Bu Blogda Ara

21 Şubat 2011 Pazartesi

Fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir – 5

Kendimizi bilmek ve biz olabilmek ...


Konuyla ilgili bir önceki yazmış olduğum yazılarda karamsar ve her geçen gün kötüye giden bir yapılanmadan bahsetmiş ve amacı, insanlar arasında dostluk ve sevgi bağlarının güçlenmesi, insan kişiliğinin yüceltilmesi, insanlığın özgürlük ve barış içinde gelişmesi olan bir takım güçlü, sağlam değerlere ihtiyacımız olduğunu belirtmiştim.

Bir adım daha giderekten onur duyulacak bir yaşam biçimi için aslında gerek ve belki de yeter şartın içimizdeki erdemlerin ve insaniyetin dışarıdan görülür hale gelmesi, getirilebilmesi olduğunu yazmıştım. Son yazımın sonunda bu eylemi aydınlanabilmek ile özdeşleştirmiş ve yazımı cevaplanması gerekli sorularla tamamlamıştım.

“Peki ama nasıl ve hangi süreçlerden sonra uyanabileceğiz?”
“Ne zaman bu dönüşüm için adım atmaya başlayabileceğiz?”

Aslında tüm bu soruların cevapları tek ve oldukça basit, gerçek olamayacak kadar basit:

“Aynaya bakmamız yeterli.”

Rekabetin, uyuşmazlıkların, güvensizliğin, düşmanlıkların, nüfus patlamasının, çevre kirliliğinin, cehaletin ve olağanüstü bencilliğin  egemen olduğu bir dünyadan işbirliği bilincinin, sevginin ve bilgeliğin yaşandığı bir dünyaya nasıl geçilebilir? Bu nasıl yaratılmak istenen bir ütopyadır?

Ben erişilmeyecek kadar uzakta olduğu kanısında değilim. Bu daha çok at gözlüğü ile bakmaya benziyor. Nasıl atlara, gördüklerinden ürkmemeleri için meşin gözlük takıp onların görüş alanlarını daraltıyorsak, kendimize de aynı şeyi yapıyoruz. At gözlüklerimizi, alışık olduklarımızın dışındaki herşeye karşı kendimizi kapayacak veya bunları dışlayacak bir şekilde dar tutuyoruz. Sonuçta kendimizin, başkalarının ve evrenle olan ilişkimizin sınırsız ama çaba gerektiren kozmik gerçeğini görmek yerine, bu gerçeğin son derece kısıtlı  ama bize pek rahat gelen ufak bir parçasıyla yetiniyoruz.

Evren, bir matematik, bir geometri düzeni içinde hareket eder. Tanrının varlığını bu mükemmel düzen içinde görmek  mümkündür. O’nun varlığına inanmayan bilim adamları bile, en son teknolojiyi kullanarak elde ettikleri bulgularda, evrenleri yaratan yüce bir gücün varlığını hissetmeye başlamışlardır. Bu güce kimileri Allah, kimileri God, kimileri Dieu, kimileri Evrensel Zeka, kimileri ise başka adlar verebilir. Ama bu mükemmel matematik ve geometrik düzeni kuran güce ne denirse densin varlığı inkar edilemez.

Goethe
Güzel bir gülüş, karanlık bir eve giren güneş ışığına benzer derler, Goethe’nin konuya ilişkin çok hoşuma giden mısraları da bir güneş ışığı, bir güzel gülüş gibidir: “Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun, O görünmez nesneyle doldur. Yüreğin  mutluluktan dolup taşınca, Ona istediğin adı ver; Mutluluk, Sevgi, Gönül, Tanrı ... İsim gürültüden başka birşey değildir. Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir...

İnsan işte bu güçten, bu mutluluktan, bu sevgiden yani Tanrı'dan ayrı bir varlık değildir. Onun görünümlerinden sadece bir tanesidir. Bugün bu gerçeği, bu hissiyatı, unutmuş olsak da insan; potansiyelinde, özünde Tanrısal özelliklere sahip olan ilahi bir varlıktır. Evren, ışık ve sevgi yumağı olan Tanrı'dan yansımıştır. Parça bütüne aittir. Daha tasavvufi bir ifade ile gerçek olan “Bir”di. Tüm evren “Bir”in farklı biçim ve nitelikteki yansımalarından ibarettir.Gerçek sır, Tanrısallığı insanın içinde görebilmesidir. Unutmamalıdır ki “Kendini bilen Tanrı'yı da bilir...

Yukarıda belirtmiş olduğum ve zaman içinde gelişen ve değişen tablo karşısında, tek çözüm, insanın kendi içinde araştırma yaparaktan, kendini yani Tanrı’yı bilmesi, kendisini hep daha iyiye ve daha güzele davet etmesi, gelişmeleri ve problemleri yıkmak için değil, inşa etmek için göğüslemeye yöneltmesi gerçeğidir. İnsanların diğer insanlardan farklı kılan yegane ayırıcı özelliği kendilerini geliştirmeye duydukları sonsuz ihtiyaç olmalıdır yoksa köke, dine, dile yönelik ayrımlar yalnızca yıkımlara neden olmaktadır. 

Düşünce özgürlüğünün hiçbir kısıtlamaya ve ön yargıya tutulmaksızın açıklanabildiği mükemmel ortamlar yaratılmalı, her türlü bağnazlık reddedilmeli ve toplumlar kendisinden çok ama çok daha büyük ölçekli bir ailenin parçası oldukları gerçeğini görebilmelidirler.Başkaların ayıpları ile değil, kendi içimize yönelip, egolarımızla ilgilenmeli ve savaşabilmeliyiz. Kibirli olmak yerine hoşgörülü olmayı denemeliyiz. Sevmekten korkmamalıyız. Sevmek karşısındakinin eksiğini tamamlamaktır. Bilgiye korkarak değil ancak severek ulaşabiliriz. Tanrı'dan korkmak yerine onu sevmeliyiz.O'na ancak sevgiyle yaklaşabiliriz, korkarak değil. Ahiret korkusu ile değil, evrensel sevgi ile yaşamalıyız. 

Su ile temizlenebiliriz, ısınmamızı sağlayan ateşi de söndürebiliriz. Ateş yok etmek için de kullanılabilir ısıtmak/ısınmak için de. Ömrümüzün sonunda yok  da olabiliriz, ölümün ötesine de geçebiliriz. Bir yıldız güneş olup hayat da verebilir yörüngesindeki gezegenlere, kendi içine dönüp kara deliğe de dönüşebilir.Bunlar arasında bir seçim yapmak hep bize bırakılmıştır bu dünyada. Hangisini istersek onu elde edebiliriz.

Yapılması gereken insanın kendi içine dönebilmesi, buradaki içsel zenginliklerine ulaşabilmesi ve Tanrının insanın içinde var olduğu gerçeğini hissedebilmesi, yaşayabilmesidir. Ancak bu sayede ve bu sevgiden hareketle ortaya çıkardıklarımız, toprağa serpilen tohumun ekmek karşılığında kat kat geri alınması gibi, ölümün ötesine geçebilir, evrensel sevginin bir parçası olabilir ve başkalarının mutluluk kaynağı olabilir.

On yaşında olduğunuzu ve arkadaşlarınızla saklambaç oynadığınızı düşünün. Oyun başlar ve siz yumup saymaya başlarsınız. İçin içinize sığmaz, coşku dolusunuzdur. Birazdan gözlerinizi açacak ve herkesi arayıp bulmaya çalışacaksınız. Saymanız bitiyor ve gözlerinizi açıp arkanızı dönüyorsunuz. Bir bakmışınız tüm arkadaşlarınız ortada size bakmakta. Hiç mutlu olur muydunuz? Oyunun amacı gerçekleşmiş olur muydu?  Hem de hiç olmazdı; oyun oyun olmaktan çıkmış olurdu. Oyunun eğlenceli olması için tüm çocukların saklanmış olması ve sizin çocukları bulmak için efor sarf etmiş olmanız gerekir. Saklanma işlemi mekanizmanın aslında eğlenceli olmasını sağlayan anahtar işlemidir.

Sonsuz mutluluk dolu ortamımızdan, karanlık ve kaos dolu dünyaya yaradanlığı deneyimlemek için gelmeden önce ruhlar, eğlenebilmek adına Tanrı'dan Tanrısal eğlence, keyif ve özellikleri saklamasını rica ettiler ki onları arayıp bulurken tadını çıkarabilsinler. Ve Tanrı bu isteklerini kabul etti.

Artık  insanlar, karanlık bir odada -bu dünyada- göremedikleri perdenin altındaki ışığı arar konumuna gelmişlerdir. Başımıza gelen tüm problemler aslında ışığın olmamasından değil, ışığın bir perdenin altında kaybolmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle dualarımızı isteklerimizin yerine getirilmesi için değil, perdenin kaldırılması için etmeliyiz ki ışık dünyalarımız, hayatlarımızı aydınlatsın.

Peki kapkaranlık bir odada bırakın ışığı, perdeyi dahi nasıl bulabiliriz ki? Aslında bunun cevabı çok kolay, ışığı saklayan perde, bizim içimizdeki benler yani ego’larımız yani yine bizden başkası değildir. Aslında perde bizi tanımlayan herşeydir.

Hayatı gölgeleyen başta bencillik olmak üzere tüm bizi biz yapan benliğimizin zayıf noktaları olan nefslerimiz ile mücadele etmeli ve kişisel ihtiras ve hırslarımızı toplum lehine coşkun bir iyilikseverliğe dönüştürebilmeliyiz.Unutulmaması gereken bir nokta ise bu coşkun  iyilikseverliğin deniz olduğudur. Her bir birey ondan ancak kendi elindeki kabın büyüklüğü kadar su alabilecektir.


Kafalar karışmaya başladı. Büyük huzursuzluklar, karmaşa, düzensizlikler ve yeni çatışmalar yaşanmakta dünyamızda. Klasik dinler, eski rejimin koruyucu ve kollayıcıları, hem reel güç açısından hem de ideolojik açıdan "yetersiz" hale geliyorlar. 

Sessiz filmlerin sonu yaklaşmakta olan trene bakarak çığlık atan aktörün sesiyle sona erdi. Bir dönemin sonu geldi ve modern film tarihi başladı Benzer son klasik dinler için de geçerli gibi.
Kültür tarihinde "Floransa anı" diye bilinen bir kavram vardır. Bu, Rönesans öncesi Floransa'sında kültürel, ideolojik, siyasi birçok öğenin bir araya düzgün gelmesiyle yakalanan bir patlama anıdır. O günlerde Floransa birçok farklı öğeyi düzgün olarak bir araya getirebildiği için mutlu ve ilerleyen bir toplum kurabildi, Rönesans'ı gerçekleştirdi. Peki ama insanlık bu anı nasıl yakalayacak?

Delf mabedi'nin kapısında Kendini bil ibaresi yer almaktadır. Hermes binlerce yıl önce demiş olduğu gibi “İnsan varoluşun aynası ve özetidir. Aşağıda olan da yukarıda olan gibidir. Evren ise, büyük çapta bir insandır. İşte birlik mucizesi budur”.

Floransı anının yakalanması için gerek ve yeter şart kendimizi bilmemiz ve egolarımızı feth etmemizdir. Unutulmamalıdır ki fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir.

3 yorum:

  1. Bütününü (5 bölümü)biraz önce arka arkaya okudum.İnsanın kendisini öğrenmesi,bilmesi kadar önemli birşey de baktığında görmesini(ki ilkokulda okuduğum''Ahmet Haşim'in 'BAKMAK GÖRMEK'makalesi bana örnek olmuştur)ve her varlığın mutlaka değer verilecek bir olgusu bulunduğunu kavraya bilmesidir.Böylece huzurun, barışın, sevginin, hoşgörünün olduğu bir dünyayı kavrayabilmek,anlamak daha kolay olacaktır.
    Yazı diziniz için teşekkürler,sevgiyle kalın...

    YanıtlaSil
  2. Merhabalar. Çok haklısınız; baktığınız zaman görebilmek ve görebildiklerinizin aslında büyük resimin, büyük ışığın bir parçası olduğunu bilebilmek belki de ışığa ulaşma sürecinde anahtar işlem.

    Günlük koşuşturma ve telaş içerisinde gördüklerimizin anlamını ve değerini bilemeden, bencilliklerimizin peşinden koşmaya devam edebilmekteyiz. Keşke bizleri soluksuz bırakan bu mücadele içerisinde derin bir nefes alımı kadar yarışa ara verebilsek,sonrasında etrafımıza bakabilesek ve beraber yaşadığımız insanlardaki değerleri, nasıl aslında bir olduğumuzu görebilsek...

    Ahmet Haşim'in makalesini bulup, okuyacağım. Çok teşekkürler.

    Sevgi ve saygılarımla,

    YanıtlaSil
  3. Keşke BİR denizinde bir zerre olsam.
    Kendimizi arayalım,arayalım ki,nefesimiz kesilsin ve içindeki BİR'e ulaşasın.Ulaş ki BİR'in parçası olasın.
    Hayat aldığınız nefes miktarında ibaret değildir.
    Nefesinizi kesen anların toplamıdır....
    S.S.

    YanıtlaSil