Bu Blogda Ara

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Hayal kurmaya ve geleceği bugünden yaşamaya hazır mısınız?

Şimdiden iyi eğlenceler...


Yıllar öncesinde eşimin New York’da yaşayan bana göre uzak eşime göre yakın kabul edilebilecek yaşça büyük akrabaları bize ziyarete gelmişlerdi. Çok şeker bu çifti hemencecik de sevmiştim. Özellikle adam ile saatlerce dinden konuşmuştuk. Ona göre din diye bir şey yoktu ve tüm bu din olgusu kişilerin ortaya çıkardığı güce yönelik uygulamalardı. Hatta bu inancını destekleyici argümanları oldukça etkileyici ve hatta dahası inandırıcıydı da. İlgili tavsiye ettiği kitaplar da bir o kadar etkileyici ve şaşırtıcıydı. Her şeyden önce benim için çok yeni kavramlardı.

O akşam dinler dışında bana bir kitap daha tavsiye etmişti: George Friedman’ın Dünya Düzdür kitabı. Henüz ülkemizde kitap çıkmamıştı bile. İngilizcesini mi alayım, Türkçe çevirisinin yapılmasını mı bekleyeyim derken kitap piyasaya çıktı ve hemencecik alıp okudum. Bana göre çok büyük sözlerin olmadığı bir kitaptı. Daha çok bilinen şeylerin toparlandığı ve yine bana göre çok da yeni şeylerin yer almadığı kelimeler topluluğuydu. Ama dünyada büyük yankı bulmuştu. Bu kitap sayesinde Amerikalı siyaset bilimci bu abi ile de tanışmış olduk. Dünyanın önde gelen özel istihbarat firması Stratfor kurucusu ve CEO’sudur. Medya uzmanı olarak da tanınır ve aralarında “Gelecek 100 Yıl”ın da olduğu altı kitabın ve ulusal güvenlik, jeopolitik ve istihbarat üzerine yazılmış sayısız makalenin yazarıdır kendileri.

“Çince'yi boş verin, Türkçe, Japonca ve Meksikalıların dilini (İspanyolca demek istiyor)öğrenin. Rusya ve Çin gibi güçler için önümüzdeki yüzyılda endişelenmeye gerek yok, bu ülkeler komünizme benzer şekilde çöküş yaşayacak. Türkiye - Japonya birliğinin, ABD ile savaşı bugüne kadar var olan klasik silahlarla yapılan savaşlardan tamamen farklı olacak. Yani bugünden bir tür bilim kurgu gibi görünen savaş yaşanacak” gibi sözlerin sahibi de yine kendisidir.

Kendisi Amerika’da bolca bulunan think thank’lerden yalnızca bir tanesi ama belki en tanınmış olanı. Yapmış olduğu analizlerinde eminim herkes tarafından kolaylıkla ulaşılabilen, gerçekçi bilgiler kullanıyordur ama ileriye dönük yapmış olduğu tahmin ve çıkarımlar bana çok da gerçekçi gelmemekte hatta biraz ukala bir ifadeyle çok da spekülatif bulmaktayım. Özellikle ülkesi çıkarına söylemleri ve tahminleri objektiflikten çok uzakta. Bugünkü verilerle yarının dünyasını planlamasını çok matrak, eğlenceli ve zihinsel bir çalışma olarak değerlendiriyorum ama okumadan da edemiyorum işte :-)

Friedman ve benzeri çalışmalar yapan diğer think thank’cileri bu kadar meşhur ve önemli kılan olgunun ellerinde ki sınırsız veriler ve yüksek bütçeler sayesinde, yakın gelecek tahminlerinde ki başarı olarak görüyorum. Yalnız Cesar’ın hakkı da yine Cesar’a: Friedman Uzakdoğu krizini ilk tahmin eden kişi olarak tarih sahnesindeki haklı yerini almıştır.

George Friedman’ın büyük ilgi uyandıran, New York Times bestseller’ı “Gelecek 100 Yıl” adlı kitabında önümüzdeki yüzyılda bizleri, çocuklarımızı ve torunlarımızı bekleyen gerçekleşmesi ihtimal dahilinde olan olayların ve trendlerin bir portresini sunmuştu. Büyük devlet olmak isteyen devletler strateji ve planlarını hep çok ama çok ilerisi için yaparlar. Bu açıdan kitap önem taşımaktaydı. Belki ütopik fikirler de yoktu ama söyledikleri şeylerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini yazarın kendisinin bile göremeyeceği rahatlığı içerisinde  bence bol keseden atılan projeksiyon kırıntılarıydı.

Friedman şimdiler de ise “GELECEK ON YIL-The Next Decade” ile yine gündemde. Ülkemizde 1. baskısının Nisan 2011’de yapıldığını hemen belirtmeliyim. Bu kitabı “Gelecek 100 Yıl” kitabından farklı değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Bu son kitabında, kendisini hem medyada hem de akademik ve siyasi çevrelerde öne çıkartan tarih bilgisi ve öngörüsüyle, analizlerini önümüzdeki on yılda, tüm dünyanın karşısına çıkaracak olan önemli olaylar ve zorluklara odaklanmış. Kendi ifadesiyle, “önümüzdeki on yıl, büyük bir değişim dönemi olacak. Şu anda hayal etmesi zor olsa bile İslam dünyasındaki savaşlar azalacak, biz terörizmle yaşamayı öğreneceğiz, teknoloji ve enerji gerçekleri yepyeni yönlere sapacak.”

Normal şartlar içerisinde, yazdıklarının gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini görebileceğimiz ve kendisini test edebileceğimiz bir zaman dilimini bana göre cesaretle ele almış. Bu dönemde ki tahmin (çıkarım, sonuca ulaşma) başarısı bir önceki kitabını da daha önemli bir duruma getirecektir. İşte bu bakımdan bu kitap benim için önem taşımaktadır.
Bundan sonraki bir kaç yazımda, sizlere ve kendime (benim için de ileride dönüp bakmak adına özet bir kaynak olmuş olacak) işte bu kitap hakkında yazacağım. Umarım ilginizi çeker. Kaç yazı olur, ne kadar sürer, şimdilik bilemiyorum. Tek bildiğim mümkün olduğunca sizlerin de dikkatini çekebilecek ve bizleri ilgilendirebilecek bölümlere yoğunlaşacak olacağım.

Yazar tüm yaşanacakları Birleşik Devletleri odağa koyarak anlattığından ve dahası bu devlet nasıl bir imparatorluk olur diye stratejiler ürettiğinden bundan sonraki yazıların başlıkları Tasarlanmış bir imparatorluk: Amerika Birleşik Devletleri olacak. Altında ise o bölüm için geçerli olan alt başlıklar yer alacak. Başka bir ifadeyle aslında gelecek on yıl bağımsız olarak anlatılmayacak, Birleşik Devletler penceresinden anlatılacak.

Tüm kitaba zihinsel bir modelleme olarak baktığımı tekrarlamak isterim. Tek güzel yanı normal şartlarda modellerinin ne kadar başarılı olduğunu da görebilecek olmam. Sizlere kişisel küçük tavsiyem, tüm yazılanlara milliyetçi duygularınız kabarmadan ve bu nasıl bencilce bir düşünce demeden, modellenen bir tahmin oyunu gibi bakmanız. Aksi durumda çok doğal olarak sinirlenebiliyorsunuz.

Bir kaç satırda uygulayacağım metodoloji hakkında yazmak isterim. Yazının kolay yazılabilmesi ve yine kolay takip edilebilmesi için de Friedman’ın ağzından çıkan her şeyi kendi süzgecimden geçirdikten sonra ama anlamını değiştirmeden aktaracağım. Başka bir ifadeyle benim düşüncelerim olmadığını hemen anlayacaksınız ama yine söz konusu düşüncelerin benim tarafımdan yazıldığını da hemen anlayacaksınız. Zaten benim tahminlerim tabii ki çok daha gerçekçi olurdu :-) Olası benim fikir ve görüşlerim olur ise ya parantez içerisinde ya da italik olarak yazacağım.

Yakın bir geleceğe doğru hep beraber yolculuğa çıkıyoruz. Hazır mısınız? Kemerlerinizi bağlayın ve gözlerinizi kapatın. Hayal kurmaya ve geleceği bugünden yaşamaya gelin beraber başlayalım... İyi eğlenceler!

15 Temmuz 2011 Cuma

Göcek Adası: Sen kalk, cennetten kopup buralara gel ...

Bu dünyaya bir kere geliyoruz. Lütfen yalnızca bir dakika yaptığınız işleri bir kenara bırakın ve düşünün: içinde bulunduğunuz tek düzelikten sıkılmadınız mı? Ben zaman zaman bu aynılıktan sıkılırım hatta dellenirim ve planlarda olmayan işlere kalkışırım. Kendime göre çok da iyi ederim J
Bu anlar benim için kendimle guru duyduğum anlarımdır.

Oğlumun son zamanlarda bu sıcaklarda ağzından düşürmediği tek kelime olan tatil kelimesi artık her ağzından çıkışında bana ızdırap vermeye başlamıştı. Adeta bir bir ok oluyor ve her defasında, yolunu şaşırmadan gelip beni buluyordu. Sıcaklardan ve her gün neredeyse aynı şeyi yapmaktan usanmış, bıkmış ve sıkılmış olan oğlum, gözlerimin içine bakıp baba beni kurtar diye yalvarıyordu adeta.  En azından tatil kelimesi her duyduğumda benim düşündüğüm en hafif olarak bunlardı.

İstanbul’da yaşamanın sayısız avantajları vardır ama hayatınızdan çalan sayısız da  tatsızlıkları vardır. Akıllara ziyan trafiği, sürekli koşuşturma, sürekli bir yere yetişme çabası içersinde hissetmenize neden olan yorucu ve stresli hayatı, aynı şehirde yaşıyor olmanıza rağmen görüşemediğinizden biten arkadaşlıklar, yazları gereksiz sıcak ve nemli havası, girilebileceği geçtim bulunabileceğiniz seviyeden gerek temizlik ve gerekse diğer katılımcıları nedeniyle hem de çok uzak olan plajları, pahalılığı, yaşam kaliteleri arasındaki uçurumlar, üzerinize üzerinize gelen, boğucu kalabalıklığı, cin olmadan adam çarpmaya kalkan zeka yoksunları, sonradan gören ne oldum delileri, insanların kabalıkları, estetik ve terbiye yoksunu çoğunluk halkı bunlardan sadece bir kaçı olarak aklıma ilk gelenlerden.

Oğluma tatil adına bu şehirde hiçbir şey sunamazdım. Sürekli iş-ev arasında mekik dokumaktan ve aileme çok az zaman ayırmaktan (ailemle geçirdiğim zaman dilimi birçokları için çok, bir kısım için yeterli bulunabilecek bir süre olabilecekken, bana bırakın yetmesini onları adeta hergün özlememe neden olacak kadar az gelmekte)sıkıldığım bir anda, hem de hiç yeri ve zamanı değilken (iş hayatında tüm zamanların en yoğun dönemini geçiriyorum), eşime hadi kalk Göcek’e gidelim dedim. Ya iş yerinde herşey yolundaydı ya da oğlumun yakarışları ona kadar ulaşmıştı: hemen kabul etti.  Eşimin kabul etmesi çok önemlidir zira tüm organizasyonu, santim santim o yapar, o planlar. Ben amaç denklemini yine onun yardımıyla kurarım ve mesela hadi kalk Göcek’e gidelim derim. Gerisi onun işidir. Uçak ve otel rezervasyonları, bavulların hazırlanması, gerekli olan alışverişler,  gidilecek yerde yapılacaklar, ilgili transferler, ... Biliyorum hayatım çok zor ama alıştım artık. Beni dert etmenize gerek yok J

Geçen sene Dalaman’a gitmiş ve oradan Göcek’e günlük çıkartmalarda bulunmuştuk. Tadı damağımızda kaldığından bu sene böylesi uzuuun bir hafta sonu kaçamağı için ilk tercihim(iz) burası olmuştu. Amaç denklemi belirlendi, izinler alındı. Sonrasında 1.çoğul şahıstan 1.tekil şahışa hızlı geçiş yapıldı. Eşime uçak ve otel rezervasyonları yapmasında, bavulların hazırlanmasında, gerekli olan alışverişleri yapmasında ve gidilecek yerde yapılacakları belirlemesinde hep sözlü destek oldum, onu yüreklendirdim, alkışladım ama takdir edilmedim. Eşimi anlamakta zorlanıyorum. Bana bu süreçte neden kızdığını anlayabilmiş değilim ama onu artık olduğu gibi kabul ediyorum.

Size kişisel ve şiddetli bir tavsiyede bulunmak istiyorum: Bütün işlerinizi bir kenara bırakın, artık yapmayın, ya da en azından ara verin ve kalkın Göcek’e gidin. Hani yeryüzündeki cennet sözü sanki bu şirin belde için söylenmiş. En son ne zaman yalnızca siz istiyorsunuz diye bir şey yaptınız. Göcek’e yalnızca siz istiyorsunuz diye gidin. Kendinizi şımartın ve gidin. Küçük hem de çok küçük ama öyle bir şirin öyle bir güzel ki, kolay kolay ayrılmak istemeyeceksiniz. Üstelik bünyesinde dile kolay tam 5 uluslararası marinayı da barındırmakta .

Öyle yatlar var ki iç geçirip keşke benim de olsa diyorsunuz. Tabii sonra evrensel iki gerçeği hemen hatırlayıp rahatlıyorsunuz: En iyi yat, arkadaşının yatıdır ve yatı bir alırken ve bir de satarken mutlu olursunuz. Diğer taraftan yine öyle yatlar da var ki uzansanız dokunabileceğiniz kadar  yakınlarından geçerken bile iç geçirmiyorsunuz. Hayallerinize bile giremeyecek kadar değerli olanları var içlerinde. Milyonluk yatlar öyle sıralanmış sizin beğenmenizi ve hayal dünyanıza girip giremeyeceklerini öyle bekliyorlar.

Bakmaya doyulmayan bu teknelerden dolayı öyle her yerde denize girmek mümkün değil tabii. Balayını yaptığımız ve hafta içi adam başı 35 TL’ye girilen Swiss otelin bir plajı bulunmakta. Ama inanın sürekli boştu. Bizden sonra bir daha asla eskisi kadar tutulmamış J Göcek’te güzel olan, tekne ile açılmak ve açıklarda kendinizi o mavinin her tonunun yer aldığı güzelim denizlere bırakmak ya da merkezden kalkan dolmuş motorlara atlayarak Göcek Adasına gitmek ve o bakir, o enfes, o muhteşem plajında deniz ve doğa ile bütünleşmek.

Hani anlatılmaz yaşanır derler ya ada da işte böyle bir yer. Ne kadar anlatsan o dinginliğini, o huzur veren ortamını, sakinliğini, güzelliğini anlatamam. Elektrik bile yok adada. İçeceklerin soğuması için koca koca buzlar taşınmakta her sabah adaya. Turabi bey, adanın işletmecisi, motor ile seferleri yapan kişi , zamanın hızlı jandarması, işletmesi hakkında şunları söylüyor: “Mesele abinin (parmağı ile beni gösteriyor – indir o elini kızıyorum diyeceğim ama içinde belli kötü niyet yok)bu adaya gelmesi değil, yengenin buraya tek başına gelebilmesi ”diyor. Ben böylesi huzur dolu, sakin ve bir o kadar güzel bir yer görmedim ve bu devirde de eğer survivor’da yarışmayacaksam görebileceğimi de sanmıyorum.

Göcek’in bir başka özelliği ise nerede yerseniz yiyin, muhteşem lezzetli kızarmış patatesleri. Öğlen, akşam, ikişer ikişer porsiyon bir götürdük ki sormayın. Bu tadı nicedir özlemişiz büyük şehirlerde dondurulmuş, tatsız kuzenlerini yediğimizden.

Can Restoran’da meze ve balık, Kebap Hastanesi’nde lahmacun (ki ben hiç sevmem ve genelde yemem de)ve Beyti sarma, ve Recep Usta’da çeşit çeşit ızgara ve kızartma et yemeden sakın ayrılmayın. Ben öğlenleri soğuk bira ve akşamları rakıyı tercih ettim. Eşimi bir öğlen ikinci birasını içerken de gördüm ya artık ölsem de gam yemem.

Biz Görkem Apart diye bir yerde kaldık. Gerek temizlik, gerek ilgi, gerek konum, gerek havuzu ve gerekse ücreti bakımından dört dörtlüktü. Ev yapımı bir anne poğaçası vardı ki, ilk ısırığımda inanın lezzetinden ve bu tadın içimde oluşturduğu mutluluktan bir anda gözlerim doldu. Hem ağladım hem yedim. Ev yapımı çilek reçeli ise hani bir kavanozlansa insan koli koli alıp götürür evine. Yine hararetle burasını tavsiye ederim.

Oğlum bulunduğumuz süre zarfınca neredeyse hiç denizden ve havuzdan dışarı çıkmadı. Denize de doydu, güneşe de. En azından belli bir süreliğine. Bütün gün boyunca tüm enerjisini harcadı durdu. Tüm senenin pineklemesini bir kaç günde üzerinden attı. Akşam yemekleri sırasında baba beni yatağıma götür, çok uykum var yakarmaları, her gece yatırmak için akla karayı seçen bizler için tam anlamıyla bir zafer ve şölen anıydı.

Göcek tatili bize çok iyi geldi. Dinlendik, eğlendik, bol bol yedik ve yüzdük. Ne stres kaldı, ne sıkıntı ne de telaş. İhtiyacımız fazlasıyla varmış. Oğlumun bu süre zarfında, gözlerindeki mutluluk ve ışıltı ise paha biçilmezdi. Anı kesemize bir kaç gün daha atıverdik. Ne mutlu bizlere ve daha nicelerine ...

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Hayallerimizin peşinden gidebilmek ... Aşk Mektupları

Hayallerim, hobilerim ve ben serisinin dördüncü yazısı olan Kabullenme ve tekrar başlama bölümünde sizlere Aşk Mektupları (Letters To Juliet) isimli bir filmden bahsetmiş ve mutlak surette bu filmi anlatan bir yazı yazacağım demiştim.  Örnek insan, büyük düşünür, süper çizgi kahraman Homer Simpson’ın da dediği gibi “Bizi, hayvanlardan ayıran en önemli özellik,verdiğimiz sözü tutmamızdır”. Bu vesile ile de sözümü tutmanın tarifsiz mutluluğunu ve huzurunu yaşadığımı bilmenizi isterim.
Eşimin annesi ve babası geçenlerde bizdeydiler. Onların bizde olmaları hayatımızı oldukça kolaylaştırmakta olduğu artık yadsınamaz bir gerçek. Oğlum uyanık iken yıkanabilmem ve dahası televizyon karşısına oturup neredeyse hani bir filmin tamamına yakınını seyredebilmek bunun en büyük kanıtı. Ben hiç gitmesinler ve hep bizde kalsınlar istiyorum ama şartmış gibi hep dönüyorlar evlerine.
Yıkanma sonrası çok dikkat çekmeden salona gittim. Sessizdim. Umutluydum. Heyecanlıydım.  Ben çıktımmmm, yapılacak bir iş var ise artık hazırımmmm, hadi bana iş verinnnn gibi naralar atmadan koltuğa önce iğriti ve hemen kalkmaya hazır bir şekilde oturdum. Sonra utanmadan iyice kaykılıp uzanıverdim. Kumanda elimde, salon bomboş, yıkanmışım ve oğlumla ilgilenecek evde benden başka üç kişi daha var. Bundan daha büyük bir mutluluk olabilir mi?
Ne seyretsem zaten beğenecektim bu kesin ama filmin İtalya'da geçiyor olması bunu garanti haline getirmişti bile. Hep söylemişimdir ve söylemeye de devam edeceğim: İstanbul dışında (son zamanlarda itiraf etmek gerekirse İstanbul daha bir ikinci planda kalmaya başladı gibi) yaşayabileceğim hatta yaşamak istediğim tek bir ülke var o da İtalya. Sürekli bunu söyleyerek bir nevi aslında secret yapıyorum ya da günün moda terimi ile vizyonluyorum.
Nelson Mandela, doğru şeyi yapmak için her zaman "doğru" zamandır demiştir. Biliyorum ve hatta eminim ki benim de doğru zamanım artık gelmek üzere. Hissedebiliyorum kısa bir süre sonra artık ben de arya ve operalar eşliğinde, bu ülkede karafta sunulan kırmızı şarap ile birlikte pizza yiyor olacağım. Yemek öncesinde serinlemek için limoncello’mu yudumlayacağım. Yemek sonrasında ise kesinlikle tercihim amaretto'lu espresso ve sonrasında grappa olacak. Venedik, Floransa, Verona, Sienna ve daha nice güzel yerlerine seyahatler gerçekleştireceğim. Aşıklar çeşmesine para atıp dileklerde bulunacağım. Dinlenmek ve güneşin tadına varabilmek adına İspanyol merdivenlerinde oturacağım. Venedik meydanlarında sokak müzisyenlerinden Verdi ya da Vivaldi dinleyeceğim. Uzun ve neşeli yemek masalarını bizzat ben organize edeceğim. Yüksek sesli sohbetler ve kahkahalar içerisinde öğle yemekleri yiyeceğim ve sonrasında siesta zamanı diyeceğim. Yavaş ve bir o kadar keyifli hayatı, mahalle baskısız din motifli bir düşünce yapısını doya doya yaşayacağım.
Kenan Evren bir gün Picasso tablosuna bakarak, bunu ben de yaparım demiş. Alain Prost  ise yarış kazanmak istiyorsan, ne hızda gitmen gerektiğini bilmeli ve o kadar hızlı gitmelisin; ne eksik ne de fazla demiş. Umarım ben Marmaris ressamının durumuna düşmem ve birgün bu söylediklerimi doğru hızda giderek gerçekleştirebilirim.
Tekrar evdeki salona ve filme dönecek olursam, oldukça sıradan ama kesinlikle sıkıcı olmayan ve insanın içini ısıtan bir film seyretmeye başladım. Luciano Pavorotti  tam bir İtalyandı. Hayattaki en güzel şeylerden bir tanesinin her işi bırakıp yemek yiyebilmek olduğunu söylemişti röpörtajlarının birisinde. Verona ve Sienna merkezli muhteşem manzaralı bir İtalya gezintisi içersinde, büyük masalarda, kalabalık ve gürültülü ama kesinlikle eğlenceli ve keyifli ortamlarda yenen yemek işte bu büyük ustayı hem de nasıl destekler nitelikteydi anlatamam.
Yemek ile birlikte filmde aşktan da önce öne çıkan bir başka öğe ise şarap motifiydi. Belki de şarap içmesini çok sevdiğimden, filmi benim için keyifli ve güzel kılan başka bir neden de buydu işte.  Filmde herkes ama herkes benim gibi şarap severdi ve sürekli içiyorlardı. Çok kel alaka gibi görünse de söylemeden geçemeyeceğim: Brothers and Sisters adlı diziyi de sevmemin aslında ana nedeni buydu.
Filmin orijinal adı Letters To Juliet yani çevirinin aslında Juliet’e Mektuplar olması gerekir değil mi? Ama olmamış. Belki de ticari başarı kaygısından daha bir genelleme yaparaktan Aşk Mektupları demişler. Peki bu benim için ya da film için önemli miydi? Kesinlikle hayır, açıkçası umurumda bile değildi. Yalnızca ne kadar dikkatli olduğumu ve ingilizceye ne kadar hakim olduğumu sizlere ve kendime göstermek istedim J
Filmin tarzı belki de en basit yazılacak olan: Romantik komedi. Bünyesinde bu tarza uygun düşen tüm naifliği ve duygusallığı içermekte. Zaman zaman sizlere hatırlattığı bazı geçmişe yönelik anılardan içiniz sızlıyor, kimi zaman mekanları hayranlıkla takip ediyor, kimi zaman duygulanıyor ve kimi zamanda gülümsüyorsunuz. Hiçbir duyguyu içinizde pik yapacak kadar yaşamıyorsunuz ama her bir duyguyu da tecrübe edebiliyorsunuz. 
Gary Winick diye biri yönetmiş ve bence işini de çok iyi yapmış. Başrollerde ise Amanda Seyfried, Gael García Bernal, Vanessa Redgrave, Christopher Egan ile Franco Nero var. Hikayeyi özetlemek gerekirse 50 yıl öncesi başlayan ve ne yazık ki yarım kalan bir aşkın günümüzdeki devamı.
Claire  rolü  ile Vanessa Redgrave filme hemen damgasını vuruyor. 15 yaşında İtalya’ya eğitim için gelen Claire, aile baskısı nedeniyle (ve tabii daha çok küçük de olduğundan) sevgilisinden ayrılıp İngiltere’ye geri döner. 50 yıl  boyunca hiç  görüşmezler, mektuplaşmazlar. Bugünkü gibi sms ve facebook’da olmadığından (en azından ayrılıklarının büyük bir bölümünde) ayrı  yaşamlar kurarlar.  Evlenirler. Çocukları ve dahası torunları olur. Claire, İngiltere’ye dönmeden Verona’da Ağlama Duvarı gibi aşıkların mektuplarını bıraktığı geleneksel Juiliet  Duvarına bir de mektup gizler. Gizlediği bu mektup 50 sene sonra Sophie (Amanda Seyfried) tarafından bulunur. Sophie yazar olma yolunda biridir ve Claire’e çok güzel ve romantik bir mektup yazar. Claire’de torunuyla kalkıp Verona’ya geri döner. Eşini çoktan kaybetmiştir ve artık yalnızdır.
Sonrasında ise Claire, ona gönülsüzce eşlik eden torunu Charlie (Cristopher Egan) ve bu normal zamanlarda eşine çok az rastlanabilecek aşk öyküsüne neden ve niçin karıştığı belli olmayan Sophie’nin bir zamanların hızlı Lorenzo’nu bulmak için çıktıkları yolculuk ve onu bulmaları anlatılıyor.
Tabii devamı da var ama belki seyretmek isteyen olursa diye anlatmaya devam etmeyeceğim. Yalnız ufak bir notu da söylemeden geçemeyeceğim. Filmin  oyuncularından Franco Nero ile Vanessa Redgrave, gerçek  yaşamlarında  da  yıllarca  ayrı  kalmış  ve çok  sonra  kavuşmuş  iki  sevgiliymiş. Şu  an  evliler ve eminim çok da mutludurlar :-) Düşünsenize neredeyse kendi hayatlarını anlatan bir filmde başrol bile bulabilmişler.
Franz Kafka, dünyayla aranızdaki kavgada, dünyayı arkanızda bırakın demiş. Bazen bütün hayatınızı etkileyebilecek bir karar almadan önce bu kararın doğurabileceği en kötü ihtimali kabullenmeniz gerekir, sonrasında da kendinizi kararlarınızın kanatlarına bırakmaya.

Umarım hayatımızda karşılaşabileceğimiz en kötü ihtimaller bu film tadında olurlar.