir. Buna rağmen günümüzde ezik olmak bir eksiklik olarak görünmekte. Tam bir ikilem aslında.

İnsanlar robot değillerdir, en cool olanlar bile. Duygu, düşünce ve tepkileri vardır. Her yerde, her ortam da, bu duyguları aslında yaşıyorlar ama robot bir dış görünüş ile, taktıkları maskeler ve çevrelerine kurdukları bence kağıttan kalelerle bu duyguları yansıtmıyorlar. Kendi kalelerinin için de kim bilir ne acılar çekiyorlar. Mutluluğu ve mutsuzluğu, neşeyi ve acıyı, güzeli ve çirkini, başarı ve başarısızlığı paylaşmak da ezikliktir ve ne de güzeldir oysa. Nasıl ki paylaştıkça çoğalırsa sevgiler, yine paylaştıkça azalır acılar. Paylaşılmaması, gösterilmemesi gerekli olan en önemli duygu da aşk olmuş.

Bir zamanlar cinsellikten korkulurdu şimdi ise korkulan aşk olmuş. Belki de bu nedenle zaten cool’lardan uzak ve eziklerin yanında olmayı tercih etmiş. Aşk bir ihtiyaçtır, eksikliktir, şanstır, mutluluktur, duadır, şükretmektir. Ve aşk her zaman diğer bir teni ister. Dokunmak, hissetmek ve olabiliyorsa bir olmak ister. Bir robotu, metalik bir yüzeyi, duygusuz bir mekanizmayı istemez. Giyilen bir zırh, takılan bir maske, inşa edilen bir kale varsa, aşk yoktur. Aşk kaptırmaktır, düşmektir, hem yenilmektir ve hem de zaferlerin en büyüğüdür. Aşk kaybetmeyi düşünmeden yapılan bir eylemdir. Suya atlamak gibidir, geri dönüşü olmayan bir yola girmek, düşünmemektir ve unutulmamalıdır ki ancak ölümlüler aşık olabilirler. Kaybetme riski, endişesi, korkusu yoksa aşk da yoktur ama işte sen riski, endişeyi, korkuyu düşünmezsin, düşünemezsin, hissetmezsin aşık olurken.  Ne demek mi istiyorum? Kafanız mı karıştı? Size garip hatta ters mi geldi? Açıklayayım efendim.

Biliyorum çok klişe bir laftır ama (hangi araştırma, kim yapmış, neden yapmış, ne zaman yapmış) yapılan araştırmalar sonucunda %80’den fazla insanın ölümü pek düşünmeden yaşadığı ortaya çıkmıştır. Belki de mutlu olmak, kafayı sıyırmamak, için gerekli olan bir kodları mıdır bilemiyorum. İşte bu sözde ölümsüz olma durumu ya da ölümü aklına bile getirmeden yaşama durumu aşkı öldüren bir olguymuş. Eros kaybetme ihtimali olmadan harekete geçmezmiş. Düşünün ya da hayal edin, size hiç ölmeyeceğiniz söylendi. O noktadan sonra artık ne kitap okursunuz, ne yazı yazarsınız. Nasılsa bir ara yaparsınız çünkü artık. Zaman kısıtınız kalmamıştır. Tüm zamanlar artık size aittir ve tahmin ettiğinizden bile hatta ondan bile çoktur yaşayacağınız günler ve yıllar. Hayata dair bir coşkunuz kalmadığı gibi onları kaybetmeye ilişkin bir endişeniz de kalmaz. Hoş hayatın tanımını bir başka olasılığın her zaman için olası olma durumudur diye yapacak olursak belki de hayata karşı coşkunuz yine geri gelebilir bilemiyorum. Aslını isterseniz ölümün kendisinden başka kesin bir gerçek yoktur elimizde yani bir başka olasılığın artık olası olmadığı durumu belki de sahip olduğumuz yegane gerçek olarak görmeliyiz. Diyeceğim o ki bir gün öleceğiz. Ertelediğimiz, zaten her an yapabiliriz diye ötelediğimiz ve yapmadığımız, hep birer set çektiğimiz dürtülerimiz, hem hayatın coşkusunu yok etmekte ve hem de aşkı öldürmekte. Siz siz olun üst benliğinize bu kadar kulak asmayın. İçinizdeki çocuğu da zaman zaman dinleyin.

Diğer çok önemli bir konu ise tercihlerimiz. Ne zaman ki tercihlerimiz artık birer zorunluluk haline dönüşür, işte o zaman bulunduğunuz yer artık sizin tabutunuz olmuş olur. Ne aşk kalır, ne mutluluk. Bir yastıkta kocayacaksınız diye duymak ve tercihinizin bir zorunluluğa dönüşmesi ile seni o kadar seviyorum ki dilerim seninle bir yastıkta kocarım düşüncesi ile tercihimizin ortaya konması evliliklerin neden mutlu ya da boşanmaların neden bu kadar çabuk oluyor olmasının cevabı oluyor aslında. Zorunda olduğunuz için değil tercih etmeye devam ettiğiniz için evli kalmalısınız. Balayı sonrası yada çocuk sonrası evliliklerin irtifa kaybetmesi işte olasılığın artık tükenmiş olarak görülmesi ve tercihin yerini zorunluluğa bırakmış olması durumudur. Artık ben hep onunlayım! Mecbur olduğun için değil, gidebilme özgürlüğün olmasına rağmen, her sabah onunla uyanmayı seçtiğin, onca insan arasından her akşam yine onunla olmayı tercih ettiğin için onunlasın. Özgürlüğün hep var ama seçimin onunla olmak. Bunu hissetmiyorsan kardeşim, mutsuz olursun. Tabutun içine girip ölüm anksiyetesini yaşamaya başladıktan sonra karşındakini çekici de bulamazsın üstelik. Asla değişiklik olmayacak ve ben hayatımı hep onunla geçireceğim bir tercihten çok zorunluluk olur ise mutsuzluk kaçınılmazdır.

Annem ne der, babam ne der, etraf ne der, sosyal olarak ne kaybederim, çocuğum var onu düşünmeliyim gibi şeylerin ardına saklanırsınız. Aslında sandığımızın ve hissettiğimizin tersine kapı kilitli değil ama kilidi oraya biz takıyoruz, ya da belki daha doğru ifadeyle kilitli olmayan kapıyı kilitli sanıyoruz. Endişelerimizden, korkularımızdan ve belki de suçluluk hissimizden (ben nasıl böyle düşünebilirim gibisinden) kıpırdayamaz ve çoğu kere de karşımızdan bir hareket bekler duruma geliyoruz.

Diğer taraftan, başka bir nokta da (bakın konuyu nasıl pijamaya getiriyorum) eşimizin de bir çok olasılık ve seçenek arasından bizi seçmiş olmasıdır. Ama bu seçime inat eve gittiğimizde hımbıllaşıp, pijamaları giyip sıkıcı ve sıradan bir hayat yaşamayı alışkanlık haline getirirsek işler işte zorlaşıyor, karışıyor. Siz, belki de zaman içersinde ve evet çevrenin zorlaması ve hayat koşulları nedeniyle  seçtiği, beğendiği ve ilişki yaşamaya başladığı siz olmaktan çıkıp, karikatürleşiyorsunuz. Neden bu kadar rahatsınız ve hatta umursamazsınız biliyor musunuz? Kaybetmeyeceksiniz sanıyorsunuz . Nasılsa kapı kilitli, nasılsa imzalar atılmış, nasılsa çocuk olmuş, bir yere kıpırdayamaz sanıyorsunuz. Belki kıpırdamıyor da ama mutlu bir hayat şansını da tepmiş oluyorsunuz. Kaybetme korkusunun kıyısından köşesinden hissedilmesi gerekiyor. Bu demek değil ki flörtöz olup kendimizi kıskandıralım ama evlendik diye de kendimizi bırakmayalım, amannnn nasılsa beni alan almış demeyelim, başım ağrıyor, çocuk uyanır mazeretlerine girmeyelim, hayatın içinde kalalım. Belki her gün  çiçek getirmeyebilirsiniz ama her gün birbirinize bir kaç güzel söz söyleyebilirsiniz. Hiç bir şey yapmıyorsanız bile, en azından gün de bir kere içinde bulunduğunuz ve yüzleşmediğiniz iki durumu kendimize söyleyip, durum analizi yapmak da fayda olacaktır:

1. Bu ilişkiyi ben istiyorum, istediğim zaman sonlandırabilirim. Bu bir tercihtir, zorunluluk değil
2. Eşim de bir çok kişi arasından beni seçti ve istediği zaman gidebilir.

Kapısında kilit olmayan odalara suni kilitler takıp mutsuzlaşmayalım. Fanilik bilincimizi de her zaman koruyalım. Hiç ölmeyecek ve hemen yarın ölecek gibi yaşamak belki de altın anahtar. Kullanım alanlarını iyi bilip, iyi uygulayalım. Hımbıl hımbıl pijama giyip oturmak (isteyen tabii ki giyebilir. Burada anlatmaya çalıştığım pijamanın sembolizmasıdır)ölümsüz olduğunu düşünmektir, zamanın değerini bilememek, fırsatları kaçırmaktır ve aşk ölmeye mahkumdur. Zaman çok kıymetli, boşa geçmemeli. Sıradan, stresli hayatlarımızla ölümsüzleşiyor ve aşkın ömrünü yapılan çalışmalarda oldukça kısa sürelere indiriyoruz.

Diğer son bir konuda ifade edebilme becerisi. İçinde bulunduğumuz endişelerimizi, sıkıntılarımızı, problemlerimizi yüzleşmek yerine eyleme dökmeyi tercih ediyoruz. Biri bize ters bir şey söylediğinde direk kavga etmeyi tercih ediyoruz. Oysaki bu söylediklerin beni çok kırdı diye de söyleyebiliriz ve belki bu çok daha da etkili olur. Eşimiz ile sorun olanı bulmak ve hatta çözmek yerine bağırmayı, içki içmeyi ya da aldatmayı tercih ediyoruz. Meselenin kendisine bakmak yerine belki de zor geldiğinden alışkanlığımızı yitirdiğimizden bunu es geçip, eyleme dönüştürüyoruz. Örnek mi istersiniz? Alın size libido. Bir ilişki için çok önemli ve nedendir bilinmez yıllanmış evliliklerde tersi olacağına libido da bastırılmaya çalışılıyor. Biten bir seks hayatı ve kerhen devam eden ilişkiler. Oysaki karşılıklı konuşularak çözümler aranmalı ve ya bulunup yola devam edilmeli ya da yollar ayrılmalıdır.

Müziği yapan notalar arasındaki boşluklardır denir. Resim için de bu geçerli. Mimarlar bile evlerin içindeki boşluklar için tüm yapıyı çizerler. Dinlenin, nefes alın, soluklarınızla yalnız kalın, kendinizle yalnız kalın ve kendinizi dinleyin. Aslında belki de en dolu, en değerli anlarınızdır boş zamanlarınız. Newton ne saatler boyunca çalıştıktan sonra dinlenmek için uzandığı ağacın altındayken elma düştü kafasına ya da Arşimed rahatlamak için hamama gittiğinde evraka dedi. Boşlukları doldurmaya çalışmayalım, onlar bizler için gerekli. Zamanı da öldürmeye çalışmayın. Ben demiyorum her gününüzü aynı geçirin ama zaman zaman hiç bir şey yapmadan da zaman geçirip o ana kadar ki çalışmalarınızın kristalleşip elle tutulur bir sonuç haline gelmesini bekleyin derim.

Pijamalı ezikten şimdilik bu kadar. Önemli olan pijamalı ya da pijamasız ezik kalıp, hayata tutunabilmek.

Sevgi ve saygılarımla,

6 Ocak 2014 Pazartesi

Mesele Organik Pazar elması olabilmek ...

En son ne zaman kendiniz veya hayatınızın gidişatı için bir karar aldınız?

Dikkat edin dışarı çıkarken ne renk kazak giyeceksiniz, akşam ne yemek yapacak ya da nereye yemeğe gideceksiniz gibisinden kararlardan bahsetmiyorum.  Ne zaman mesela cesaret gösterip kritik ve sizi direk etkileyecek bir karar verdiniz?

Eminim bir çoğunuz işiniz ile ilgili günlük hayatta tonlarca karar alıyorsunuzdur ve buna zaten mecbursunuz da. Gel gelelim iş sizin kendi hayatınız ile ilgili bir konuya geldiği zaman aynı kolaylık ve çabuklukla karar alabiliyor musunuz? Ya da alınacak kararların bir sonucu, bir bedeli olacağından, hiç bu riske girmeyip, alışılmış olan ile devam edip, karar vermelerin yanından, kıyısından geçip zaman mı kazanıyorsunuz?  Bir şeyi seçersem bir diğerini kaybederim korkusuyla kavşakta durmayı ve karar vermemeyi mi seçiyorsunuz? Hatta bunun bile başlı başına bir karar olduğunu mu söyleyip duruyorsunuz kendi kendinize?

Hadi itiraf edin, çekinmeyin. Aslında öyle ya da böyle gözümüzü karartıp bir karar versek saptığımız yolda ne olasılıkların bizleri beklediğini siz de çok iyi biliyorsunuz. Geriye dönüş bile başlı başına bir olasılık mesela. Evet siz de her bir anın, her bir kararın adeta bir doğum, bir başlangıç ya da yeni bir şans olduğunu biliyorsunuz. Biliyorsunuz da ahhh o içinizdeki endişe o korku yok mu değil mi? Oysaki korku diye bir şey yoktur hayatta olsa olsa bir şeyden korkan vardır. Korkuyu yaratan da bizzat bizleriz aslında sevgi ve güven eksikliğinden.

Peki ama neden? Neden karar vermek bu denli zor?

Karar alamıyoruz çünkü sahiciliğimizi yitirdik. Biz olmayı bıraktık. Artık beğenilmek her şey oldu. Nasıl göründüğümüz, ne olduğumuzdan çok daha önemli hale geldi. Algı her şeydir artık yalnızca bir pazarlama terimi olmaktan çıkıp bizzat hayatlarımız oldu. Dönüşüme uğradık ve başkaların beğenileri üzerine yeniden ve yine yeniden ve hatta yine yeni yeniden şekillendik ve biz kalamadık, bunu başaramadık. Olmadı işte. Artık düşüncelerimiz bile bize ait değil. Düşüncesi olmayan adamın hiç bir fikri olabilir mi? Fikri olmayan adamın karar vermesi hiç mümkün olabilir mi? Resmen beyinlerimiz uyuşturulmuş bir durumda. Çok acı ama gerçek biz yavaş yavaş her geçen gün biraz daha yok oluyor.

Ergenlik döneminde sorun yoksa sorun vardır derler. Ergenlik bir dönüşümdür, kişiliğini ortaya koymasıdır. Benim kendime ait düşüncelerim var diye bağırmaktır. Birey olabilmektir. Destansı, epik bir hayat yaşamak için mutlak surette önce birey olunmalıdır. Tecrübe önemsiz mi? Hiç olur mu öyle şey, tabii ki çok önemli, nasihatler mutlaka dinlenmeli ama kişi yine de yaşamalıdır tercihini. Cat Stevens’ın father and son şarkısında olduğu gibi “evet baba haklısın ama önce gitmeliyim”. Evet önce gidilmeli, denenmeli, birey olunmalı. Şarkıda çok çarpıcı, ders niteliğinde bir de söz vardır: You will still be here tomorrow but your dreams may not (yarın sen burada olacaksın ama hayallerin olmayabilirler). Göbek bağı koparılmalı herkes ve her şeyle. Ancak o zaman bir yetişkin bir birey olabiliriz.

Bir de dönüp kendimize bakalım şimdi. Tamam bir Cat Stevens belki olamazdık kolay kolay ama birey olmayı başarabilmeliydik. Kararları kimse ve hiçbir şeyden etkilenmeden alabilmeliydik. Hadi gelin soralım kendimize, biz birer birey olabildik mi? Başkalarının beğenisi için mi karar alıyoruz yoksa istek ve arzularımızı zaten o potada eritiyor muyuz?

Anne baba onayı sadece bir örnek. TV kahramanları gibi yaşamayı istemek, arkadaş beğenisi, moda takibi her şey olabilir peşinden gittiğiniz. Önemli olan kendin olmayı başarabilmek. Sevdiğin işi başkaları beğenecekler diye değil, sen huzurlu olacaksın diye en iyi şekilde yapabilmek. Eşini başkaları seni takdir edecek diye değil, içini ısıttığı için seçebilmek. Bazıları seni beğenecek, takdir edecek bazıları da beğenmeyecek,i takdir etmeyecek. Doğrusu kelimesi belki çok iddialı olabilir ama normali de bu zaten. Eskiden ikiz gibi tümü birbirinin aynısı olan elmalar arasından elma alırken, bugün artık organik pazarlar sayesinde birbirleriyle alakasız elmalardan biraz şekli bozuk, çabuk çürüyen ama kişilikli elmalar alabiliyoruz. Doğa tek tip çalışmaz, doğa da özgünlük, farklılık vardır. Günümüzde ise görsellik hiç olmadığı kadar önemli oldu. Organik pazardaki bir elma kadar olamadık.

Günümüzde artık beğenilmek üzere kararlar alınıyor, seçimler yapılıyor. Ne oldu kendi arzularımıza? Sahi onları diğerlerinden ayırabiliyor muyuz yoksa çok mu geç kaldık? Kendi hikayelerimiz unutuldu ya da günümüz şanslıları için zaten hiç olmamışlardı. Seçimlerimiz hep beğenilmek, onaylanmak ya da puan almak üzere. Başkalarının beğenileri için kendimizden uzaklaşıyoruz. Hepimiz güzel ve bir diğerimizin aynı, doğal olmayan elmalar gibiyiz. Ne acı ki üç aşağı, beş yukarı yok gerçekten de hiç bir farkımız.

Teorisyen olmak kolay da aktivist olup, hayata geçirmek, uygulamak o kadar kolay olmuyor. Konuşan çok oluyor da yapan pek yok. Siz bakmayın yazdığıma, ben yapabiliyor muyum? Hem de hiç. Üstelik işimizi bir hayli zorlaştıran durumlarda var. Bu yazıyı yazarken aklıma Malcolm Gladvewell’in Düşünmeden Düşünebilmenin Gücü adlı kitabı geldi. Hemen açıp biraz bakıp hatırlamaya çalıştım. Kitapta yapılan bazı deneylerden bahsediliyor. Çok basit, okuyunca hadi canım diyebileceğiniz deneyler ama işte insanın bilinçaltını aynı basitlikte etkilemiyor, etkilemede uzay olup çıkıveriyor.

Mesela karışık karışık verilen cümleleri düzenli hale getirmelerinin istenmiş olduğu bir dil testi düşünün. Bu cümlelerin içlerinde gri, bahçe, endişe, güney, yaşlı, tek, bulmaca, buruş buruş gibi kelimelerde serpiştirilmişti. Denekler cümleleri sıralı hale getirdikten sonra odadan çıkarken ve sonrasındaki belirli bir süre normal aktiflikte olamamışlar. Ağır hareketler etmeye, sürekli düşünür durumda olmaya başlamışlar. Siz sadece bir dil testi zannetmiştiniz değil mi? Değil işte. Bilinçaltı sizden bağımsız, şartmış gibi görev edinip bu kelimelerden hareketle yaşlılığı düşünmeye başlamış. Bilinç saf saf neler olduğunun bile farkında değilken denekler bilinçaltıları sayesinde ve ya yüzünden koridorda birer yaşlı gibi yürümeye başlamışlardı. Benzer çalışma bir çok değişik kişi ve çeşitlilikte yapıldı (kitapta örnekleri bir hayli sunulmakta). Sonuçları aslında oldukça rahatsız edici boyutta. Bu sonuçlar en basit ifadeyle özgür irade olarak düşündüğümüz şeyin esas itibariyle büyük ölçüde bir yanılsama olduğunu gösteriyor. Çoğu kere bir otomatik pilotla yönlendiriliyor gibiyiz; düşünüş ve davranış tarzımız, hatta herhangi bir anda ne denli iyi düşünüp, ne denli iyi hareket ettiğimiz, dış etkilere zannettiğimizden çok daha açık. Yaşamımızdaki tüm küçük zihni ayrıntılarla bilinç dışımız ilgileniyor aslında, odaklanmayı ise özgür iradeye bırakıyor. İşte sırf bu nedenle denemeliyiz, bir yerlerden başlamalıyız. Neye odaklanacağımız elimizdeki tek silah. Odaklanmayı kendimize yapalım.

Hepimizin içinde aslında ne nüveler var, yeter ki kendimize biraz daha güvenip,biz olmanın aslında ne de güzel olabileceğini bilelim, ya da en azından hayalini kuralım. Gelin bugün kendinize bir güzellik yapın ve bir karar verin hayatınızla ilgili ve nedenini soran olursa “benim kararımdı ve vermiş olduğum kararların sorumluluklarını da üstleniyorum" deyiverin çekinmeden ve cesaretle. Siz size güvenin çünkü siz buna değersiniz.

Siz kalabilmeniz dileklerimle...