Bu Blogda Ara

29 Şubat 2012 Çarşamba

Anı kesemiz için güzel ve yazısız anılar aranmakta 4


Her bir çocuğun önünde TV olan, kendiliğinden piyanolu koltuklu ve TV’de çocuğun o an istediği DVDler oynatılan, aynaları bile Mickey Mouse aynaları olan, her şeyin çocuklara göre düşünülmüş olduğu ve çocukların şaşkınlıktan ne yapıldığını bile anlamadıkları bir saç kesim merkezi tabii ki eşimin ilk aklına gelen tercihti her daim. Ki bu merkezde zaten çocuklar neler olup bittiğini anlayabilecekleri kadar bile oturmuyorlardı. Bir Caillou bölümü bile yarılanmayacak kadar bir sürede saçlar kesiliyordu. Şaka değildi hepi topu yapılan zaten 2 bilemedin 3 kere makas hareketi idi ve karşılığında gayet pişkin ve çok doğalmış gibi istenen 40 TL’ydi.

Öncesinde de yazdım yeniden yazacağım: Ne yıkama var, ne sakal traşı, ne fön, ne perma, ne balyaj, ne maske, ne el bakımı ne de cilt bakımı. Hepi topu 2 kere ya da bilemedin 3 kere makasını açtı ve kapadı, hepsi bu. Para bu kadar kolay mı kazanılıyor? Sen ne yaptın ki 40 TL istiyorsun arkadaş, sen çıldırdın mı be adam? hislerinin pik yapıp sonra yeniden yutulması gerektiği bir yerin ilk tercih olması ne de acıydı benim için.

Temsili resim
Beri yanda ise küçüklükten beri sürekli gittiğim mahalle berberi. Basit, yalın ama etkili. Oğlumun el üstünde tutulduğu, televizyonun tehlikeli dünyası yerine nezih, hoş, entelektüel ve kaliteli sohbetlerin yaşandığı, mis limon kokulu, bol diplomalı bir mekan. Ustalar mekanı. Tarihlerin yeniden yazıldığı, efsanelerin makas salladığı tarihi bir yer.  Maçoların, sert adamların mekanı. Büyük ve ipeksi örtülerin boğazlara bağlandığı, saçların nasıl kesileceğinin nezaketen bile sorulmadığı, size yakışan saç kesiminin bizzat kesenler tarafından en iyi şekilde bilindiği sıcak bir aile yuvası.

Diğer kulvarda ise eşimin milyonları bayıldığı kötü, acımasız, hoşgörüsüz ve açgözlülerin yuvası. Sahte nezaketin paraya dönüştüğü bir yalan dünya. En faça yerin sahte güzeli. Bizans, Karaman ve Ali Cengiz oyunu. Üç isimli şeytan.

Filmi hızlı bir şekilde biraz ileri saracak olursak, biz bir anda kendimizi  - yine babam, yine eşim, yine ben ve yine oğlum – benim meşhur mahalle berberinde bulduk. Zafer benim olmuştu. Hak etmiştim. İlk tercihin yeniden taşınmış olması ve eşimin kuaförünün hınca hınç dolu olması işime gelmiş, haklı galibiyetime yardımcı olmuştu.

Oğlum berberin en yakışıklı, en zeki ve en küçük adamıydı ve bana varlığı ile gurur veriyordu. Oğlum vakur bir ifade ile saçlarını kestirdi. Yıllardır berbere saçlarını kestirmeye gelen bir kişinin rahatlığı ve olgunluğu içerisinde bir maçlardan konuşmadığı ile kaldı.

Akşam yemek sonrası benim berber fatihi biricik oğlum hemen uykuya daldı. Akşam yemeğimizi yedik ve televizyon karşısına kurulduk. Keyfimiz yerinde idi ve saatler uyumak için çok erkendi. Her şeyi yapabilecek özgürlüğe ve zamana sahiptik. İnsanın kısıtlı bir süre için böyle zamanı olduğunda genelde donup kalır. Her şeyi biraz yapmak ister ve genelde hiçbir şeyi yapamadan kısıtlı zamanını tamamlar. Biz böyle nice zamanı heba ettiğimizden tecrübeliydik. İsteklerimiz belliydi. Yalnızca zamanın ve o zamanın yalnızca bize ait olmasının tadını çıkarıyorduk.

Eşime sormadan kahveyi bile önümde buluverdim, düşünün artık ortamın çekiciliğini. Yorgunluk tamam tabii ki vardı, tüm gün kayda değer bir şey yapmamış da olsak sokaklarda sürtüp durmuştuk ama yine de uyumaya niyetimiz yoktu.

Birden telefonum çalmaya başladı. Bir Zamanlar Amerika filmindeki telefon çalma sahnesi kadar etkili ve dikkat çekici bir şekilde uzun uzun çaldı telefon. Bizi tanıyıp, aralarının bozulmasını istemeyen ya da azar işitmeyi tercih etmeyen tanıdık ve akrabalar, oğlumuzun uyuması sonrasındaki saatlerde bizi aramaya pek cesaret edemezler. Mesaj atarlar ve gerekirse biz arardık mesaj atanları. Bu durumda ya yanlış numara olmalıydı ya da acil bir durum. Bir yandan telefonuma doğru hamle yaparken bir yandan da eşimin şiddet içeren bakışlarını üzerimde hissediyordum. Kısa bir anlık bönlük sonrası hatamı hemen anlamıştım. İki büyük ve kolay kolay affedilemez hata yapmıştım üstelik aynı gecede. Zamanın yalnızca bize ait olmasının o büyülü rehavetine kapılmıştım. Boş bulunmuş ve telefonumun sesini açık unutmuştum. Affedilir, bağışlanabilir bir durum değildi bu. İkinci hatam ise telefonumu uzağıma koyarak birkaç kez çalmasına neden olmuş olmamdı. Bu kadarı çok fazlaydı. Üzgündüm ve fazlasıyla pişman.

Arayan kardeşimdi. İki gündür ishalinin devam ettiğini, kustuğunu ve hastaneye gitmesi gerektiğini söylüyordu. Tahminim doğru çıkmıştı: Acil bir durum vardı. Apar topar hazırlanıp evden çıktım ve onu almaya gittim. Kısa bir süre sonrası hastanenin acil bölümündeydik. Çok şükür önemli bir şey çıkmadı ve sabaha karşı 2:00 gibi tekrar yatağıma yattım. Uyanmama her şey yolunda giderse ve hemen uyuyabilirsem yalnızca 5 saat vardı. Hemen uyuyamadım ve her şey yolunda gitmedi. Sabah her şeyden daha çok ihtiyaç duyduğum şey son birkaç yıldır en yakın arkadaşım, hatta dostum olma şansına, mutluluk ve ayrıcalığına erişmiş olan kahve idi. Cumartesi akşamı için ne ummuş ne bulmuştum. Kader bana yine oyun oynamıştı.

Ertesi gün tahmininiz üzerine yine erken hem de çok erken başladı. Cumartesi gününün oldukça yorucu geçmesi sonrası Pazar evde kalınma isteği oldukça fazlaydı. Eşim de ben de evde kalıp bir o koltuğa yatmak sonra güç bela kalkıp diğer koltuğa yatmak gibi oldukça masum ve doğal isteklere sahiptik. Oğlum ise kendi halinde evde takılıp duruyordu. O kadar sessiz ve bir o kadar masumdu ki evde kalıp tembellik etme isteğimiz yavaş yavaş vicdan azabına dönmeye başladı. Çok da zaten geçmen giyinmeye başladık. Oğlum koşa koşa odasına yöneldi ve giyineceği şeyleri seçmeye başladı.

Bir süredir oğlum giyeceği giysilere kendi karar veriyor. İleride renkli hem de renkli bir kişiliği olacağını seçtiği birbirinden renkli giysilerle kanıtlıyor hem de her defasında. Sweat shirt üzerine başka sweat shirt’ler ya da sweat shirt üzerine t-shirt’ler tercihleri arasında. Uymadığını düşündüğümüz ve uyardığımız durumlarda olmaz mutlaka böyle giymeliyim gibi kararının arkasında hem de nasıl duruyor inanamazsınız. Bugüne kadar kararını değiştirebildiğimiz olmadı, olamadı.

Evden hep önce oğlum ile ben çıkarız. Sitemizin çok yakınındaki bir otobüs durağına yürür, oturağına oturup geçen arabalara bakarız. Her geçen arabada da avazımız çıktığı kadar bağırırız. Sonra tekrar otoparka döner, arabaya yerleşir ve kapının önüne evimizin Hürrem Sultanını almaya gideriz. Tartışmalı isek Hürrem oğlunun yanına arkaya kurulur yok eğer aramız iyi ise ön tarafa geçer ve gideceğimiz yere yöneliriz. Bu sefer öyle olmadı. Hava çok güzeldi ve biz araba ile bir yere gitmektense yürüyerek 10 dakikalık mesafedeki Starbucks’a gitmeye karar verdik.

Oğlum kucakta taşınıp seyahat etmesini çok sever. Baba çok yoruldum, beni kucağına al der ve ben eşimin adeta düşmanca kabul edilebilecek bakışlarına rağmen ve her türlü uyarısın aldırış bile etmeden, adeta düşünmeden alırım zira oğlumun yorulmasına dayanamam. Ben oğlumun biricik kahramanıyım ve hep de öyle kalmalıyım. Eskiden çok kolay olurdu ve metrelerce ya da dakikalarca yorulmadan bilakis büyük bir keyifle taşırdım. Annesi bir yıl önce onu taşımaktan emekli oldu zira artık taşıyamıyordu. Oğlum artık 3.5 yaşında ve ben de artık taşırken zorlanıyorum. Zorlanmanın dışında yola çıkmamızın daha ilk dakikasında yorulmuş da olamazdı. Bu nedenle taşıyamayacağımı söyledim. Oğlum Akrep burcudur ve ziyadesiyle inatçıdır. O taşı diye tuttururken ben baba kararlılığı içerisinde hayır diyordum. Böyle sürmesi biricik Hürremimizi her an olaya müdahil edebileceğinden bir yol bulup çözümü sağlamalıydım.

Sonrasında ben boş bulunup sokaktaki bir taşı tekmeledim. Taş ileriye doğru ivmelendi ve bir süre hoplaya zıplaya ilerleyip duruverdi. Oğlum bunu bir sevdi, bir sevdi ve sonrasındaki 40 dakikayı sokaktaki taşları tekmeleyerek geçirdi. 10 dakikalık yol 40 dakikada tamamlanabildi. Taş arabanın altına girdiğinde baba- oğul yeni bir taş arayıp duruyorduk. Hatta o kadar sevdi ve o kadar unutmadı ki dönüş yolunda da aynı oyunu oynayıp yaklaşık 25 dakikada dönüşümüzü tamamladık.

Nasıl mı daha kısa sürede geldik?

Akıllanmıştık ve dönüşte sırayla tekmelemeyi teklif ettik kendisine. Oğlum takım oyununa çok yatkındır. Bizi de oyuna soktuğundan memnun hemen kabul etti yakışıklım. Sonrasında ben de annesi de vurabildiğimiz kadar hızlı vurup mümkün olduğunca hızlı yol almaya çalıştık.

Starbuck’s oğlumuzun sosyalleşmesinin, sevimliliğinin, iletişim becerilerinin ve ayakları üzerinde durabilmesinin tavan yaptığı bir yer oldu.


Neler mi oldu? Bir sonraki yazımda bunu ayrıntılı olarak anlatacağım.
Daha fazlası da olacak. Eğlenerek ve hatta bağırarak klasik müzik dinlemenin yollarını açıklayacağım.

Yakında çok yakında görüşmek üzere …

18 Şubat 2012 Cumartesi

Anı kesemiz için güzel ve yazısız anılar aranmakta 3


Geceleri çok uyumam ben, uyuyamam. Ya oğlum uyandığından kalkıp ona eşlik ederim, ya üstünü sürekli açtığını bildiğimden örtmek için kalkar dururum. Kesintisiz uyku dönemi benim için artık çok gerilerde kalmış tatlı bir anıdır yalnızca. Benzer bir akşamı geçirip sabaha karşı tatlı bir uykuya dalmıştım ki tatlı mı tatlı bir ses duydum: “Babaaaaa, uyku bitti

Daha önceki birçok yazımda da belirttiğim üzere oğlumuz, üzerine güneşin doğmasına kesinlikle izin vermez. Kör karanlıklarda uyanır ve uyandırır. Oğlumun erken uyanmasının önüne geçmek için her şeyi yaptık ama hiçbir sonuç alamadık. Son olarak odasında ki muhteşem şirin perdesi yerine güneş ışığı geçirmeyen yeni bir perde bile aldık. Sen misin bu perdeyi takan normalden de erken uyanmaya başladı.

Bu Cumartesi “Babaaaaa, uyku bitti” dediği zaman saatler daha 6:30 bile olmamıştı. Oğlumu hemen yanı başımda gözlerimi açmaya çalışırken buldum. Gözlerimi evet açamıyordum ama aslında onun daha yatağında çıkardığı ilk sesine uyanmıştım. Boş bir ümitle belki tekrar uyur ya da annesi kalkıp ilgilenir diye düşünmüştüm. Tabii ki hata idi. Uyumadı ve ilgilenmedi. Oğlumun elinde terliklerim vardı. Bu onun en kibar şekilde kalk demesiydi. Arka fonda ise şaka gibi eşimin ağzından çıkan seni çok özlemiş ama hadi kalk gizli emri vardı.

Her ne kadar eşimle aynı anda yatmış olsak da ve ben tüm gece ya oğlum çağırdığı için ya da üstünü örtmek için sürekli kalkmış olsam da onun yatmaya devam etmesi bizim evde normal karşılanan rutin bir olaydır. Aslında nasıl bu duruma geldik sürekli düşünüyorum. Diğer taraftan bu şekilde olmamızı sağlayan eşimin hakkını da vermek lazım. Bu anlamda kendisine gizli bir hayranlık ve saygı da duymuyor değilim hani. Sen kalk aynı saatte yat, tüm gece bırak kalkmayı uyanma bile ve akşamı sürekli ayakta geçiren eşin sabah gün ışımadan kalkıp güne başlarken, uyumana devam et ve dahası bunu normal kabul et daha da dahası hatta "oha"sı normal kabul edilmesini sağla. Tebrik edilmeyi gerçekten de hak ediyor (bu paragrafı aslında başka bir yazımda sizlerle paylaşmıştım ama içinde bulunduğum durumu çok iyi yansıtıyor olması sebebiyle tekrarlamak istedim – evet değişen hala bir şey yok).

Daha suratımı yıkamak için banyoya bile gidemeden hırkasını ve çoraplarını giydirdim. Baba yufka yüreği denilen şey de bu olmalı. Salona gidip ışıkları açtık. Sonra her türlü saldırıyı göze alarak televizyonu açtım ve kendimi koltuğa bıraktım. Kalkmış olmam herkes için yeterli olmuştu. Salondaki koltukta uykusuz, yorgun, ve kafeinsiz olarak kalakalmıştım. O sırada eşim geldi ve neden iki kişilik koltuğa uzandığımı ve neden üç kişiliğe yatmadığımın hesabını sordu. Cevap verecektim ki önümdeki uzun ve yorgun günü düşünüp sustum ve yer değiştirdim. Eşim tabii ki de her şeyin yolunda olduğunu görüp televizyona ses etmeden yatmak için aramızdan ayrıldı. Kendime kahve koymak için mutfağa kadar ulaşmalıydım. Yapabilirdim. Ben bir babaydım ve gün başlamıştı. Benim her şeye hazır olmam gerekiyordu, bunun için de kesinlikle kahve içmem.

Oğlumun kahvaltısını ettiriyordum ki bizim süper annemiz yanımıza teşrif ettiler. Uykusu bitmiş ve karnı acıkmış olmalıydı. Hazır kahvaltıya konmanın sinsi planları gözlerinden okunmaktaydı. Sükunetim karşısında içimden kendime tebrik üstüne tebrik yağdırıyordum. Birden bugün ne yapalım diye sordu. Hani sanki son 150 hafta sonunun son 300 gününde çok da farklı bir şey yapmışız gibi bu soruyu sormuştu. Muhtemelen kan şekeri düşmüştü. Çok ama çok acıkmış olmalıydı.

Bizim genelde tüm hafta sonlarımız hep aynı şekilde geçer. Ufak tefek farklılıklar vardır ama genel işleyiş ve günün iskeleti hep aynıdır: Çok ama çok erken kalkış, oğlumuza kahvaltı hazırlama(m) ve ettirilmesi(ettirmem), bizim evde ya da dışarıda kahvaltı etmemiz, Bebek parkına gidilmesi, sonrasında sahilde yürüyüş ve bir alışveriş merkezine kapağı atmak. Genelde hep sabit gerçekleşen programlar.

Ben eşimin sorduğu bu tür açık sorulara hep aynı cevabı veririm ve bugüne kadar da bu cevabın hiçbir kötülüğünü görmedim. Sen bilirsin canım diyerek topu tekrardan ona attım ve arkama yaslanıp söyleyeceği sözleri beklemeye başladım.

Bebek Parkı
Beklenmeyen bir gelişme ile sazı eline oğlumuz aldı ve gitmek istediği yerleri bugüne kadar edindiği alışkanlıkla bir bir sıraladı: Önce Bebek parkı sonra İstinyepark. Talimat açık ve kesindi. Biz de aynen bize söyleneni yaptık.

Bebek Parkı güzel olmasına güzel de arabayı park edecek yer bulması bir dert. Hem de ne dert. Uzun bir süre sırf beni tanısınlar ve geri çevirmesinler diye bol bol bahşiş verdiğim park yerinde, alt tarafı bir süre gitmedik diye unutulup geri çevrilmek, çok ama çok ağrıma gitti. Eşimin ve oğlumun yanında geri çevrildiğime mi üzüleyim yoksa bugüne kadar boşa giden bir amaç için verdiğim paralara mı yanayım bilemedim. Oğlum ile eşimin arabayı terk etmeleri sonrasında ben Aşiyan civarlarındaki bir otobüs durağına, çekilme riskini bile göze alıp arabayı park ettim. Bir an önce aileme kavuşabilmek için adımlarımı sıklaştırdım. Bir süre sonra yeniden yanlarına ulaştığımda bir terslik olduğunu şıp diye anladım. Eşimin elinde kahve bardağı yoktu ve oğlumda parkta oynamak yerine annesinin elini tutmuş yürüyordu. Meğer yerler çok ıslakmış. Oğlumun bu şartlarda burada oynamasının mümkün olamayacağını dile getirmesi, annesine ne kadar da çok benzediğinin somut bir deliliydi.

Arabanın uzakta olması işe yaramıştı. Bu sayede ailece güzel bir yürüyüş de yapmış olduk. İstinyepark bildiğiniz, bildiğimiz İstinyepark. Yine çok kalabalıktı. Havanın güneşli olması bile insanların oraya akın etmelerini durduramamıştı. Biz genelde saat 10.00’da açılmasının hemen akabinde giriş yapıp (hatta güvenlik görevlilerine bizden önce giren oldu mu diye sorarız J), saat en geç 13.00 gibi çok kalabalıklaşmadan terk ederiz. Bu sefer gidişimiz gecikmişti ve bunun pişmanlığını otoparktan eve dönmek için çıkana kadar yaşadık. Ne keyfimizce kitapçıda zaman geçirebildik, ne Cafe Nero’da, ne de legocuda.

Öğle yemeğimizi otobüsün içerisindeymişiz gibi yemek istemediğimizden eve dönmeye karar verdik. Yemek sonrası plan ise belliydi: Oğlumun saçları yeniden uzayarak, gözlerinin önüne gelip rahatsızlık veremeye başlamıştı. Ona çok ama çok yakışan saçlarının koruyucu meleği olan ben, aynı zamanda onun bu rahatsızlığını gideremeyen kişi olarak da ikinci bir rol da kapmış oluyordum. Koruyucu melek vs başarısız baba. Bu paradoksal duruma daha fazla dayanamadım. Mücadeleci şövalye tarafım, yumuşak aile babası tarafıma yeniden boyun eğdi ve dayanamayıp tamam yeniden kestirelim o zaman dememle öğleden sonraki planımızda kesinleşmiş oldu.

Asıl mücadelem ise şimdi başlıyordu. Nerede kesilecekti? Adaylarımız ise 3 taneydi:

Eşimin sürekli gittiği, 3 erkek isminin peş peşe yazılı olduğu bir tabelası olan,sosyetik ve gereksiz kuaförü
Yalnızca üç makas hareketi için dünyaları isteyen ve kredi kartı dahi geçmeyen ama çocukların eğlencesi için her bir şeyin düşünüldüğü, çocuklarımızı gerçek dünyadan koparıp, yalan bir dünyanın içine hapis eden gereksiz çocuk kuaförü
Yılların basit, yalın ve etkili, limon kokulu mahalle berberi

Haklı mücadelemiz nasıl sonuçlandı?

Bu sefer hangisine gittik?

Her zaman eşim mi kazanacak?

Her zaman ben mi kaybedeceğim?

Batsın bu dünya şarkısını mı yoksa eller havaya şarkısını mı söyledim?

Bu ve daha birçok sorunun cevabı bir sonraki yazımda olacak.

Yakında görüşmek üzere…

11 Şubat 2012 Cumartesi

Anı kesemiz için güzel ve yazısız anılar aranmakta 2

Geçen yazımdaki belki de gereksiz uzun girişten sonra, hiç zaman kaybetmeden, direk olarak konuya gireceğim. Eşim çalışmamaya devam ediyor. Evet bu kadar süre geçmesine rağmen bırakın çalışmasını, ya da iş aramasını konu hakkında düşünmüyor bile. Bir elimde cımbız, bir elimde ayna, umurumda mı dünya tadında bir tutum sergiliyor. Hayatından çok şükür ki oldukça memnun. Alışveriş mekanlarını mesken tutmuş, geziyor da geziyor. Ben ise çok doğaldır ki tüm gücümle çalışmaya devam ediyorum: Hem işte ve hem de evde.

Son çalışma haftamız ne yalan söyleyeyim oldukça güzeldi. Yoğun kar yağışı nedeniyle her gün saat 3’lerde paydos ettik. Arabayı almaya cesaret edemediğimden her gün ya birisi acıyarak beni eve bıraktı ya da otobüsle eve döndüm. Cuma günü ise ne kar yağışı vardı, ne de erken paydos. Firmamız acımasız bir tutum içinde birden tam gün mesaiye geçiş yaptı. Ruh sağlığımız ve motivasyonumuz için alıştıra alıştıra bir kaç hafta içerisinde tüm gün çalışmaya dönmek varken, birden tam güne geçiş yaptılar. Bütün bir gün, hava kararana kadar çalışmak zorunda kaldık. Her şeye rağmen yoğun ve yorucu olmayan bir çalışma haftasının ardından, herkesin kolay kolay bırakın her haftasına,  bir haftasına bile kolay dayanamayacağı yoğunluktaki bir hafta sonunu merhaba dedim.

Biz de hafta sonu çok farklıdır. Çok ama çok özeldir. Tüm bu özellikler dünyasında en yoğun ve ağırlıklı olarak öne çıkan his yorgunluktur. Yoğun fiziksel tempo o kadar yakıcı seviyelerdedir ki ilerleyen zamanlarda artık vücudumuzu dahi hissetmez oluruz. Vakumlanmış ve artık bitmeye yüz tutmuş enerjilerimizle bir alışveriş merkezinden, bir alışveriş merkezine, bir parktan diğer bir yeşillik alana kendimizi sürükler dururuz. Yanımızdan geçenlerin yüzüne bile bakmak içimizden gelmez.  Sabahın kör karanlığından, akşamın geç saatlerine kadar yaşayan bir ölü gibi hisseder dururuz kendimizi. Yaşadığımızı gösteren tek emare ise geç yenen akşam yemeğinin çok zor ve tatsız bir şekilde sindirilme çabalarıdır.

Hafta sonlarında diğer bir ağırlıklı olarak öne çıkan his ise artık yanmaya başlayan gözlerimizden akan sürekli ve acı veren uyku halidir. İlk dönemlerde oğlumun geç yatıp, erken uyanması ve arada da sürekli uyanması nedeniyle böyle olmaktaydı. Son dönemlerde ise durum biraz farklı. Oğlum Allah için güzel güzel uyuyup babasının dinlenmesi için gerekli zamanı fazlasıyla tanıyor ama bu kez de eşim buna izin vermiyor.

Her akşam yeni bir oyun, yeni bir söylem, yeni bir deneyim. Bazen “artık oğlumuz da uyuyor ama bak yine erken yatıyorsun” söylenişleri, bazen “gel bu akşam canasta ya da bezik oynayalım” diye tutturmaları, hatta masayı bile bir anda hazır etmeleri, bazen de masum ve hatta davetkar bir ses tonuyla “bu akşam şöyle güzel bir filme ne dersin” baştan çıkarmaları. Tüm gün keyif yaparak, yorulmadığından benzer enerjinin bende de olduğunu düşünüyor. Oysaki zavallı ben akşamın bu saatlerine bile zor ulaşıyorum.

En tehlikeli teklifler ise Cuma akşamı yapılanlar zira hafta sonlarında bakıcı ablamız yok ve oğlumuz ile ilgili iş bölümünde fiziksel çaba gerektiren bölümler her daim benim sorumluluğumda.  Bu adaletsiz iş bölümünün doğal bir sonucu olarak Cuma akşamları böylesi teklifler sonrasında hep kavga çıkarırım. Ani çıkardığım akıl ve zeka ürünü kavgalarımla genelde kaçmayı başarıp yatabiliyorum. Sabah ise hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam etmeye çalışıyorum. Tabii bazen bu akıl dolu kaçışlar yaşanmayabiliyor. İşte böylesi durumlarda vücudum acil kafein girişini emretmeye başlar. Bu takviyeyi hemen yapmazsam ya uyuyakalırım ya da gözlerimi sabit olarak bir yere dikip, aval aval bakmaya başlarım. Bönlük durumuna geçiş o kadar çabuk ve bir o kadar sinsice olur ki önlem almaya bile zaman bulamayabilirim çoğu zaman.

Uyanır uyanmaz yapılması gerekli olan belki tek şey değil ama ilk şey mutlak surette  yüzümü yıkıyorum bahanesinin ardına sığınıp sessizce mutfağa yönelmek ve koyu bir kahveyi hemencecik içmektir.  Bu yalnızca size ait olan zaman çoğu zaman bölünecektir. Oğlunuz ve/veya eşiniz tarafından evde aranıp, çağrılabilirsiniz. Sizi bu işlemden mahrum etmek isteyecek dahili girişimler illaki olacaktır. Uygulanması gereken tek ve yegane hatta en akıllıca strateji duymamaktır. Geçici sağırlık bu işte olmazsa olmaz durumdur. Siz siz olun, duymayın. Kahvenizi için, yüzünüzü yıkayın öyle günlük işlerinize başlayın. Ben öyle yapıyorum, en azından yapmaya çalışıyorum.

Pazartesi sabahı güneş her zamankinden bir başka doğar. Bakıcı ablanın gelişi ile birlikte her şey düzelmeye başlar. İşe adım attığım andan itibaren ise hafiflemeye başlarım. Üzerime yüklenen tonlarca yük artık alınmış gibidir.  Bir kaç saat öncesinin tüm gerginliği ve huzursuzluğu, hissedilen yorgunluğa rağmen daha normale yakın bir hale gelmiştir. Tam iyileşme için belki Salı gününe ulaşmak gerekebilir ama yavaş yavaş iyileşmeye başladığımı yine de hissederim. Bir hafta sonunu daha başarılı bir şekilde geçirmiş olmanın o dayanılmaz gururunu yudumladığım kahve ile Pazartesi gününün ilk saatlerini geçirmeye başlarım.Tabii hafta sonuna merhaba dediğim saatlerde daha Pazartesi kahvesine çok ama çok vardı, aradaki bu dönemde içilecek daha yığınla kahve olduğu gibi.

Siz bakmayın şikayet edip durduğuma, hem hafta içlerinde işte, trafikte, toplantılarda ve hem de hafta sonlarında evin içerisindeki yoğun işlerde, tüm bu zorluklara katlanabilmemi sağlayan tek şey oğlum ve eşimle geçirdiğim zamanın sağladığı büyük keyif ve mutluluktur. Hayatta zaten bu mutluluğu ve keyfiyeti sağlayabilecek başka ne olabilir ki!

Beni rahatlatan ne içtiğim kahvelerdir,  ne boşalttığım içki kadehleri, ne farklı çiçeklerden oluşmuş sakinleştirici bitki çayları, ne de mis gibi kokan rahatlatıcı mumlar. Yorgunluğumu hissetmememi sağlayan, her bir anımda zinde ve enerjik yalancı hissi duymama olanak veren ve beni mutlu ve huzurlu kılan yegane şey,eşimin ve oğlumun varlıklarıdır, eve varışımda onları bulmamdır, eşimin sarılması, oğlumun öpmesidir.

Aynı örneği ve aynı reklamı bir kere daha vermiştim ama bence bir kere daha hatırlanmayı hakkediyorlar: Bir zamanlar Anadolu Hayat Sigortanın bir reklamı vardı. Erik Satie'nin Gymnopédie no.1 eşliğinde söylenen sloganı birçok kişi gibi benim de hala aklımdadır:  Evdeki huzur, mutluluk budur.

Sözüm ona geçirdiğimiz hafta sonunu anlatacaktım. Biliyorum hala anlatmaya başlamış değilim. Zaten işin güzel yanı da bu, anlatacak çok da fazla bir şey yok. Cuma günü, Yalancı Dünya günüdür bizim evde. Son zamanlardaki en büyük Cuma mutluluğumuz yeni başlayan bu dizidir.



Eve varışım sonrasında oğlumla oynamaya ve eşimin jargonu ile kaliteli zaman geçirmeye başladım. Bir süredir öğle uykularını anaokulu saat 15:30’a kadar devam ettiği için artık hayatımızdan ve hayatından çıkardığımızdan, saat 19:30 gibi süngüsü düşmeye başlar. Nasıl da tatlılaşır zaten her daim tatlı olan oğlum anlatamam. Onun uyku düzeyindeki artış ile benim onu öpüp sarılma isteğim hep doğru orantılı olmakta. Laura’nın Yıldızı, Kahverengi Ayıcık ve Çufçuflar Diyarı dizilerini izledikten sonra, bir süre sahip olduğumuz erkek hormonları nedeniyle top oynamak zorunda hissettik kendimizi. Sonrasında biraz puzzle ve biraz da lego derken yatma zamanı gelmiş de geçmiş oldu.

İyi geceler dileklerimiz sonrasında beraber yatmaya gittik.Son zamanlarda masala bile gerek kalmıyor ki genelde en az 2 tane anlatmak durumunda kalırdım. Biraz ondan biraz bundan konuşuyoruz sonrasında zaten uyuyakalıyor. Yine öyle oldu. Genelde ilk uykuya dalmam oğlumu uyuturken gerçekleşir ve eşim tarafından haince uyandırılırım sonrasında. Onun uyandırması ve benim de uyanmam gerekir zira bir eş olarak görevlerimi yapmam gerekir: Onu dinlemek. Aslında biliyorum bana uyumamam için yaptığı tüm teklifler ben uyurken onun konuşamayacak olmasından kaynaklanmakta. Biricik eşi olarak gerekirse yarı kapalı gözlerle onu dinleme (ya da dinliyormuş gibi yapma) benim gecenin bu saatlerinde üstlenmem gereken görevlerin başında gelmektedir.

Konuşması için bu arada zannetmeyin ki herhangi bir olaya ihtiyaç duysun, her konuda, her zaman konuşabilir. Hem de ne konuşma, susmamasına. Belki de bu nedenle ben az konuşan bir adam oldum çıktım ya da belki de birbirimizi bu sayede tamamlıyoruz. Gerçekleşebilecek senaryolardan en kötüsü ben uyudum diye beni suçlamasıdır. Sakat bir durumdur zira bu nedenle insan suçlanabiliyorsa geride, arkalarda belki de çok arkalarda yatan başka bir şey var demektir. Bir yandan dayanılmaz uyku durumu ve bir yandan da eğer uyursam çıkacak olan kavga. Bu tatlı stres aynı donma anında ki tatlı uyku gibidir. Uyku tüm strese rağmen o kadar tatlı gelir ki kaçamazsınız. Evdeki huzur, mutluluk budur.

Bu kez beni uyandırmasına gerek kalmadı. Hızlı bir şekilde görevlerimin başına yani mutfağıma döndüm. Yemek yapımına yardıma ve masayı kurmaya başladım. Mutfağımda eşim bile olsa başka birinin varlığına katlanamam. :-)

Eşim de bu arada başkaları tarafından hazırlanmış olan yemekleri ısıtmaya başladı ve sanki kendi yapmış bir edayla masayı kurmaya beni davet etti. Bu davet lafı size olan saygımdan yoksa alenen emretti, buyurdu, çemkirdi. Tabii doğal olarak kolay kabul gördü. İtiraz edecek ve sonrasında belki de Yalan Dünya’yı yarım yamalak seyretmeme neden olacak bir tartışmayı göze alamazdım, almadım da. Kendimi takdir edişim böylesi anlarda göstermiş olduğum cesaret ve kıvrak zekadan gelir.

Masa alışık olduğu üzere yine çok kolay kuruldu çünkü bizde önünüze çıkan yemek, hep rejim yapmayı çağrıştıracak miktar ve basitliktedir. Sırf bu nedenle sormaya gerek bile görmeden eve gelirken bir kaç çeşit meze alırım. Benim can simitlerim gibidirler.


Tüm bir haftanın yorgunluğu, yemekle birlikte içilen bir kadeh sonrasında ziyadesiyle hissedilir ama dinlenmek için hala toplanması gerekli bir masa ve yerleştirilmesi gerekli bir bulaşık makinası vardır. Çoğu kere kadehte kalan şarabı mutfakta iş yaparken bitiririm. Özenle olmasa da hızlı bir şekilde yapılan bu işlerden sonra kahve yapması için eşimin gözlerine taaa içine bakarım. Genelde işi düşmediği zamanlarda beni görmediğinden , talebimi bir de sesli tekrarlarım. Aslında gören, duyan da bir füzyon deneyi için talepte bulunduğumu ya da köz üstünde ağır ağır Türk kahvesi yapması için ricada bulunduğumu sanır. Alt tarafı yaptığı kapsülü makinanın içine yerleştirip düğmeye basmaktır. Kahveyi verirken yüzünde Nobel Ödülü kazanmış bir ifade olur her defasında. Genelde tebrik eder, böylesi nice kahve yapım dileklerinde bulunurum. Uzatmak istemiyorum tüm bunlar Cuma günü de aynen tekrarlandı.

Beyaz Show’u seyredelim mi teklifine kibarca hayır demiş ve odama doğru yönelmiştim ki peki ya scrabble teklifini duydum. Peki ya scrabble?!!! Bu oyunu sevmediğimi hala nasıl anlamaz? Sıralamamda her zaman son seçim olan bu teklifi değerlendirmeye bile almadım ve beni bekleyen uykular aleminin yolunu tuttum.

Cuma akşamı nispeten erken saatte sona erdi. İyi bir uyku çekip yarına hazırlanmalıydım. En güzel ama en zor zamanlar her zaman hafta sonları olmuştur ve ertesi gün uzun hem de çok çoookkk uzun bir Cumartesi günüydü. Başarabilirdik. Başarmayı istedik, inandık ve hayalini kurduk.

 

6 Şubat 2012 Pazartesi

Anı kesemiz için güzel ve yazısız anılar aranmakta 1

Bir yıldan yalnızca bir ay kadar daha uzun bir süre önce Bir tanışmanın hikayesi adlı yazıma şu satırları yazarak başlamıştım:

“Dizileri seyrederken “bu aile de (ya da bu kişi de) ne şansız, bütün sorunlar gelip bunları buluyor” diye hepimiz içimizden geçirmişizdir. Sonrasında da zaten hemen senaryo gereği olduğunu düşünüp, başka bir düşünceye geçiş yapmışızdır. Blog yazmaya başladıktan sonra şunu fark ettim ki aslında günlük koşuşturma sırasında farkına bile varmadığımız ya da farkına vardığımız ama günlük koşuşturmanın bir parçası gibi değerlendirip yaşadığımız birçok sorun, günlük alışkanlıklarımız ve hayat akışımızın dışında birçok olay ile sürekli karşı karşıya kalmaktayız. Aslında hepimiz birer dizi oyuncusu ya da bir filmin ana karakterleriyiz. Hepimiz aslında kendi filmimizde birer başrolü oynamaktayız. Gün içerisinde çoğu kere farkında bile varmadan, yeni insanlarla tanışıyor, yeni sorunlar hakkında çözüm yolları arıyor, karşılaştığımız küçüklü büyüklü mutlulukların tadını çıkarıyor ve yeni birçok duyguyu bazen kendi içimizde ve bazen başkalarıyla paylaşarak deneyimliyoruz. İşte blog yazmaya başladıktan sonra farkına vardığım şey, hiçbir günümün aslında bir önceki ile aynı geçmediği, yazmaya, paylaşmaya değer farklılıkların, duygu birikimlerinin olduğu gerçeği idi”.

Tüm bu satırları karalamamın ise tek bir sebebi vardı: Oğlum benim bir türlü yakamı bırakmayan faranjitin kuzeni olan larenjit ile ve annesinin kullanımına şiddetle karşı çıktığı hatta bir nevi nefret ettiği antibiyotik kullanımı ile tanışmış olmasıydı. Günlük hayatımızda başımıza gelmesi çok da uzak olmayan, hatta belki de gayet normal kabul edilmesi gereken bir durumdu aslında.

Benzer şekilde Hastalık küçük adamlara hiç yakışmıyor ve Kıyamam yazılarımda da oğlumun hastalıklarını konu etmiştim. Bizim için oldukça zor geçen hatta geçmek nedir bilmeyen ama aslında rutin karşılanması gereken birkaç akşamı sizlere anlatmıştım.

Bir saç kesiminin gurur dolu hikayesi ... Mahalle berberi adlı yazımda ise oğlumun ilk saç kestirişini konu etmiştim. Gurur dolu, muhteşem bir hikaye idi ama tabii yalnızca bizim ailemiz için.

Keşke’ler olması anılar toplansın yazımda ise oğlumun yine ilk’lerle dolu bir gecesini anlatmıştım. Söz konusu gecede oğlum ilk defa bir kiliseye gitmiş, ilk defa gittiği kilisede, ilk defa bir konsere tanık olmuş, ilk defa tanık olduğu konserde ise benim en sevdiğim besteci olan Antonio Vivaldi’nin Beatus VIR RV 597 adlı eserini dinlemişti. Başlı başına yazılması gereken bir geceydi ve yazılmıştı da.

Bazen gidilen bir konser, bazen bir saç kestirimi, bazen yalnızca bir alışveriş merkezi ziyareti, bazen ise basit bir hastalık günlük alışkanlıklarımızın ve hayat akışımızın dışında bir olay olarak algılanmakta ve hakkında sayfalar dolusu yazı yazılmasına sebep olabilmekteydi.

Bu eski yazılara atıflar da nereden çıktı? Nedir bu hiç bitmek bilmeyen giriş bölümü? diye düşündüğünüzü hatta sorduğunuzu duyar gibiyim. Anlatayım efendim…

Oğlumuz artık büyümeye ve günlük hayatımızın doğal bir parçası olmaya başladı. Daha yeni geride bıraktığımız hafta sonu oldukça yoğun geçti. Yukarıda hatırlatmaya çalıştığım neredeyse tüm aktivitelerin tamamını aynı hafta sonu içerisinde yaşadık. Bu yazım tüm bu aktiviteler için yazdığım son yazı olacak zira artık bizler için rutin bir olay haline geldiler. Bu satırları yazarken yaşadığım mutluluğu ise anlatamam. Master Card reklamında olduğu gibi tüm bu olayların artık birer yazı konusu olamamasının bendeki değeri paha biçilemez J

Tüm başımıza gelen olayları bazen ayrıntılı bazen ise yalnızca üzerinden geçmek suretiyle anlatacağım ama eşimin çok uzun yazıyorsun, ben bile yaşayan kişi olarak okumaktan sıkılıyorum, dikkatim dağılıyor yapıcı eleştirisini dikkate aldığımdan (onun sözlerini dikkate alarak ve bu yazıyla bunu kanıtlayarak aslında yalnızca evdeki hareket alanımı genişletmeye çalışıyorum) yazıları birkaç ayrı bölüm halinde sizlere sunacağım.

Bundan sonraki birkaç yazımda ne mi bulacaksınız? Aşağıda birkaç tanesini sizlere listeliyorum. Tüm bu konular ve daha niceleri çok yakında…


* Sokakta bir gezinti ve bir Starbucks macerası

* Eğlenceli bir konser: Çocuklar için notada yazmayanlar

* Amerikan Hastanesi ve uykusuz her gece

* Bebek parkı ve İstinyepark maceraları

* Mahalle berberi vs sosyetik kuaför


Daha önceden bir yazımda yazmıştım, hayatı çoğu kere aslında hayatın kendisi ile değil ama beynimizde geliştirdiğimiz yargılarla değerlendiririz. Sıradan olan aslında hayatlarımız değil ama belleklerimizdeki imgelerdir çoğu zaman. Ben bu yanılgıya düşmemek için sürekli anı topluyorum. Topladığım bu soyut anıları doğru hatırlamamı tetikleyecek somut eşyalarla ilişkilendiriyorum. Ailemizin anı kesesine güzel bir anı olarak ilave ettiklerimiz ne mutlu bizlere ki özel bir yazıyı artık hak etmiyorlar. Yalnızca bu karar bile oğlumuzun artık büyüdüğünü gösteriyor.

Daha nice güzel ve yazısız anılara...

1 Şubat 2012 Çarşamba

Haydarpaşa Garı

Sen-ben kavgasından biz olabilme bilincine ...
- the updated one -    

Aslında güzel ülkemde yazacak tonla konu her gün karşımıza çıkmakta. Son olarak oyun içerisinde oyun olan TFF’nunun yönetim kademesinde yaşanan istifa olayı bile başlı başına bir yazı konusu. Buna karşılık çok klişe olacak ama bu kendimce güzel köşeyi bu konuyla pisletmek istemiyorum. Bu nedenle başlı başına Fenerbahçe Cumhuriyetinin başarısı olan bu konu hakkında yazı yazmayacağım. Ben artık maalesef bizim ligimizden çok soğudum. Kendi tuttuğum takımı da içeride tutarak, oynanan ve oynananacak bu pis kokulu oyunlar nedeniyle benim futbol seyretme keyfiyetimi elimden alan tüm takım ve idarecilerine yazıklar olsun diyorum.

Tabii günümüzün oldukça geçerli konusu yoğun kar yağışı hakkında da yazabilirdim. Malum yağmaz bu sene bir kere bile yağmadı mırıldanmaları yükselir. Bir yağsa ne güzel mikroplarda kırılır cümlesi de yine Top 10’de olan cümlelerdendir. Yağar bu kez de perişan olduk, sokağa çıkamıyoruz mırıldanmaları yükselmeye başlar. Kimileri Doğu’dakiler ya ne yapsın empatisini gösterirken kimileri taviz vermez bir üslupla onlar alışık canım kolaycılığına kaçarlar. Velhasıl kelam yağsa da konuşulur arkasından yağmasa da ...


Geçen haftaların yine çok konuşulan konularından Can Bonomo hakkında da yazabilirdim mesela ki ben her ne kadar gerek sesi, gerek tarzı ve gerekse imajı nedeniyle Luxux grubunun solistine çok benzetiyor olsam da (ben bu arada Luxux grubunu çok severim ve dinlemenizi tavsiye ederim) kendisini beğenmediğimi de söyleyemem ve dahası bizi temsil etmek için iyi bir seçim olduğunu dahi düşünüyorum.

Ben yine de tüm bunları yazmadım. Asıl üzerinde durmak istediğim konu yine ve yeniden Haydarpaşa Garı. Hatırlayacağınız üzere 28 Kasım 2010 Pazar günkü yangın sonrasında konu hakkında bir yazı yazmıştım. Bazı hidden agenda’lardan bahsetmiştim. Millet olarak balık hafızalı olduğumuzdan ya da yalnızca daha fazla üzülmemek için unutmayı bilinçli olarak tercih ettiğimizden dikkatimizi çekmemiş olabilir ama Haydarpaşa Garı artık seferlerini durdurdu.

Çok tercih ettiğim bir gazete olmamasına rağmen hakkını yememek lazım Radikal gazetesinde konu ile ilgili bir yazı çıktı. Gazetede çıkan habere göre Radikal gazetesi, askıya çıkmayı bekleyen planın detaylarında çarpıcı bir bilgiyi fark etmiş:  Yıllardır “Otel olacak mı olmayacak mı” diye çok tartışılan tarihi gar binası, plana göre ‘Kültürel Tesis, Turizm Konaklama’’ alanı olarak ayrılacakmış.

Dahası da var. Plana uygun proje de hazırlandığında 1 milyon metrekarelik ‘Haydarpaşa Port’ta Harem Otogarı’ndan Kadıköy Moda’ya kadar olan kısım dev bir turizm ve ticaret merkezi haline gelmiş olacak. Haydarpaşa’ya yeni bir kruvaziyer limanın yanı sıra, alan içerisine toplam 4 adet de dini tesis yapılacak. 941 bin metrekarelik alanın 817 bin metrekaresine inşaat yapma serbestliği de getirilmiş.

Yine habere göre, projede ‘konaklama’ diye geçen yerler ‘otel’ olacakmış. Alanın çeşitli yerlerine 4 adet dini tesis yapılacakmış ve bu tesislerin toplam alanı yaklaşık 15 bin metrekare olacakmış. İdari bölümlerin toplam alanı ise 7 bin metrekare ile sınırlandırılacakmış. Kültür, turizm ve konaklama için 30 bin metrekarelik alan ayrılırken, 5 adet ticaret alanı içinse 132 bin metrekarelik alan öngörülmüş. 145 bin metrekarelik 3 adet başka bir yapıysa turizm ve ticaret merkezi olarak hizmet verecekmiş.

Projenin bir ucu Harem Otogarı’ndan başlarken, diğer ucu Kadıköy’de Moda sahiline kadar uzanacak. Alanın neredeyse % 60’ı konaklamaya ayrılacağından İstanbul yeni bir oteller bölgesine kısaca merhaba diyecek.

Haydarpaşa Limanı kruvaziyer limana çevrilecek olması sebebiyle bu kapsamda bir yapılaşma olacak ve bu yapılaşma ve limana yanaşacak gemiler nedeniyle Selimiye Kışlası ve Marmara Üniversitesi silüetinin görünmesi de engellenmiş olacak ve doğal silüet de bozulmuş olacak. Bozuladabilir bence önemli olan konu da bu değil. Bana göre önemli olan Haydarpaşa Garı’nın toplumsal hafıza için vazgeçilmez, ulusal kimliğin bir parçası olduğu gerçeği idi. O bizim Mostar Köprümüzdü. O bizim İkiz Kulelerimizdi. O bizim Eyfel Kulemizdi.

Hafızalarımızı tazelemesi adına yangın sonrası yazmış olduğum yazıyı aşağıda tekrar sizlerin dikkatine sunuyorum. Hoşçakal Haydarpaşa Garı.

"Ey İstanbul, sen mi büyüksün ben mi?'' diyecek olanlara son çağrı. Taşı toprağı altın diye bu karmaşa yumağına koşan yüz binlerin çoğunlukla ilk adımlarını attıkları 100 yıllık Haydarpaşa Garı yakında otel ve alışveriş merkezine dönüşüyormuş. Söylentiler gittikçe dillendirilmeye başlandı benden uyarması. Hatta ön özelleştirme çalışmaları başlamış bile.

Türk filmlerinin olmazsa olmaz sahnesidir, trenden iniş, Haydarpaşa Garı ile tanışma, ağır ağır peronda yürüme, Sultanahmet'in muhteşem minarelerini, Kadıköy önünde tüm ihtişamıyla uzanan mendireği, deniz fenerini ve hatta hayatlarında ilk kez vapuru görmeleri. Başarılı olanların geçmişleriyle vedalaştıkları, olamayanların ise hayal kırıklıklarının sembolik başlangıcıdır Haydarpaşa Garı. Ama tümü için İstanbul’a varış, İstanbullu olmaktır Haydarpaşa Garı. Bugün artık kimsenin yüzünde Köyden İndim Şehre filminde Metin Akpınar'ın yüzündeki "Bura nere?" şaşkınlığı olmasa bile yine de  "Neymiş bu İstanbul, görelim'' diyenlere bir hoş geldin, doğu ile batı arasında bir köprüdür Haydarpaşa Garı.

Her şey aslında 30 Mayıs 1906 tarihinde başlamış. TCDD'nin ana istasyonu olma özelliği taşıyan Haydarpaşa Garı 1908 yılında İstanbul - Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak hizmete girmiş. Binanın bulunduğu sahaya III. Selim'in paşalarından Haydar Paşa'nın adı verilmiş. Otto Ritter ve Helmuth Conu adlı iki Alman mimar tarafından hazırlanmış bir proje, Alman ve İtalyan taş ustalarının birlikte çalışmaları ve Anadolu Bağdat adı altında bir Alman şirketinin ortaya çıkardığı artık tarih olmuş bir bina. Abdülhamit zamanında yaptırılan bina aslında ne sultana ne de sultanın şehrine şans getirmiş. Haydarpaşa Garı, hizmete girdiği yıl padişah tahttan indirilmiş. Temeline ustaların Lefke'den getirdikleri ilk taşı koymalarından itibaren geçen 10 yıl süresince de güzeller güzeli sultanın bu başşehri bu şansızlıklardan hep payını almış. Bina Birinci Dünya Savaşı sırasında gar deposunda bulunan cephanelere yapılan bir sabotaj sonrası çıkan yangın sonucu, büyük bir hasar görmüş sonrasında yeniden onarılmış ve bugünkü şeklini almış.

Fizyolojik ve biyolojik olarak birbirlerine benzeyen farklı ülkenin insanlarında bile inanç, düşünce, tutum ve olayları algılayış tarzı bakımından farklıklar vardır. Bu farklılığı ortaya çıkaran etkenlerin başında içinde yetiştikleri toplumun kültürel yapısı gelmektedir. Çok kaba bir tanımla, bir toplumun tarihsel süreç içinde ürettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı her türlü maddi ve manevi özelliklerin bütününe kültür denmektedir. Başka bir ifadeyle kültür, bir toplumun kimliğini oluşturur, onu diğer toplumlardan farklı kılar. Kültür, toplumun yaşayış ve düşünüş tarzıdır. Toplumsal dayanışma ve birlik duygusu, biz olma bilincidir. İnançlar, gelenekler, normlar ve düşünce biçimleri de etkiler bu biz olabilme sürecini, binalar, her türlü araç-gereç ve giysiler de. Dahası kültürün maddi ve manevi öğeleri arasında sürekli bir etkileşim de vardır, birinde meydana gelen bir değişim diğerini de etkiler.

Haydarpaşa Garı - kişisel fikrimdir- filmlerimize, dizilerimize, yaşantımıza, düşüncelerimize, sembolik dünyalarımıza mal olmuş bir kültür parçamızdır. O kadar ki bu kültürel parça hem maddi ve hem de manevi olarak vücut bulmuş bir kültürel zenginliğimiz, bir hazinemizdir belleklerimizde.

Tarihi Haydarpaşa Garı'nda, 28 Kasım 2010 Pazar günü saat 15.30 sıralarında, henüz belirlenemeyen nedenle yangın çıktı. Basit bir tamirat işlemi, özensiz ve muhtemelen tarihi binalar konusunda deneyimsiz bir tamirat firması ve yerel yöneticilerle ilişkilendirilen rant dedikoduları. İçinde yer aldığı belediye “bizden alınmış bir onarım ruhsatı yoktur, çalışma kaçaktır” diyerekten topu üzerinden atıyor. Mimarlar Odası “biz öncesinde uyarıda bulunmuştuk, uyarımızı dikkate almadılar” ifadesiyle adeta bir çocuk gibi küstüğünü, darıldığını ilan ediyor. Gar müdürü itfaiyeye hemen haber verdiklerini söyleyerek, kısa sürede söndürdükleri için itfaiyeye methiyeler sıralıyor. Herkes yanan çatı özelinde. Hadi tamam kalın bu özelde de hiç olmazsa “nerede iş müfettişleri diye sorun, “çatı çalışanları sigortalı mı” diye incelemede bulunun, “tamiratı yapan kişilerin ehliyetli olup olmadıklarını” sorgulayın mesela,  “yangın güvenlik önlemi niye alınmamış” diye hesap sorun, hiçbirini yapamadın temel kurulması gereken sistem olan “çatı springer sistem neden kurulmamış” bunu izah etmelerini isteyin. Normal şartlarda bu eksikleri olan binlerce işveren milyarlarca lira ve hapis cezalarına çarptırılmakta, sahi takip edecek/edebilecek misiniz bunları sorumlu ve ilgili birimler olarak. Diğer taraftan da bazıları konuyu garın sınırları içinde yer aldığı belediyeye yıkma hesapları içerisinde bir kulp bulma isteklerinden.

Oysaki yanan sadece bir çatı, sadece bir bina değil, yanan bizim tarihimiz, bizim kültürümüz. Aslında yanan biz olduk, biz olabilme bilincimiz oldu.

İstanbul’un en güzel silüetlerinden birine sahip olan Haydarpaşa Garı ve çevresi hakkında yangın öncesinde ve sonrasında yazılan ve dillendirilen bir çok dedikodu oldu. Haydarpaşa Garı yeni bir dönüşüm projesiyle anılmaya başlanmış güya beş yıldızlı otel ve alışveriş merkezi ihtiyacını karşılayacakmış. Hatta proje kapsamında liman ve gar bu bölgeden çıkarılacakmış yerine iş ve eğlence merkezleri, gökdelen, yat ve kruvazör limanlarının olduğu bir bölge haline getirilecekmiş. Yerli Manhattan olacakmış başka bir ifadeyle. Programa verilen başka bir ad ise Dünya Ticaret Merkezi’ymiş. Gar ve liman çevresine, New York'ta 11 Eylül saldırılarıyla yıkılan ikiz kulelerin benzerlerinin inşa edilmesi düşünülüyormuş. Projenin mimarının ismi bile belliymiş. Daha neler neler... Belçika’lı meşhur firma Atelier D'art Urbain tarafından hazırlanan ve Venedik tarzı kanalların yer aldığı projeler, konut, ofis, otellerin yanı sıra alışveriş merkezi, kongre merkezi, fuar alanları ve marina da bulunduğu bir yapılandırma, Kadıköy ile Üsküdar ilçelerinden arazileri de kapsayan merkezler, rekreasyon alanları. Bazıları ise direk hedefe yönelik yapıyor dedikodusunu: “Proje temel olarak Haydarpaşa Garı ve liman sahasındaki TCDD işletme faaliyetlerinin durdurulması ile bu alanda mevcut tarihi gar binasını da içerecek şekilde yeni rant merkezleri oluşturulmasını hedefliyor.” Tabi tüm bunlara karşı alınan önlemler de sıralanmakta daha doğrusu arkalarına sığındıkları tek bir karar sürekli dillendirilmekte: "Garın Kentsel ve Tarihi SİT alanı olarak kabul edilmesi kararı "...

Kültür durağan değildir. Zaman içinde değişir, maddi öğeler daha hızlı değişir. Bir kültürde ortaya çıkan maddi veya manevi kültür öğesinin dünyadaki başka kültürlere yayılması olarak tanımlayabileceğimiz kültürel yayılma karşı değilim. Kim İtalyan’ların spagettisini sevmez mesela ya da ulusçuluk fikrinin ortaya çıktığı Fransa’dan hangi ülke etkilenmediğini iddia edebilir,  Kuzey Amerika yerlilerinden öğrenilen tütün kullanımı hala insanları zehirlemiyor mu... Benim karşı olduğum öncelikle kültür emperyalizmidir. Başka bir ülkenin bizleri kitle iletişim araçlarıyla etkilemesi ve kendine benzetmesidir. Bunun bugün kim olmadığını söyleyebilir ki? Bu çalışmanın en vahim tarafı sömürgeciliği kolaylaştırması. Ama benim bundan bile daha çok karşı olduğum ve dikkat edilmesi gereken nokta Kültürel Yozlaşmadır. Yabancı kültürlerin olumsuz etkisi ve toplumun kendi öz değerlerine yeterince sahip çıkmaması sonucu meydana gelen bozulma. Yardımlaşmanın yerini çıkarcılığın ve duyarsızlığın aldığı kanserli yapı. İşte bu anlayış beraberinde rant için her yol mübahtır, gerisi teferruattır düşüncesini getirir. Bu anlayış üniter devlet yapımızı yok eder, kardeşi kardeşe kırdırır ve birgün yok olmamıza neden olur.

Ulusal çıkarlar ve ülke menfaatleri için yapılacak her bir proje bana göre desteklenmelidir. Yeter ki iktidar olsun, muhalefet olsun, tüm kesimlerin, tüm bireylerin aynı kültür içersinde yoğrulmaları ve millet olabilme özelliğini taşıyabilmesidir. Önemli olan paylaşılan hayallerin ve vizyonun aynı olabilmesidir. Önemli olan aynı yöne tüm bireylerin bakabilmesidir. Binalar işte bu uğurda korunadabilir Berlin’de olduğu gibi yıkıladabilir.

Cazda “mükemmel bir durumda olmak  - being in the groove ” diye bir deyim vardır. Bu deyim bir topluluğun “ tek bir kişi olarak çalmasını ” anlatır. Bir olabilmektir mükemmeliyet.

Dilerim ortak bir kimlik ve sadakat hissi etrafında birgün toplanabilir ve tek bir kişi gibi çalmayı başarabiliriz ...