Bu Blogda Ara

27 Aralık 2012 Perşembe

Yeni güneş ile gelen yeni bir şans ...


-  the most updated one

Bir senenin daha sonuna geldik işte. Yazmayı hala bırakmadım, bırakamadım. Keyifle devam ediyor olduğumu görmek beni nasıl mutlu ediyor anlatamam. Bu sene de hemen hemen her hafta bir yazı yayınlamışım, ne mutlu bana. Umarım 2013 senesi de en az son iki sene kadar benim adıma üretken ve yaratıcı geçer. 2010 yılı Aralığın son günlerini yaşarken yeni yıl ile ilgili bir yazı yazmak istemiş ve 25 Aralık 2010 tarihinde Yeni güneş ile gelen yeni bir şans adlı yazımı yayımlamıştım. Söz konusu bu yazı  Bu bir veda yazısıdır. Elveda Ali Sami Yen. Elveda “ Cehenneme hoşgeldiniz” yazımdan sonra en çok okunan yazım olarak ruhumda ayrı bir yere ulaşmıştı.

İlk yeni yıl ile ilgili yazımın yayınlanmasının üstünden dile kolay koskoca iki yıl geçmiş... Bu yazı başka bir takım üstün özellikleri de bünyesinde barındırmakta. Mesela en çok okunan 2.yazım olma gururunu yaşayan bu yazım aynı zamanda 4 adet de yorum almış. Evet evet yanlış okumadınız tam tamına dört adet yorum almış. Bir düşünün, benim yazılarım gibi yorum fukarası bir durum için başlı başına bir başarı, bir büyük başarı. Bir yazı başka daha ne isteyebilir ki? Bu bir veda yazısıdır. Elveda Ali Sami Yen. Elveda “ Cehenneme hoşgeldiniz” isimli en çok okunan yazım bile hepi topu bir yorum alabilmiş. Nice yazılarım ise tek bir yorum bile alma mutluluğunu yaşayamadan yayından kaldırılıp gitmişler bu hoş sanal ortamdan Bir izleri bile kalmamış. Yazık tabii ama yapacak bir şey yok. Show must go on demiş bir kere Freddie ağabey.

Yine geçen sene bu zamanlarda malum yazıyı okuyasım gelmiş, üşenmemiş okumuş, büyük keyif almış ve hayatımda bir önceki seneye göre değişen çok fazla şey olmamasından sebep ufak bazı ekleme ve değişiklikler sonrasında aynı yazıyı tekrar yayımlamıştım. Aman Allahım bu sefer nasıl yorumlar, nasıl katkılar aldı yazım inanamazsınız. Yazı aynı yazı, yazan aynı adam ama bir sene sonra meğer değeri anlaşıldı diyeceğimi sanıyorsunuz değil mi? Maalesef hayır. Bu kez aldığı yorum adeti sıfır. Evet tek bir yorum bile alamadan arşivdeki yerini aldı. Beni taklit edersen sonun işte bu olur diye ilk yazımın havasından da kurtulamadı zavallıcık.

Bazı şeyler pek değişmiyor işte. Bu sene yine aynı zamanlarda yine okuyasım geldi. Üstelik geçen seneki başarısızlığa rağmen. Ne kadar şaşırtıcı!!! bir  durum ki hayatımda genel anlamda iki sene önceye göre yine büyük değişimler olmamış. Yerimde saymışım demek hoşuma gitmeyeceğinden yerimi muhafaza edebilmişim demeyi tercih ediyorum. Hayat dediğin zaten bir tercihler ve perspektifler kümesi. Nereden baktığın ne tercih ettiğin kadar önemli oluyor.

Geçen sene mesela bu paragrafı yazmışım: “Korku ile sevgi gibi yakın bir karışık ruh durumunda kalakaldım. Korkuyu tercih eden zifiri karanlık tarafım üzülmek için başka bir sebebe mi ihtiyacın var, değişen gram bir şeyin yok, yuh olsun sana da geçen zamana da diye çemkirirken, pırıl pırıl parlayan aydınlık sevgi tarafım ise ne mutlu sana, çok şükür her şey yolunda ve tam da istediğin gibi diye fısıldıyordu. Tamam karanlık taraf çok zalim ve nankördü ama aydınlık tarafta bir o kadar Pollyanna’ydı”.

Sonra ne mi oldu?

Hiçbir şey. Yapacak bir şeyim olmadığına göre boş verdim gitti bu durumu hem geçen sene ve tahmin edebileceğiniz üzere hem de bu sene. Elimde olmayan şeyler için üzülmemeliyim. Ben buyum ve elimde olan ile mutlu olabilmeliyim. Kısacası içinde bulunduğum bu mix feeling, umurumda bile değil. Ama bunu kendime göre avantaja çevirebilirdim.

Ben de öyle yaptım :)

Değişen bir şey olmadığına göre aynı yazıyı tekrar yayınlanmaya karar verdim. Okuyanlar için hatırlatma olacaktır. Belki bu vesile ile kendilerinin geçen bir yılını düşünme ve değerlendirme imkanını da bulurlar.

Bu arada bazı bölümleri çıkarma kararı da verdim. Orijinalini okumak isteyenler 2010 yılına geri dönüp okuyabilirler. Keşke fiziksel olarak da dönebilsek ne güzel olurdu değil mi? Daha uzatmadan başlıyorum. Keyifli okumalar ...

Daha düne kadar yaş 35 yolun yarısı yalnızca şarkılarda söylenen bir cümle iken bugün bakıyorum da o eşiği geçeli bile kaç sene olmuş. Eskiden yeni bir yılın başlaması bana heyecan ve mutluluk verirken şimdi neden bilmem hüzünlendirmeye başladı. Çok yakın geçmişimin yeni yıl coşkuları, bende uyandırdıkları, sembolik değerleri bugün artık yalnızca kuru bir tarih tadında. Gözlerimi kapadığımda hala kendimi lisede hissediyorum. Belki de o yılların güzel geçmiş olmasından. Artık çoğu kere yüz yüze görüşmek yerine facebook’da yazıştığımız liseden kalabalık bir grup Tarabya’da bir restoranda yılbaşını kutlamışız. Gözümü açıyorum ve kendimi Atlanta’da buluyorum. Kutladığım yılbaşı sanki daha dün kutlanmış gibi. Günün ortasında ailemle konuşmuş, onlarla telefonda yeni yıla girmiştim. 7-8 saat sonra bir kez daha kuzenle girmiştim. Almanya’nın Obersdorft kasabası geliyor aklıma. Sıcak kırmızı şarap içerek ve rezervasyon önceden yaptırmadığımızdan bizi kabul edecek yer arayarak geçirmiştik yılın son saatlerini: Sonunda bir Irish Pub’da ancak yer bulabilmiş ve itiş kakış içinde bira içerek girmiştik yeni yıla. Oğlumla geçirdiğimiz ilk yılbaşında ise bizim 3 kişilik dev ailemiz herhalde saat 10 gibi uyuyakalmıştı bile... Yeni yıla girmemize az zaman kaldı ve ben bugün geçmiş yılbaşılardan hangisi bana daha yakın geliyor onu bile söyleyecek durumda değilim zira hepsi sanki aynı yakınlıkta ya da uzaklıkta gibi.

2010’un artık son günleri. İyi geçti çok şükür. Sağlıklı geçti ya gerisi de zaten önemli değil. Birden aklıma Haarlem geldi. Hollanda’da yaşadığımız küçük, kasaba tadındaki şehirin adı. Ne keyif almıştık orada yaşamaktan. Eşim hiç dönmek istememişti İstanbul’a. Ben mi? Ben dönmek istemiştim ama nedenini hiç düşünmeden sanki yalnızca dönmek zorunda hissettiğimden. Çok eğlenmiş, çok gezmiştik. Huzurluyduk. Kendimize zaman ayırabiliyorduk. Kitap okuyabiliyor, sinemaya gidebiliyor, yolculuk yapabiliyorduk. Rüya gibi bir dönemdi ve dedim ya neden dönmek istedim hiçbir fikrim bugün dahi yok.

Hani ülkemizde Noel ile yeni yıl karıştırılır ya Haarlem’de hiç karıştırılmazdı. Günümüzün Noel kutlamaları Hristiyan ülkelerde oldukça renkli geçer. Haarlem’de bu kutlamalar rengarenkti. Noel hazırlıkları aylar öncesinden başlardı. Hristiyanların İsa'nın doğumunu bekledikleri döneme advent dönemi denir ve 24 penceresi olan advent takvimleri hazırlanır. Bu takvimlerde her pencerenin ardına resimler veya şekerlemeler gizlenir, her gün bir tanesi açılır. Bazı ülkelerde advent mumları bile yakılır. Haarlem’de kimse perdesini kapamaz tüm evinin içini doyasıya sergilerdi ve tüm bu hazırlıkları görebilirdiniz. Haarlem rengarenk, ışıl ışıl olurdu bu dönemde. Noelden önce okullarda İsa’nın doğumunun canlandırıldığı oyunlar sahnelenirdi mesela. Bu oyunlarda İsa'nın bir ahırda dünyaya gelişi ve doğudan gelen üç müneccimin İsa'ya hediyeler getirmesi canlandırılırdı. Kiliselerde ve sokaklarda çocuklardan ya da yetişkinlerden oluşturulmuş korolar Noel ilahileri söylerlerdi. Haarlem’de gecenin her saati, her bir köşe başında bu tür koroları görebilirdiniz. Gördüğünüzde de ayrılamazdınız, tüm şehrin bu korolara katılıp nasıl birer şehir korosuna dönüştüğüne şahitlik ederdiniz. Sokaklar cıvıl cıvıl, ışıl ışıl ve neşe içerisinde, mutluluk içerisinde olurdu.

Sonra Noel ağaçları süslenir, ışıklı ev, bahçe, cadde süslemeleri yapılırdı. Hediyeler alınır, tebrik kartları verilir ve Noel arifesinde Noel Baba'nın gelişi simgesel olarak canlandırılırdı. Hatta bu işi abartırlardı. Bugün Hristiyan çevrelerinde dillendirilen çocukların Noel Baba'ya, İsa'dan daha fazla önem vermesi endişesi sanırım Haarlem’den kaynaklanmaktaydı. New York yazarlarından Gabriel Calderon "Çocuklar, Noel Baba'yı İsa'dan daha önemli görüyor" görüşü Calderon’un Haarlem’de uzun bir süre kaldığını gösterir nitelikte.

Noel gecesi herkes akşam ailece yenen yemek için evlerine kapanır ve sonra sanki sözleşmişler gibi, hiç sanmadığınız, tahmin bile edemeyeceğiniz bir dakiklikle, nerdeyse aynı anda evlerinden sokaklara dökülmeye başlayıp kendilerini devam ettikleri kilisenin bahçesine atarlardı. Ben böyle bir uyum hiçbir yerde hala görebilmiş değilim. Her bir kilise bahçesine sıcak şarap satıcıları, sosis satıcıları, mum satıcıları hangi arada gelmişler, ne zaman tezgahlarını kurmuşlar ve birden nasıl önlerinde kuyruk oluşturmuşlar bırakın anlamayı her şey olup bitene kadar hani neredeyse görmezdiniz bile. Şaşırarak ve tabi söylenerek sıraya girer ve kendinizi sıcak şarabın tatlı tadına verirdiniz.

Sonra bir elinizde kırmızı şarap diğer elinizde yanan mumla, tüm kalabalığın söylediği duaları, şarkıları dinlemeye başlar ve Hz. İsa’nın gelmesini beklerdiniz. Ben sordum soruşturdum şimdiye kadar geldiğini gören yok ama gelmesine umut hep devam etmekte. Bu vesile ile buradan belirtmek isterim ki ben biraz şarabın da etkisiyle gelmesini çok istemiş hatta bu kadar hazırlık ve kişiye rağmen gelmemesine biraz bozulmuştum.

Noeli bu kadar ihtişamlı ve renkli olan Haarlem’in peki yeni yıl nasıl geçerdi? Hemen söyleyeyim tüm şehir yine sanki sözleşmişçesine hiç ama hiçbir şey yapmazlardı... Büyük şehirlerde büyük kutlamalar tabi ki yapılırdı ama Haarlem’de yapılan tek şey yılın bir tek o akşamı izin verilen havai fişek atışlarıydı. Hiç bitmeyecek diye düşünmeye başlayacağınız, saatler süren, ucuz yalnız kendini aydınlatan, İstanbul’daki 5 yıldızlı düğünlerdekileri görenlerin zavallı diye tanımlayabileceğim cılız ses ve ışık hareketleri.

Yılbaşını özel yapan başka bir aktivite ise Noel ile Yeni yıl arasındaki dönemde Haarlem halkının sahip olduğu tüm eski eşyaları atması ve sembolik olarak yeniliklere kendilerini hazırlamasıydı. Evlerde yine bu dönemde oldukça titiz bir şekilde temizlenirdi.

Haarlem’de geçirmiş olduğum 2 seneden sonra benim kafamda zaten belirgin olan Noel ile yeni yıl ayrımı adeta beynime kazındı. Oysaki aynı ayrım bugün ülkemiz için bu kadar belirgin değil. Aslında pekala belirgin ama belirsizleştirme çalışmaları her daim devam etmekte. Tabi bunun doğal ve doğal olmayan sebepleri de var.

Öncelikle Noel, Hristiyanlık ve batı kültürünün dünyada baskın olmasından dolayı dünya kültürünü oldukça etkilemiştir. Noel kutlamaları kış mevsimi kutlamaları arasında en ünlü kutlamalardandır. Noel gelenekleri film endüstrisi, popüler edebiyat, medya ve televizyon aracılığı sayesinde dünyada en yaygın olarak kullanılan motiflerin belki de başında gelmektedir. Buna ek olarak Hristiyanların çoğunlukta olduğu ülkelerde pratik olarak Noel tatili yılbaşı tatiliyle birleştirilir.

İşte tüm bunları fırsat bilen provokatörler ve buna inanan cahiller sayesinde kafa karışıklığı en azından bazı çevrelere yönelik olarak bir şekilde gündemde tutulmaktadır. Aslında keşke bizde böyle keyifli, eğlenceli, ritüelik kutlamalar yapabilsek ama açık olan şu ki, Türkiye'deki Müslümanlar, Hz. İsa'nın doğumunu kutlamazlar. Türkiye'de noel kutlanmaz, yılbaşı kutlanır. Bununla birlikte bir çok Türk vatandaşı 31 Aralık'taki Yılbaşı gecesini, Hristiyanların Noel kutlamalarına benzer şekilde hindi yiyerek, Yılbaşı ağacı süsleyerek, Noel Baba'lı kartlar göndererek vs. kutlarlar. Bu kutlamaların dini bir içeriği yoktur ve sadece eğlenmek amacıyla kutlanır.

Hristiyanlara 300 yıl kadar süren baskıların ardından Roma İmparatoru Büyük Konstantin, M.S. 313 yılında Hristiyanlığı kabul etti ve Roma'da Hristiyanlığa ve diğer dinlerle birlikte resmen izin verdi. Zamanla Hristiyanlık Roma İmparatorluğu'nda en yaygın din haline geldi. I. Constantinus'un bir çok pagan geleneklerini Hristiyanlığa adapte ettirmiş ve toplumsal barışı korumak adına karma bir din oluşturmuştur. Pazar gününün kutsal sayılması, İsis figürünün yerine Meryem Ana’nın yerleştirilmesi gibi örneklere güneş gününü İsa'nın doğum günü olarak kabul ettirmesi de eklenebilir. Bu dönemden itibaren 24 Aralık'ı 25 Aralık'a bağlayan gece İsa'nın doğum günü olarak ilan edilmiştir. Bugün I. Constantinus Noel için yapılanları görebiliyor olsaydı eminim yapıtı ile gurur duyardı.

Günümüzde Noel ağacının Pagan geleneklerinden gelen bir ritüel olduğu bilinmekte ise de yaprak dökmeyen ağaçların ve çelenklerin ölümsüz yaşamın simgesi olarak kullanılması yalnızca Pagan kültüründe değil tüm inançlar için aslında neredeyse ortak olarak kullanılmıştır (eski Mısırlıların, Çinlilerin ve Yahudilerin de ortak bir geleneği idi). Yakın sayılabilecek geçmişe baktığımızda Almanya´da kış ortasına rastlayan tatillerde evin girişine ya da içine bir yeni yıl ağacı konurmuş. Günümüzdeki Noel ağacının bu gelenekten kaynaklandığını düşünenlerde bulunmaktadır.

Ülkemizde büyük alışveriş merkezlerinde yılın bu zamanlarında Noel şarkıları çalmaya başlanır, herkesin görebileceği noktalarda büyük yılbaşı ağaçları kurulur, ailelerin bir araya geldiği ve büyük sofraların kurulduğu yılbaşı yemeklerinde hindiler yenir, Yılbaşı ağaçları kurulur ve süslenir, hediye alış verişleri yapılır. Tüm bunlar aslında kültürel bir özentiden ziyade sahip olduğumuz genlerden kaynaklanmaktadır.

Bugün İsa'nın doğuşu olarak kutlanan Noel, çok eski dönemlerde Türklerin yeniden doğuş bayramıydı. Konuyla ilgili olarak Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ'ın yaptığı açıklama önceki bilgilerle oldukça paralellik göstermektedir: “Türklerin tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı (Nardugan) bulunuyor. Buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor. Güneşi geri verdi diye Tanrı'ya dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar”. İşin bir başka paralellik gösteren tarafı ise aynı Haarlem halkı gibi eski Türklerin de bu bayram için, evlerini temizlemeleri. Yine bu bayramda, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlamalar yapılırmış. Akçam ağacının, yalnız Orta Asya'da yetişen bir ağaç olması ve Filistin'de bulunmuyor olması varsayımı ile bu kutlamaların Türklerden Hristiyanlara geçtiği kabul edilmektedir. Aslında ortada gerçekten bir doğum vardır ama bu doğum Hz. İsa'nın doğumu değil, güneşin yeniden doğumudur.

Noel sözcüğünü etimolojik olarak inceleyecek olursak tarihsel gelişimindeki ihtimalleri burada da açık şekilde görürüz. Hristiyan bakış açısından ele alındığında, kökeni Latince Natalis (doğum) kelimesidir. Noel anlamında kullanılan Christmas ve benzeri diğer kelimeler ise Yunanca Khristos (Mesih) ve Latince miss (yollanmış, gönderilmiş) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur.

Paganik bakış açısıyla, Noel kelimesi, Galya dilinde (Keltçe) yeni anlamına gelen “noio” ile güneş manasına gelen “hel”in birleşmesiyle oluşmuştur ve “yeni güneş” anlamına gelmektedir. Ayrıca Roma İmparatorluğu döneminde halk, mutlu bir olayı karşılamak ve kutlamak için, duygularını “noel, noel” diye bağırarak dile getirirlermiş.

Noel sözcüğünün kökeni ile ilgili bir diğer iddia ise Fransızca “haber” veya “yeni” anlamındaki “nouvelle” kelimesinden geldiğidir.

Bakış açılarına göre anlamlar değişiyor olsa da genel de bu kelimenin bende ağırlıklı olarak canlandırdığı duygu her zaman için yenilik olmuştur. Bir dönemin artık bittiğini ve yeni dönemin ortaya çıktığını ruhani bir hava ile çağrıştırır. Başka bir ifade ile yine bana göre Tanrı'nın biz kullarına gönderdiği yeni bir şans gibidir Noel.

Eskiden vazgeçmek her zaman kolay değildir. Eski alışılagelmiş olandır, rahatlıktır, alışkanlıktır. Yeni her zaman için güzel ve hoş görünse de bazı zorlukları da beraberinde getirir. Yeni ayakkabının çekiciliği vurduğu ana kadar geçerlidir ve hazırlıksız yakalanırsanız her zaman arkadan vurulursunuz. Yeni doğan bir bebek büyük mutluluktur ama kimse bu sürecin ne anne ve baba için ne de bebek için kolay olduğunu söyleyemez. Haarlem halkı eski eşyalarını atıyorlar, evlerini temizliyorlar ve hem fiziksel olarak ve hem de ruhen yeniliğe hazırlık yapıyorlardı. Haarlem halkı ne yaptığını iyi biliyordu.

Yeni yıl hangi bakış açısından bakmış olursak olalım yeni bir doğuş, yeni bir şans, yeni bir başlangıçtır ve yalnız ve yalnız bizim içindir. Bize düşen bu bilinci içselleştirmemiz ve hazırlıklarımızı tam yapmanızdır.

Yeni bir güneşin sizin için de doğmasını ve verilen şansın sizin için en iyisi olacak şekilde kullanmanızı dilerim ... Yeni yılınız kutlu olsun

20 Aralık 2012 Perşembe

Hava kabarcığı bol bir yolculuğun ardından ışığa ulaşabilmek

Yazılarımı takip edenlerin hatırlayabileceği üzere; hava kabarcıkları benim sevdiğim ve sürekli kullandığım bir tamlamadır. Azot sarhoşu olduğun zaman yön duygun yok olur ve yüzeye çıktığını sanarak derinlere doğru gitmeye başlarsın. Yanlış yola hem de çok yanlış bir yola sapmak bu olsa gerek. Zaten bu duruma derinlik sarhoşluğu da denir. Deep blue filmini seyredenler ne demek istediğimi hemen anlayacaklardır. Güzel bir filmdi. Tek kurtuluş hava kabarcıklarının gittiği yöne gitmek olmalı ki çoğu kere maalesef bu sarhoşluğu yaşayanlara sanki hava kabarcıkları derinlere gidiyormuş gibi gelir. Yani yanlış yol karşına doğru yol olarak çıkar. Bir kaç metre yükselsen zaten sorun kalmayacak, sarhoşluk pat diye yok olacak, şaka gibi bir şey ama kabarcıkları takip etmez de yükselmezsen derin mavi ebedi istirahat edeceğin yer haline gelir bir anda.  İşte bu nedenle zor ve ters bile olsa kurtarıcıdır hava kabarcıkları. 


Öğle yemeklerim benim kurtarıcılarımdırlar. Severim, önemserim ve değer veririm. Geçiştirmek işime de gelmez zaten yapmam da yapamam. Akşam yemekleri de yine önemlidir. Zinhar geçiştirilmeye gelmez. Yıllık tatillerimiz ve hafta sonu dinlenmelerimiz de yine hayattaki hava kabarcıklarımızdır. Tamam ben hafta sonu hafta arasına göre oğlumla ilgilenmemden sebep fiziksel olarak çok daha fazla yoruluyorum o ayrı ama ruhen kazandıklarım yine aynı sebepten her türlü yorgunluğu bertaraf edecek seviyede. Kısacası ben rutin hayatın dışındaki ve bize yaşama sevinci veren her değişikliği hava kabarcığı olarak görürüm. Geçen Cuma gününü izin olarak kullanma talebimin ardında yatan sebep de buydu; eşimle baş başa bir gün geçirmek. 

Önce oğlumuzu okula gönderdik. Gönderdik dediğim beyefendi henüz servis ile gitmek için kendini küçük gördüğünden (ben servisle gitmek için küçüğüm, beni siz bırakın ve siz alın cümlesi bizzat oğlumun ağzından çıkmıştır) okula biz bırakmaktayız. O gün de yine biz bıraktık. Sonra da programımıza başladık. Keyifli ve uzuuuuunn hem de hiç aceleye gelmeyen bir kahvaltı ile güne başlamak gibisi yoktur ama nerede? Bana kalsa ben hemen Mehtap’a gidelim derdim ama bu özel güne özel bir yer olmalı dedik ve başladık araştırmaya. Siz bakmayın benim birinci çoğul şahıs kullandığıma, yalnızca lafın gelişi, eşim bir üçüncü tekil şahıs olarak Perşembe günü nereye gideceğimizi bana bildirdi. İtiraz etmek için araştırma yapmış olmam gerektiğinden bu bildiriyi büyük bir olgunluk,sessizlik ve hatta memnuniyet içerisinde karşıladım. Seçilen yer gerçekten güzeldi. Sessiz, gözlerden uzakta, sakin ve şıktı. İstanbul’un en güzel kahvaltı edilen 3 yerinden bir tanesiymiş. Ben uzun zamandır hasretini çektiğim egg benedict siparişini verdim. Yanına da kahve. Eşim ise kahvaltı tabağı istedi. Nasıl keyifliyiz ama anlatamam. Ben Ipad’imden gazetelere bakıyorum eşim ise dergileri karıştırıyor. Bir yandan da hani beraber geldik, muhabbet etmezsek olmaz tadında bir konuşma sürdürüyoruz.

Önce nar gibi kızarmış köy ekmekleri geldi. Hemen ardından buraya özel olarak yapılmış reçel ve nutella türevi kavanozlar geldi. Reçel hem de nasıl lezzetli. Nutella türevi olan şey ise yalan yok nutelladan güzel. Sonra kahveler geldi. Filtre kahve yanına da süt istemiştik. Sütün sıcak ya da soğuk servis edilmesi o yerin kalitesi hakkında turnusol kağıdı görevini görür. Sıkı durun, sütlerimiz sıcak geldi. Her şey yolunda ve istediğimiz gibi giderken benim egg benedict geldi. O ana kadar gülen yüzlerimiz bir anda asıldılar. Şimdi ne var canım bunda diyeceksiniz ve inanın haklısınız da. Sonuç ta kızarmış ekmek üzerine kayısı kıvamında yumurta, hollanda sosu ve kızarmış jambon nasıl bu kadar moral bozucu olabilir ki diye düşünebilirsiniz. Anlatayım efendim. 

Bizim evde son bir kaç haftadır her gün izlenen tek bir program var o da Masterchef. İlk sezonun hemen akabinde ara vermeden ikinci sezonuna başladık ve hatta başlamakla yetinmeyip sonlarına kadar neredeyse hani ulaştık. Bildiğin yemek yapma yarışması. Ama bir sunuyorlar ki değme reality show’lara şapka çıkartır. Bir heyecan, bir yerme, aşağılama, bir koşuşturmaca ki inanın beni bile yakaladı ki ben aşağılama, yerme içerikli programları hiç sevmem. Zaten eksik de yazmamalıyım; güzel olanlarına ya da beğendiklerine haklarını veriyorlar, beğenmediklerinde ise duygu ve düşüncelerine en üst düzeyde belirtiyorlar aslında demek daha doğru olacaktır. Beni bile dediğim de ben genelde reality showları izlemediğimden. Hele ki bu programı izlemek hayatınız ile dışarıdaki potansiyel hayatın farkını gösterir nitelikte ki bu size ancak acı veriyor oluyor çoğu kere. Anthony Bourdain’in gezmelerinde de aynı ruh haline bürünürüm genelde ama izlemeden de duramam. Hele Ferran Adria'nın sahibi olduğu El Bulli için özel yaptığı bir bölüm vardı ki mutlaka herkesin en azından genel kültür için izlemesi gerekli olan bir bölüm. Ama şimdiden hazırlıklı olun şaşırma, merak ve beğeni ile birlikte kıskançlık, acı ve ızdırap da hissedeceğiniz bir izleme olacaktır. Dışarıda ulaşılmayı bekleyen öyle rafine lezzetler, seçkin tatlar var ve biz onlara o kadar uzağız ki üzülmeden edemiyorum. Günlük yaşadığım hayatı ve akşamları yediğim tek tabaklık sofraları bu programdaki hayat ve tatlarla karşılaştırmak bile insanın akıl sağlığını bozar nitelikte. Burada eşime de aslında laf atmıyorum çünkü sorun hem zaman ve hem de para. Ne kadar ekmek o kadar köfte ve bu beni rahatsız ediyor. Neyse konuyu değiştirmemek adına eşim de ben de bu programı severek izlemekteyiz. Gordon Ramsay, Joe Bastianich ve Graham Elliot’tan oluşan bir jüri ki benim favorim en sinir bozucuları olmasına rağmen İtalyan Joe Bastianich.

İşte bu program da bir gün seçilen yemeklerden bir tanesi egg benedict idi. Aman efendim nasıl en ince ayrıntısına kadar yapımı anlatıldı, nasıl ağızlarımız sulandırıldı anlatamam sizlere. Meğer çok da zor bir şeymiş. O gün bugün sürekli aklımda bu nerede en iyisini yerim diye düşünüp durdum. Eşim de zaten kahvaltı yeri seçimini ağırlıklı olarak buna göre yaptı. Bakmayın tartıştığımıza beni çok sever aslında. Gelen tabak sonrasında eşim bir anda Joe Bastianich’e dönüştü. Hem de ne dönüşüm adeta o olup çıktı. Başladı mı tabaktaki hataları sıralamaya. Görmeniz gerekirdi ama dışarıdan bir izleyici olarak zira ben ne Gordon Ramsay, ne de Graham Elliot idim. Ben her zamanki kişi olan kendimdim. Arayı bulmaya çalışan ama sesi pek çıkmayan olarak rolümü tamamlamaya çalıştım durdum. Yemeğin sahibi olarak umursanmamak insanı kötü hissettirse de ortamı daha da geremezdim. Günün sonunda kızarmış ekmek üzeri yumurtaya üç günlük öğle yemeği ücreti verdik. Kahvaltı tabağı güzeldi. 

Sonrasında gün boyu kafamıza göre takıldık ve çok da eğlendik. Akşam için de balık-rakı yapalım dedik. Böylesine bir gün ancak bu şekilde taçlandırılabilirdi. Gidip balıklarımızı seçtik. Akşam oğlumuzu yatırıp balıklar ve salatalar için mutfağa girdik. Salatalar yapıldı. Balıklar temizlenirken işte o farklı hoş olmayan renk ile karşılaşıldı. Hemen internete girilip aldığımız balığın bozuk olup olmadığının nasıl anlaşılacağına bakıldı. Bozuktu. Balığın bozuk olması bizi de fena halde bozdu. Salatalar ve rakı ile başka ne yenebilirdi ki?!! Alternatifler sıralandı ve sonunda Adem Baba’dan balık siparişi verildi. Mutfak kokmamış ve biz yorulmamıştık ama akşam yemeği de planlanan da daha fazla bir paraya patlamıştı. İçilen iki kadeh sonrası her şey süt limandı.

Size tavsiyem kendi hava kabarcıklarınızı bulunuz. Keşke her birimiz Gordon Ramsay ya da Anthony Bourdain kadar şanslı olabilseydik. Onların şanslı olduklarını yedikleri ve içtikleri açısından söylüyorum tabii yoksa hayatlarını çok da bilmiyorum. Ben kendi adıma onların tanıttığı yemekleri ve restoranları takip etmeye devam edeceğim. Kimilerine gidip bizzat yerinde deneyeceğim, kimilerini de evde eşime yaptırtmak için türlü türlü uğraş vereceğim. Elimde olanların kıymetini bilmeye devam edeceğim ama asla da yeterlidir demeyeceğim. Biliyorum ki yeterli görmediklerimi hava kabarcıklarım yapabildiğim ölçüde kendimi geliştirebilir ve daha da önemlisi hayatın tadını alabilirim. Kendimi sürekli geliştirebilmek ve dahası bunu yaparken keyif alabilmek hem benim ve hem de ailemin mutluluğu, huzuru ve hatta sağlığı açısından gerekli. Ben ailenin babasıyım ve görevlerim yalnızca bilinen rutinlerle sınırlı değil. Hep derim ya, ailem her şeyin en iyisini hak ediyor. Benim görevim de en iyiyi onlara olabildiğince ve imkanlarım dahilinde sunabilmek. Görevimin nefes aldığım sürece devam edeceğini bilmek beni tedirgin de etmiyor aslında bilakis motive ediyor. Dilerim bol hava kabarcıklı bir yolculuğun ardından ışığa ulaşabilirim.


11 Aralık 2012 Salı

Mutfak lavabosundan Martin Luther King’e



Büyük, karışık ve hatta komik ilişkiler yumağı

Siz mutfak lavabosunun bozulmasının hayatınızı hem de nasıl kötü etkileyebileceğini bilir misiniz? Her şey yine eşimin lavabodan kötü bir koku geliyor, bir tesisatçı çağırıp baktıralım. Bu hayra alamet değildir, bir şeyler yapmalı demesiyle başladı. Onun öngörüleri genel de çıkar. Başıma bir anda tesisatçı kesildiyse bir hikmeti vardır bunun. Bununla beraber ben daha tesisatçı arayışlarına bile başlamadan eşim ve babası hemen karşımızdaki tesisatçıyı çağırıvermişler. Aslında yaptıkları son derece de doğru zira ben de muhtemelen aynısını yapardım. Kolaya kaçıp, araştırmadan  hemen karşıdaki adamı çağırmak benim genelde tercih edebileceğim bir düşünce yapısı. Eskiden buna bile gerek kalmazdı. Sokaklarda tamirciiiii, muslukçuuuu diye bağırıp bizlere çatallarını umarsızca gösteren orta yaşlı amcalar dolaşır durulardı. Pencere önünde biraz beklemekle her ihtiyacınız karşılanırdı. Sonra zamanlar geçti ve günümüzün her şeyin internet üzerinden halledildiği dönemlere gelindi. Biz çoğu kere düşünün ki gıda alışverişlerimizi bile internet üzerinden yapmaktayız. Görmeden aldığımız şeyleri bir güzel yer ve içeriz, tesisatçı çağırmışız çok mu?! Karşımızdaki tesisatçı geldiğinde ben oğlumla oyun oynuyordum. Eşimin babası çağıranlardan biri olarak sorumluluğu almış ve tesisatçının yanında mutfaktaki doğal yerini almıştı. Herkes halinden memnundu. Böylesi durumlarda ben ortalığı bulandırmayı zinhar istemem. Biri beni çağırana kadar, ya da birileri şikayet içeren tatlı lakırtılara başlamadan yaptığım işlere hep devam ederim. Yine böyle devam ettim. Zaten dünyanın en keyifli işini yapmaktaydım; oğlumla zaman geçiriyordum.

Bu arada mutfaktaki ahali giderek kalabalıklaşıyor, zaman hızla ilerliyor ama eşim bir türlü benden para istemiyordu. Buraya bir parantez açmak isterim. Ben gece gündüz, karda kış ortasında ve soğuğunda, kızılca kıyamette, dur durak bilmeden, stres dolu bir ortamda çalışır ve çalışmam karşılığında aldığım hemen hemen tüm parayı eşimin (sözde ortak hesapmış) hesabına gönderirim. O da teknoloji bilgisini ve yeteneğini kullanıp gelen paranın büyük bir çoğunluğunu otomatik ödemeler için kullanır. Kalan para ise birikimimiz ve nakit paramız olarak bize kalır. Şimdi bu durumda ne beklersiniz? Paranın kontrolü eşimde olduğundan nakit çekme ve gerektiğinde kullanmada onun işi olmalı değil mi? Değil anacığımmm... Benim kredi kartı geçmeyen ya da kullanmayacağım durumlar için ayırdığım param vardır ve genelde bu parayı hesabımdan cüzdanıma aktarır ve gerektiğinde kullanırım. Bunu eşimde bilir ve bu nedenle de para çekmez. Eve su getiren sucuda post cihazı olmadığından ve eşim para çekmediğinden hayda hoppp giden yine benim param olur. Dahası evden çıkarken bile yanında nakit olmadığından yine benden para ister. Ben de ona olan sevgimden veririm her defasında. Doğal olarak tesisatçıya da para ayırmadığına emin olduğumdan, ben benim rolümün gelmesini beklemekteydim. Uzunca bir süre sonra ben de sahne aldım ve parasını verdim adamcağızın. Zavallı ufacık mutfağın daha da ufak ve hatta yine zavallı klostrofobik lavabo altındaki dar alanına hem iri cüssesini sığdırmaya çalışıyor ve hem de olmamak için direnen tesisatı ikna etmeye çalışıyordu. Oldukça terlemiş dahası suratı iyice bir kızarmıştı. Cüsse iri olunca ve hemen yakınlarımızda da iş yeri olunca bahşiş de ona göre oldu.

Çok şükür mutfağımızdan kötü kokular gitmiş barış, mutluluk, huzur karışımı bir hava adeta ete kemiğe bürünüp görünür hale gelmişti. Tüm bu haklı ve ölümsüz başarıyı başta tesisatçı olmak üzere eşimin bizzat kendisine, babasına ve operasyonun ortalarında mutfağa kadar gelerek can alıcı yorumlarda bulunan ve dağılan ortamı toplayan annesine borçluyduk. Ben oğluyla oynayan ilgisiz, sorumsuz, düşüncesiz ev adamı  rolü ile mansiyon kazandım.  Bu başarılı operasyon sonrasında hayat bizim oralarda normale döndü. Bir ya da iki gün sonra da eşimin ailesi yavaş ve yaşanası şehir  İzmir’e döndüler. Dönüşlerine kadar sessizce ama bir o kadar da haince iki sinsi gün geçiren tesisat evde tekrar 3 kişi kalmamızı fırsat bilip damlamaya ve tekrar kokmaya başladı. Skandal!!!!  Fiyasko!!! Hatta rezalet!!! Hani kahramanlarımız neredeler? Hani yapılmıştı bu musluk? Yapılırken başında değil miydiniz? demek istedim ama sessizliği bilinçli olarak tercih ettim. Ortada kahramanlardan yalnızca eşim vardı. 

Ben sana bir tesisatçı bul dememiş miydim? diye sevgi ve coşku dolu güzel iltifatlarına başlamaz mı? Hani sanki ben oldu bitti yapıp ve kolaya kaçıp, araştırmadan karşımızdaki tesisatçıyı getirmiştim?  Yine sanki ben adamın başında durup tamirin başarılı geçip geçmediğini kontrol etmiştim. Bu kadarı da fazlaydı ama çok iyi biliyordum ki eşim için fazlalık seviyesine öyle kolay kolay erişilmezdi. Bilinçli sessizlik yeminim – omerta’m işte bu nedenleydi. Kuzeyden güneye, doğudan batıya haberler iletildi. Eşe dosta mesajlar atılıp, yardımlar dilendi ve beklenmeye başlandı. Uzun kahredici bir bekleyişti. Günlerden Cumartesiydi ve hemen ertesindeki gün Pazardı. Her yerin kapalı olduğu, tesisatçıların tatil yapıp zamanlarını sevdikleriyle geçirdikleri ve bizim gibi tesisatzedeleri bir taraflarına takmadıkları kara bir gündü. Bir şeyler yapmalı bir çözüm bulunmalıydı. Mutfak kahvaltıdan kalan pis tabak, çanaklarla dağınık bir görüntü sergiliyordu. Dahası hava kötüleşmiş, alenen kokmaya başlamıştı. Öğle yemeği zamanının gelmesi ortamı daha da çirkinleştiriyordu. Su açılması zinhar yasaktı zira su hemen alt tarafa geçiş yapıyor ve kendini dolaplara ve zemine bırakıyordu. Belki açıkta değildik ama açtık, dayanamadık ve öğle yemeğini de yedik. Hayır pişman değiliz. Oğlumuz için bunu yapmalıydık. Mutfağımız artık bir aile mutfağından çok bir kaç erkek üniversite öğrencisinin yaşadığı bir evin mutfağı gibi olmuştu ve eskiye nasıl dönebilecek miydik artık tam bir soru işaretiydi.   

Bir kaç olumsuz mesaj sonrası tesisatçı telefonları gelmeye başladı. Ama bir mesaj vardı ki dumur olmama neden oldu. Hali vakti yerinde olanların evlerinde hizmetli, kahya, aşçı çalıştırmaları gayet normal ve alışılagelmiş bir durumdur. Hatta araba kullanmak istemeyen hali vakti yerinde olanlar şoför de yanlarında çalıştırabilirler. Bunu da kıskanmakla beraber yadırgamam. Mesaj aynen söyledi: “Canım, bizim tesisatçı R. çok iyidir. İstersen hemen sana gönderebilirim”. Bir an anlam veremedim, hatta ne bileyim dalga geçiliyor sandım ama sonra dumur dalgası derinden ama hızla ve kesinlikle büyük bir kuvvetle geldi ulaştı bedenime ve düşüncelerime. Evinde tesisatçı barındırmak! Bahçıvanı bile eski Türk filmlerinde gördüğümden anlayabilirdim ama evin odalarından birini tesisatçıya ayırmak bana fazla gelmişti işte. Aynı havayı soluyor diye ve eşime canım diye başlayan mesaj yazabilme lütfu için saadet mi duymalıydım yoksa kolaya kaçıp kıskanmalı mıydım ya da makasın bu kadar açık olması sebebiyle kendime ve kadere kızmalı mıydım bilememiştim. Nasıl yani!!? diye aptalca çıkan ünlem ve şaşkınlık dolu soru cümlem sonrasında eşim evlerini ve durumlarını anlattı. Normalin çoook üzeri katlı müstakil boğaz manzaralı evlerinin bir katı çalışanlara aitmiş meğer. Valla ben de haklılar dedim ama yine Bay R.’yi istemedim evimde. Aklıma neden bilmem Anamızın ligi ile Şampiyonlar Ligi geldi. Barcelona ile Çemişkezek takımlarının birbirlerini kardeş takım ilan etmelerinin ne de güzel olacağı geldi. Biz kesinlikle farklı bir ligdeydik.

Sonra gelen mesajlardan bir tanesini değerlendirdik ve bir adamı aradık. Ukalaca bir ses tonu ile açılan telefon, aracı olan adamın adını söylememle bir anda dostane bir ses tonuna dönüştü. Çok yoğun olduğunu ama bugün içerisinde mutlaka bizi ziyaret edeceğini ve bizi mağdur etmeyeceğini ekleyip telefonu kapadı. Money talk!  Beklenmedik üst düzey bir konuşmaydı, şaşırmıştım. Öyle ya nerede bizim iri kıyım, kırmızı suratlı, lavabo alt tarafına sığmayan gürbüz tesisatçımız, nerede akademik bir lisanla konuşan sosyetik tesisatçı. Mahalle arasında bir lokantada et yemekle Nusret’te et yemek gibi birbirlerinden farklıydılar, en azından öyle bir intiba veriyorlardı. Hemen akabinde düşündüğüm ise kendini böylesi geliştirmiş bir ustanın bu işi kaça bitireceği ve benim ona kaç parra bahşiş vereceğim oldu. Tamam ben nakit taşıyorum ama cüzdanımda, bond bir çantada değil. Taşıdığım paranın da bir sınırı var. Biz arada rutinimizi bozmayarak İstinye Park ziyaretimizi tamamladık ve biraz alışveriş yapıp eve geri geldik. Saat 15:00 gibi adam tarafından tekrar arandık. Randevu saatinin teyit edilmesi tadında oldukça iş bilir, profesyonelce bir konuşma sonrasında bir saat sonra geleceğini öğrendik. Ben hemen hanımmm, hanımmm, kalk kalk adama bir şeyler hazırla. Börekler aç, tatlılar yap, çayı demle. Böylesi adamı sırf tamirat yaptırtıp gönderemeyiz... gibisinden hissiyatımı anlatan sözler ettim. Cüzdanımı kontrol ettim. En kötü ihtimalle oğlumun bayramda kazandığı ve çekmecesinde çoraplarının arasında sakladığı parasını kullanacaktım. Eşime sorma densizliğinde bulunmadım bile. Bu işi evin erkekleri olarak çözebilirdik. Bir kaç on euro kadar da param vardı, TL dışında, bahşiş olarak da onları kullanabilirdim. Bir ara eşime bir mesaj çek de, servis ücreti ne kadarmış öğren diyecek oldum ama cümlemi daha bitiremeden sözlerim havada eşimin desibel seviyesi bir hayli yüksek sözleriyle karşılaştılar. Bilin bakalım ne oldu? Sözlerim gerisin geriye ağzımın içine geri döndüler ve ben bir anda boş bulunup yuttum o sözlerimi. Yoksa ben bilirdim ne yapacağımı ...

Gerçekten de dediği saatte telefonum çaldı ve kendisine telefonda adres tarif edip sağlıklı bir şekilde bizim evimize doğru yönlendirdim. Telefon faturasını dert etmemesini evi kolay bulması adına sevindirici ve muhtemel kazancı ve benim ödeyeceğim rakam açısından da endişe edici bulmuştum. Kapıyı açtığımda karşımda iki kişi vardı. Bahşiş çarpı iki sevindirici bir gelişme değildi. Ama asıl sevimsiz olan gelişme ayakkabılarının Prada olmasıydı. Sanki çok mu önemliydi tabii ki değildi ama bir tespit açısından benim bu yaşıma ve kazancıma rağmen bu markadan değil ayakkabı hiçbir şeyim yoktu. Prada bize tersti. Biz mekap gençliği olarak büyümüş sonra sonra camper’lara terfi etmiştik. Ceplerinden çıkardıkları galoşları ayakkabılarına geçirdiler ve büyük bir güven içerisinde içeri girdiler. Mutfağımızın durumu kötüydü hem de çok kötü. İnsan ister istemez utanıyordu. Bir ara gereksiz açıklamalarda bulunduysam da sonra susmayı tercih ettim. Adam yere uzanınca bir ara yastık getirmek içimden geçtiyse de kendime engel oldum. Sözün özü bir önceki tesisatçı hiç bir iş yapmamıştı. Bu adam tıkanıklıkları açtı ki o bölüme hijyenik sebeplerden hiç girmeyeceğim. Hasarlı yerleri tespit etti. Sanak yağmura aldırmadan eksik olan parçaları gidip toparladı. Toplamda iki saate kadar zamanını bizimle geçirdi. Bir ara telefonu çaldı. Galaxy’si ile yaptığı konuşmadan Türk Sinemasının ve günümüz show dünyasının belki de en önemli isminin de evinde tesisat sorunu olduğunu öğrendik. İster istemez adamın o ev ile bizim evi kıyaslayacağını düşündüm ve bir anda yeniden aklıma Anamızın ligi ile Şampiyonlar Ligi ve Barcelona ile Çemişkezek spor kulüpleri geldi. Borcumuzu kolay kolay ödeyemeyeceğimizi biliyordum ama yine de sordum mecburiyetten.  İnanın ikinci ya da bilmem kaçıncı dumuru da o an yaşadım. Bir önceki bizim gürbüzün istediği kadardı yalnızca. Gerek ustalık gerek anlayış gerek müşteri memnuniyeti bu kadar farklı iken ücretin aynı olması neden benim zamanında sosyetik olarak tanımladığım ama aslında profesyonel sıfatının çok daha iyi oturduğu tesisatçının farklı bir ligde olduğunun da göstergesiydi. İşini yalnızca yapması gerektiği gibi yapıyor ve karşılığında alması gerekeni istiyor, durumdan yararlanmıyordu. Umarım biri birgün bana tesisatçı isteğinde bulunur. Ben kendi adıma zaten artık bir başkasıyla çalışmam.

Martin Luther King’in sözü tam da aslında buraya uygun; “Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo’nun resim yaptığı, Beethoven’in beste yaptığı veya Shakespeare’in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes durup ’Burada işini çok iyi yapan, dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş’ desin.” Herkes sevdiği işi yapacak kadar şanslı olmayabilir. Ama hem kişisel ve hem de mesleki başarı ve hatta tatmin için bizdeki tesisatçı örneğinde olduğu gibi yaptığın işin en iyisini yapmak, yapmak için uğraş verip, emek harcamak oğluma öğretmeye çalışacağım bir prensip olacak. Keşke şunu yapsaydım ya da şu olabilseydim diye geçmişe saplanmak ve pişmanlıklar yaşamak yerine yapılan işe konsantre olmak ve  en iyi şekilde yapmaya çalışmak amaç olmalı.

Mutfak lavabosundan taaa Martin Luther King’e. Hayat da böyle değil mi zaten büyük, karışık ve hatta komik bir ilişkiler yumağı. Dilerim fazla karıştırmadan ve içinde kaybolmadan bu yumağı en iyi şekilde yönetebiliriz ...


3 Aralık 2012 Pazartesi

Çocuklarımız ve Rekabet

Çocuklarımız, biz ve benim babam senin babanı döver duygusu

Oğlum artık büyümeye başladı. Bunu rahatlıkla görebiliyorum. Yavaş yavaş karakteri oluşmaya başlıyor. Düne kadar uykusuz kalmak, peşinden koşmak, düşmemesi veya fiziksel bir zarar görmemesi için harcadığım fiziksel eforlar, düşünsel ve zihinsel eforlarla dengelenmeye başladı. Bugün artık yalnızca fiziksel efor harcadığımı söyleyemem. Ben genelde düşünmeyi pek sevmem. Bu tarz entelektüel aktivite ve eforları genelde eşime bırakırım ama konu oğlum olunca işler değişiyor ve taşın altına elimi ben de hem de göğsümü gere gere ve büyük bir mutlulukla koyuyorum. Düşünün ki daha geçenlerde ben miniminnacık panik baba, koskoca, bu işler konusunda uzman kişi olan eşimle oğluma verilmesi gereken disiplin konusunu tartıştım. Dahası evet efendim, sepet efendim yerine düşüncelerine aleni bir şekilde, korkusuzca karşı çıktım. Bendeki cesarete bakar mısınız! Evet bu cesareti gösterdim çünkü konu hakkında okuyorum, öğreniyorum ve dahası içimde özümsemeye çalışıyorum. Oğlum her şeyin en iyisini, en güzelini hak ediyor tıpkı diğer çocuklar gibi ve ben de üzerime düşüne yapmaya çalışıyorum her bir babanın ve annenin ya da daha geniş bir pencereden ebeveynin yapması gerektiği gibi.

Son günlerde düşünmeye başladığım bir konu da rekabet. Klasik benim babam senin babanı döver konusu. Oğlum son günlerde eve bir arkadaşını yakalamaca oyununda yakalayamadığı için üzülmüş olarak geldi. Ciddi ciddi bunu kafasına takmış. Sanırım zeka konusunda annesi yerine bana çekmiş. Yapacak bir şey yok, o benim oğlum. Hayatımız boyunca insanlarla ilişki kurmak zorundayız. Dünyanın düzeni bu şekilde kurulmuş. Eskinin evet evet hem de çok eskinin bağımsız yaşama günleri ateşin bulunması ile bir son bulmuş. Oğlumun ilk tanıştığı kişiler bizlerdik. Onu doğuma katılarak annesinden bile önce kucağıma alıp, kulağına hoş geldin diyen bizzat bendim. Yani ilk iletişim kurduğu kişiler bizlerdik. Sonra zaman içerisinde diğer insanlar ve uyaranlar hayatına girmeye başladılar. Yani iletişime girdiği kişi ve nesneler çeşitlendi, çoğaldı. Onun sürekli gördüğü, izlediği, tanıyıp örnek aldığı bizler onun için referans kişiler olduk doğal olarak. Onun davranışlarının doğal mimarları olduk. Bizlerde elimizden geldiğince elimizdekinin en iyisini başta sevgimiz olmak üzere ona sunmaya çalıştık.

Sonra okulu başladı. Aile odaklı hayatı bir anda değişti. Yeni insanlar bir anda ortaya çıktılar. Kendi yaşıtı küçük adamlar mesela etrafını sarıverdi. Onlar kuralsızdılar. Onlar düzensizdiler ve evet bazıları oğlumdan daha hızlı koşuyorlardı. Onlar da aynı oğlum gibi kendi dünyalarının merkezleriydiler. Hepsi ayrı ayrı birer yıldızdı. Sonra yine mesela öğretmen denen ve anne ve babadan farklı bir tavır takınan, takınmak zorunda kalan kişiler ortaya çıktılar. Tamam oyuncak sayısı artmıştı belki ama oyuncakları aynı anda oynamaya kalkan kişiler vardı artık etrafında. Evdeki steril alan da artık yok olmuştu. Artık ister istemez dikkat edilen, bakılan diğer çocuklarla ve öğretmenle olan uyumuydu. Al gülüm ver gülüm dönemi bitmiş, taklit ve kendini tanıma dönemi başlamıştı. Koşu yarışında arkadaşını geçebilmeliydi ve asla dahası ona yakalanmamalıydı. Saklandığı zaman onu kimse bulamamalı ama o herkesi bulabilmeliydi. Rekabet hayata girmişti artık.

Peki ama neydi bu rekabet? İyi miydi kötü müydü? Oğluma ne demeliydim? Büyüyor diye sevinmeli miydim yoksa kötü etkileri ihtimaline karşılık panik mi olmalıydım? Ben de oturup okumaya başladım.

Bir kere en zayıfından en şişmanına, en zekisinden alığına, yakışıklısından çirkinine tüm insanlar arasında bir rekabet vardır. Öğretmenin kimi en çok sevdiği, kimin en iyi top oynadığı, sınıfın en hızlısının kimin olacağı, her çocuk için önemlidir ve bunda endişe edilecek bir durum da yoktur. Artık bizlerin çizdiği resim yerini okuldaki güç dengesinin oluşturduğu resme bırakmıştır ya da bırakacaktır. Görünüşten tutun da popülerlik, sportif başarılar hep bu güç dengesini oluşturan etkenlerdir. Hoşgörüsüzlük, oyunların subjektif hale dönüşmesi veya yeniden kurallarının yazılması yine bu dönemde normal kabul edilmelidir. Hayatlarına dile kolay ilk defa kaybetmek veya hayal kırıklığına uğramak girmektedir.

Peki ama bizler ne yapmalıyız?

En azından benim yaptığımı zinhar yapmayın. Ben oğlumun bir türlü yakalayamadığı ve kendisinden pire gibi kaçmayı başarabilen arkadaşına bir daha seninle koşmaca oynamayacağım demesini öğütlemiştim. Hatalıymışım. Rekabet insanın doğasında olan ve uygun şartların sağlanması durumunda çocuklar için yararlı olan bir duyguymuş. Bazen korumacılığım akılın önüne geçebiliyor ki bu yapılabilecek en büyük yanlış. Zinhar yapmayın anacım. Burada önemli olan rekabetin ortaya çıkardığı zararlı yanları perdelemeye çalışıp, olumlu noktaları çocuğunuzun hayatına sokabilmek. İçinde rekabet barındıran aktiviteler çocukların hem fiziksel ve hem de zihinsel becerilerinin gelişmesini sağlayabilirler. Hem bununla da sınırlı değil yararları, takım çalışmasına yatkınlık sağlıyor, kişisel hedefler koyabilmeye ve bunlara ulaşmak için çabalamayı da sağlıyor. Burada önemli olan nokta başarıya ulaşabilmek için rekabet duygusunun ölçülü olması gerekliliği. Söz konusu bu duygu kıskançlık boyutuna ulaşırsa bu tüm taraflar için ve başta da rekabeti tüm heybetiyle içinde büyütüp yaşatan kişide pek iyi sonuçlar doğurmuyor.

O halde tekrar soruyorum kendi kendime: Peki ama olumlu yanını görüp bunlardan yararlanabilmek için bizler ne ya da neler  yapmalıyız?

Aile içinde hoşgörülü ve sevgi dolu bir ortam yaratmak, yaratabilmek bu işin belki de başlangıç noktası olmalı. Paylaşma ve sevgi her daim hissedilmeli. Ayrımcılık ve kıyaslama da zinhar yapılmaması gerekenlerden. Çocuklarımıza kıyaslama yapmak suretiyle rakipler yaratmamalıyız. Tüm hayatımızın bir yarışmaya dönüştüğünü bir düşünsenize. Her çocuk değerlidir ve her çocuğun kendisine göre bir becerisi vardır. Başkalarına göre değil bizzati kendisine göre değerlendirme de bulunmak en sağlıklısı olacaktır. Rüzgar eken fırtına biçer. Kıyaslama bizlere saldırganlık ve kıskançlık olarak geri dönebilir. Kıyaslama yapmak yerine gözlemlediğimiz eksiklik ya da problem açıkça söylenmeli, çözümü için önerilerde bulunulmalıdır. Biz mesela artık hem evde ve hem de dışarıda artık sürekli koşuyoruz. Amacımız arkadaşını geçmek değil, koşma hızımızı arttırabilmek. Tek rakibinin yine ve yalnızca kendisi olduğunu öğretmeye elimden geldiğince çalışıyorum.

Yüce milletimizin yetiştirdiği büyük değerlerden olan tanınmış animasyon ve masal kahramanı Pepe’nin dediği gibi “önemli olan oyun oynamak” olmalı. Kazanmaya ya da zaferlere odaklanmak yerine içinde bulunduğumuz ortam ve aktivitenin tadını çıkarabilmek amaç olmalı. Sonuç için sürecin keyfinden mahrum kalınmamalıdır. Süreç esnasında gösterilen çaba mutlak surette övülmelidir (hoş ben oğlumu takdir etmek için bir süreçte bulunmasını gerekli bir şart olarak görmüyorum, her daim övmeyi sürdürüyorum). Ortada gösterilen bir çaba vardır ve bu çaba takdir edilmelidir. Aslında bu konuda özellikle öğretmenlere büyük iş düşmekte. Gelecek nesil gerçekten de onların eseri olmakta.

Egomuzu da bu işlerden uzak tutmalıyız. Kardeşler ve/veya arkadaşlar arasında oluşan her türlü mücadele aslında çocukları güçlendirmekte. Karşı koyarak, mücadele ederek aslında dayanıklı olmayı öğreniyor çocuklarımız. Bazen bilerek ya da bilmeyerek egomuza esir olarak, eksiklik veya yaşanmamışlıklarımız nedeniyle olaylara dahil olabilmekte ve çocuklarımızı olumsuz ve hatta hatalı olarak yönlendirebiliyoruz. Hayatın kendisi zaten mükemmel bir döngü, mükemmel bir okul. Çocuklarımıza ihtiyacı olan her şeyi sunmakta. Süreç içerisinde mücadele etmeyi, düşünmeyi, hatta hızlı düşünmeyi, pratik olabilmeyi, gerekirse fedakarlık yapması gerektiğini, paylaşmayı öğreniyor. Bizim ve egolarımızın bu doğal sürece dahil olması sorun yaratmaktan öteye geçemiyor, çocuklarımızı yenilmekten korkan, başarısızlığa karşı tahammülsüz, öfkeli, kıskanç, ve hatta saldırgan kişiler haline dönüşmelerine neden olabiliyorlar. Anlayacağınız uzak durmak bütünün yararına olmakta. Rekabetin çocuklarımızı zenginleştirmesine bırakın izin verelim. Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki onları ömür boyunca koruyamayız. Bırakalım kendi kendilerini koruyabilmeyi ve dahası ifade edebilmeyi öğrensinler.

Kabul edelim ya da etmeyelim önceki nesiller özgüven konusunda şu andaki nesillere göre çok daha zayıf bir noktadaydı. Buna bağlı olarak da çoğunluk içindeki şanslı azınlık diyebileceğimiz özgüveni yüksek kişiler bugün göreceli olarak çok daha başarılı bir duruma gelmişlerdir. Ben olamadım aman çocuklarım başarılı olsun düşüncesiyle bugün herkes çocuklarını özgüveni yüksek bir şekilde yetiştirmeye çalışıyor. İster istemez bunun doğru olup olmayacağını sorgularken buluyorum kendimi. Öyle ya dünün şanslı azınlığı geleceğin artık çoğunluğu olacak ve birbirlerine göre çok da büyük farkları olmayacak. Böylesi bir durumda sınırlarını bilen, özgüven patlaması yaşamayan ve empati özelliği yüksek bireyler işte sözü geçen bu çoğunluktan ister istemez ayrılmış olacaklar.  Belki de başarı kriteri bu sayede değişmiş de olacak.

Benim zamanımda ilkokulda rekabet nedir biz bilmezdik. Anaokulunda böylesi bir duygunun esamesi bile okunmazdı (ben kendi dönemim için anaokuluna giden şanslı azınlıktandım). Şimdi ise tüm çocuklarda bir özgüven patlaması ve büyük ihtimalle bundan sebep küçük yaştan başlayan rekabet etme güdüsü bulunmakta. Özgüven patlaması yaşayan çocuk ve velilerle dolu bu rekabet ortamında çocuklarımıza empati yapabilmeyi öğretebilme bizlere düşen diğer bir çok önemli görev ve sorumluluk olmakta. Umarım bunu yeterince başarabiliriz.

Muhtemelen her bir ebeveyn gibi eşim ve ben de oğlumuzun güzel bir hayat yaşamasını istiyoruz. Potansiyelini en yüksek düzeyde kullanabilmesini, yapmak istemediği şeyleri yapmamasını istiyoruz. Mutlu, huzurlu ve başarılı olmasını istiyoruz. O her şeyin en iyisini hak ediyor. Önemli olan oğlumun gözlerindeki mutluluk ve ışıltı. Bize düşen her zaman olduğu ya da olması gerektiği gibi bu ortamı ona elimizden geldiğince sunabilmek. Çevresel faktörleri de hesaba katmaya çalışaraktan doğru bir yol var ise onu bulmaya çalışıyoruz.

Dilerim bizler ve çocuklarımız, farklılıklarımızı kutlayan, eşsiz oluşumuzun değerini bilen, sahip olduğumuz başka başka renklere rağmen ve belki de inat bir araya gelip bir gökkuşağı oluşturabilen bir toplum olmayı başarabiliriz.

27 Kasım 2012 Salı

Yine yeni bir senaryo ve yine ayrılık: Muhteşem Yüzyıl II

Bu sıralarda Muhteşem Yüzyıl dizisi yine revaçta. En üst kademeden an alta kadar herkesin dilinde bu dizi. Bir dizi için daha iyisi olmazdı herhalde ama tehlikeli sularda yüzmediğini de söyleyemem. Hatırlayacağınız üzere 17 Ocak 2011 tarihinde bu konuyla ilgili bir yazı kaleme almış ve sizinle paylaşmıştım. Konunun çok güncel olması sebebiyle yaklaşık iki yıl önce yazdığım yazımı tekrar sizinle paylamak istiyorum. Aslında bu haftaki yazım Çocuklar ve Rekabet üzerine olacaktı ve hatta yazım hazırdı bile. Artık bu yazımı da bir süre sonra sizinle paylaşırım.

Hadi gelin hep beraber 2 sene öncesine dönelim ve ne güzel ülkemizde ne de benim düşünce hayatımda çok da fazla bir şeyin değişmediğini görelim.



Son 10 gündür bir kızılca kıyamet, adeta bir bardak suda kıyamet kopuyor ya da koparılmak isteniyor.Tüm bu yaygara bir dizi için.Dün ‘Mustafa’ için laik despotizm tarafından yapılan eleştiriler bugün güçlenen muhafazakar despotizm tarafından "Muhteşem Yüzyıl" için yapılıyor.Kılıçlar yine çekildi. Ayrışmalar yine keskinleşti.Bir tarafta Osmanlı sempatizanları diğer tarafta hani neredeyse karşıtları. Düne kadar sağ-sol sonrasında Sünni-Alevi diye ortalığı karıştıranlar kıs kıs gülüyorlardır halimize. Yakın geçmişte laik - anti-laik oyununu denediler. Bugün ise farklı farklı oyunlarla yine gündemimizdeler. Onlar denemekten vazgeçmiyorlar bizlerse bu ayrımların üzerlerine atlamaktan. Her seferinde hani sanki bekliyormuşuz gibi kolayca kamplaşıyoruz ve yara alıyoruz. Toparlansak da sonrasında hep bir izi kalıyor aslında belleklerimizde. Mustafa bir belgeseldi, subjektif bir bakış açışı olamazdı. Yeni dizi ise yalnızca bir kurgu. Kanuni’nin askeri ve siyasi hayatı için çekilen bir belgesel değil. Merkeze Hürrem & Kanuni aşkını koyan ve bunu Hürrem’in harem iktidarını ele geçirmesi için yaptığı mücadelelerle süsleyen, geliştiren bir kurgu. Esinlenme evet tabii ki var hatta aynı dönemde Kanuni’nin siyasi ve askeri hayatı da gösteriliyor ama gerçekle birebirlik tabi ki yok.

Bilmeyenler için Harem’de konuşulmazdı, oradakiler işaret dili ile anlaşırlardı. Üstelik Kanuni döneminin ilk yıllarında Harem sarayın içerisinde değil Beyazıt’da bulunmaktaydı. O zaman gerçek olacak diye dizide de konuşma olmasın ya da Hürrem her ziyaretini aslına uygun olarak Beyazıt’tan saraya yapsın.

Kimse fragmandaki Ayasofya'nın 4 minaresinin olmamasına dikkat etmiyor. Başarılar görülmüyor her zamanki gibi yine ayrışmaları sağlayacak konuları bulmak için tüm bu çaba. Peki, bu itirazlar neden? Buz dağının görünen kısmı çok açık: İlk bölümü bile izleme gereği duymadan fragmanda gördükleri bir bakış ve içilen bir kadeh. Hemen homoseksüellik ve şarap yaftaları takıldı bile.

Bilinen Kanuni’nin ne şarap içtiği yönünde ne de İbrahim ile o tür bir yakınlaşmanın içerisinde olduğu. İşin garibi dizide de bu tür bir anlatım ya da kurgu da yok. İnsanın aklında ne varsa zikrinde de o da vardır derler ya, durum sanki bu. Padişahların içki içmeleri nedendir bilinmez bir türlü kabul görmedi toplumumuzda.

Osmanlı Padişahları
Osmanlı 600 küsur yıl yalnızca topla, kılıçla, tüfekle yönetilmedi. Diplomasi vardı. Hızlı hareket edebilme vardı. Güçlü bir yapılanma ve sistem vardı. Belki Yavuz gibi, Fatih gibi karizmatik padişahlar vardı ama İbrahim gibi olanları da vardı. Yapı ve protokol öylesine güçlüydü ki baştaki makam adeta kutsaldı. Deli diye bilinen İbrahim’e mutlak saygı ve kabul işte bu güçlü devlet yapısı ve protokolden gelmekteydi. Sanırım bu güçlü yapı bugün bile genlerimize işlenmiş olduğundan varlığını sürdürmekte. Padişahlara hayat tarzlarımız içerisinde yer almayan olguları yakıştıramıyoruz.Diğer bir rahatsızlıkta Harem konusunda. Osmanlı beyliğinin imparatorluk olmasının ardında yatan en büyük sebeplerden bir tanesi hanedan olmalarıydı. Avrupa’da Grand Dük’ler vardır ve bir hanedan sona ererse başka bir hanedanın Grand Dükü başa geçer ve ülkeyi yönetir. Osmanlı da bu tür bir yapı yoktu. Hanedanın sürebilmesi için de Harem hayatı şarttı. Harem’e hemen itiraz edenlerin bu yönden de bakmaları gerekir. Konu aslında çoğu kere memleket meselesiydi, kişisel değil. Buz dağının görünmeyen su altında kalan parçası ise meselenin bence asıl önemli noktası. Tüm bu eleştiri bombardımanının ardındaki sebep eski ile yeni arasındaki bir karşılaştırma yapılması ve muazzam farkın görülmesi. Eskilerin sözü geçen en büyük devleti ile bugünün kafalara geçirilen çuvallara rağmen sessiz kalmak zorunda kalan devleti karşılaştırılıyor ve eskiye kutsallık yükleniyor. Genlerimizde zaten buna müsait hemen destekliyor bu yüklemeyi. Bugün eziklik ne kadar hissediliyorsa yüklenen kutsiyet duygusu o kadar artıyor ve seslerde yükseliyor buna bağlı olarak.

Yoksa tüm bu eleştiriyi yapanlara hassasiyet hissedebilirsiniz ama siz de o halde izlemeyin canım demezler mi? Bu sebepten denemiyor, denilse de işe yaramıyor.

Her milletin güçlü yıllarının da bir ömrü vardır. 16.yy.’da önce Portekiz sonra İspanya güçlüydü sonra bu ülkelerin yerini Hollanda aldı. 17.yy’da İngiltere’nin hakimiyeti vardı ama sonra Fransa ağırlıklı oldu. Daha sonra yeniden İngiltere ve bugün Birleşik Devletler. Biz ise o kadar yüzyıl hep devam ettik ve yorulduk, yıprandık. Bayrağı kimseye devretmedik. Hani belki bir ara Kavala hanedanı ile Mısır olabilirdi ama olmadı. Bu gerçek bence artık kabul edilmeli. Eskiye saygı her zaman olmalı ama karşılaştırma en azından bugünün dünyasından yapılmamalı.

Bugün muhafazakar sermaye güçlenmiştir. Mesela onlarda bir dizi ya da film çeksinler. Mesela peygamberimizin müjdesine mazhar olmuş bir padişah olan Fatih Sultan Mehmet’in hayatını çeksinler. Ya da dizi öyle değil böyle çekilir desinler ve Kanuni’nin hayatını konu alsınlar. Kanuni’nin elinde kılıcı, atın sırtında, saraydan bir çıksın ve bir daha dönmeden önce Belgrat’ı sonra Rodos’u alsın. Milletlere dersler versin. Sonra bir kaç bölüme ancak sığabilecek bir Mohaç Savaşı gelsin ardından ve Viyana kuşatması ile final yapsınlar. Yoklukta kanaatkar olan bu kesimin şimdi bolluk yıllarında kültüre bu katkıyı sağlamaları gerekliliktir zaten.

Tabuları yıkamamakla övünenler de bu diziyi yayından kaldırırlarsa kendi ayaklarına sıkmış olurlar. Bir zamanlar ezanı halka rağmen Türkçe okutan rejim ile bir farkları kalmamış olur. Hayat tarzımızı maalesef her yere çanta gibi taşıyoruz. Tarih’e bu şekilde bakamayız. Değer yargılarımıza ve inançlarımıza göre değerlendirmelerde bulunuyoruz ve hata ediyoruz. Bugün kim kardeş ya da baba katlini normal görebilir ama kutsallık yüklenen padişahlar yapıyorlardı. Bugünün dünyasından bu katliamları da anlayamayız harem dünyasını da. Son olarak diziye yapılan eleştirilere karşılık bu kez de Osmanlıya saldırı başladı. Atatürk nasıl ki başımızın tacıdır, yolumuzu aydınlatandır, Fatih de öyledir, Kanuni’de. Necip Fazıl nasıl bu ülke için değerli ise, Nazım Hikmet de aynı şekilde değerlidir. Hepsi bizim ortak değerlerimizdir. Bizi biz yapanlardır. Kimliklerimizdir.

O zaman neden bu kavgalar, neden bu tartışmalar, neden bu ayrışmalar? Bu ülke hepimize yeter. Eşit, özgür, mutlu, huzurlu, korkusuz sıfatlarını neden bu ülke insanları için kullanmak bu kadar zor?! İnsanca ve herkes bir arada yaşayabiliriz.

Gelin önce ilk adımı atan siz olun. Ötekilerle ortak paydalarınızı genişletin, farklılıklarımızı zenginliğimiz sayın.

İnsan insanın kurdu değil ama yoldaşı, arkadaşı, tamamlayıcısı, koruyucusu olsun.  Bu güzel topraklarda birbirimizi kırmadan, bundan önce olduğu gibi yine kardeşçe yine sevgi ve saygı dolu bir şekilde beraberce, el ele yaşayalım.

20 Kasım 2012 Salı

Sarılma, oğlum, disiplin, yaşgünü gibi muhtelif konular vs bu konuları oluşturan ve birbirlerine bağlayan duygu: Sevgi




Mutfağın zeminine boylu boyuna uzanmış, elimde tornavida, baharat kaplarının ve yağların ikamet ettiği, o görkemli mutfak takımımızın çıkan rafını takmaya çalışırken öğrenmiştim oğlumuzun aramıza katılacağını. İlk fark ettiğim eşimin diz kapakları olmuştu. Tepemde durmuş şaşkın şaşkın bana bakıyordu ki onun şaşkın olması ve dahası bakması öyle olası bir durum değildi. Ben ise yerde uzanmış tekrar bir araya gelmemek için inat eden vida ile kapağı barıştırmaya çalışıyordum. "Dostum pozitif derken?" diye sırf konuşmuş olmak için cevap vermiştim eşime bir yandan raf ile uğraşmaya devam ederken. Hamilelik testi ile başlayan sözünün geri kalan kısmını ise yine her zamanki gibi dinlememiş, şımarık göz yaşlarıma söz geçirmeye çalışırken bulmuştum bir anda kendimi . Sonradan anlamıştım testte çıkan ikinci çizginin, iki kişilik mini ailenin üç kişilik dev bir aileye dönüşümünü simgelediğini. Sarıldık birbirimize. İkinci defa bu kadar uzun ve içten. İlki, nikahımız kılındıktan sonra yüzlerce davetlinin önünde, imza defterinin hemen yanı başında gerçekleşmişti. Hani herkes klasik öpüşür ya, biz öpüştükten sonra bir de birbirimize sarılmıştık, hani sanki yıllarca birbirini göremeyen sevgililer gibi. En az bir 3 dakika da birbirimize sarılı kalmıştık. Sıkılıp da gitmeye kalkan davetlileri fark edip de lütfen ayrılmıştık. Bu sefer yüzlerce tanık yoktu ama yerine bizi ailesi olarak seçen tek bir tanığımız vardı ...

İlk sarılmamızdan bu yana yedi seneyi aşkın bir süre geçmiş.  İkinci sarılmamızdan bu yana ise dört seneyi aşkın bir süre geçmiş. Ne mutlu bize ki zamanla birbirimizi tanıma fırsatı bulduk ve konuşan, eğlenen, birbirini dinleyen, kararların paylaşıldığı mutluluk dolu, keyifli bir aile oluverdik bu süre içerisinde. Ben evin panik babası rolünü üstlendim, kolayca ve gayet doğal bir şekilde. Eşim ise ailenin hem yapı taşı ve aynı zamanda da mimarı oldu. Bir usta gibi kolayca şekillendirdi bizi. Ne yaptığını, ne istediğini bilen, sağduyulu, sakin taraf her zaman eşim oldu ve olmaya da devam etmekte. Ben ise özellikle oğlum konusunda evdeki zincirin yumuşak halkasıyım. Evet evet başka bir ifadeyle evde oğlumun her istediğini yapan kişiyim ben, uslanmaz bir demokrat, oğlumun kahramanı bir eğlence adamı.

Zincirin yumuşak halkası olmak aslındabir anda kendimi içinde bulduğum bir durum oldu. İçinde bulunduğum durum beni çok memnun etmemekle birlikte kendime engel de olamamaktayım. Eşim umarsızca sen bu gidişle okul ödevlerini de yaparsın diye serzenişte bulunabilmekte mesela son günlerde. Şımarttığım kesin ama yavaş yavaş bu rolümden vazgeçeceğim çünkü istemeyerek de olsa ona zarar verdiğimin farkındayım. “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşları ile döşenmiştir” sözü boşa denmemiş. Bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. Otorite demek bana göre tutarlı olmak daha doğrusu tutarlılığı asla kaybetmemek demek. Ben mesela sevgimi gösterme konusunda kesinlikle otoriterim, sürekli ve tutarlı bir şekilde onu sevdiğimi belli etmeye çalışıyorum. Aslında bunun için çaba sarf ettiğimi bile söyleyemem, kendiliğinden olmakta, suyun yolunu bulup akması gibi. Buna karşılık annesinden yüz bulamadığı zamanlarda bana gelip sonuç almaya çalışması da gözümden kaçmıyor hani. En zoru da zaten bu durumlarda kalma. Bir anda kendimi ortada karar verici durumda buluveriyorum. Orta yolu bulmaya çalışma bazen sandığımdan da zor olabiliyor.

Ben aslında her defasında oğluma güvenmeyi seçiyorum ve çoğu zaman istemediği şeyleri yapmamaya devam ediyorum. Kendisi küçük olabilir ama o benim gözümde bir birey ve kişisel tercihlerinde saygıyı hak ediyor. Kendisiyle konuşulunca, anlatılınca yapmaması gereken şeyler konusunda çoğu zaman sonuç da alabiliyorum. Benim ona güvendiğim kadar ancak onun bana güvenmesini sağlayabilirim diye düşünüyorum. Konuşarak, anlatarak, ve bazen de inatla mücadele ederek kendi isteklerini yapması (eşime göre yaptırtması), onun aslında her defasında kazandığı küçük zaferleri ve tabii yine bence bu küçük ama onun için son derece önemli bu zaferler onun özgüveninin yapı taşları olacak. Oğlumun nasıl ki potansiyelini sonuna kadar kullanmasını ve vizyon sahibi olmasını istiyorsam, kendisiyle barışık, kendisine güvenen ve mutlu biri olmasını da istiyorum. Bu nedenle de çocukluğunun alabildiğince mutlu ve alabildiğince özgür geçmesini istiyorum. İşte zaten tam bu noktada karşımıza disiplin kavramı çıkıyor.

Disiplin hani sanki çoğunluk için terbiye amaçlı bir baskı, bir cezalandırma ile eş anlamlı sanki. Oysaki en yalın, en basit anlamıyla tutarlı olmaktır disiplin. Eşimle en çok tartıştığımız konuların belki de başında bu konu gelmekte. Ortak fikirlerimiz çok şükür ki var ama buna karşılık ayrıştığımız bölümlerde az değil hani. O beni fazlasıyla özgürlükçü buluyor. Bu kadar demokrasi bu yaştaki çocuk için fazla diyor. Benim empati yeteneğim eşime göre çok daha gelişmiştir. Hem oğlumu ve hem de eşimi anlayabiliyorum ama eşim beni ve oğlumu anlamaktan bir miktar uzak kalıyor. Benim sabrım çok fazla iken eşimin daha bir sınırda gibi kalıyor. Bu iki çok önemli kişisel özellik de ister istemez fikirlerimizdeki farklılıkları oluşturuyor. Oğlum ile daha annesinin karnında konuşmaya başladım, hala da susmuş değilim, açıkçası susmaya pek niyetimde yok. Ben her şeyin konuşarak, açıklanarak öğretilebileceğini savunuyorum. Bunun içinde sabrımın sonu genelde olmuyor. Onu anlamaya çalışıyorum. Eşim ise bir miktar bunu yapıp sonuç almazsa faşist rejime dönelim diye tutturuyor. Daha katı olalım derken ben demokratik ortamın devamından yana oy kullanıyorum ve bu da çoğu kere tartışmaya neden oluyor. Ben ise oğluma zoraki hiçbir şey yaptırmak istemiyorum.

Oğlumuzun en önce mutluluğu ve sonrasında belirli bir disiplini sağlayabilme adına yapmaya özen gösterdiğimiz en önemli konu öngörülebilen, tahmin edilebilen, beklenen bir günlük rutin yaratmak. Bunu aslında eşim yarattı ama ben de destek olup bunu gerçekleşmesi için uğraş veriyorum. Koşulsuz sevgi ve “güvenlik her şeyden önce gelir” bizim ikimizin de olmazsa olmazı. Elektrik prizini ellemesi ya da camdan eşyalarla ya da kalem elinde koşması zinhar yasaktır mesela. Anlayacağınız kendimize göre bir dengemiz var. Yemek yemediği zaman zorlamıyoruz ama dişlerini mutlaka istemese de fırçalıyoruz. Evlilikteki başarı eşlerin aslında birbirlerini ne kadar tamamladıkları ile orantılı. Bir şekilde çok şükür biz birbirimizi tamamlamayı bildik bu sürede ya da belki birbirimizi tamamladığımız sanısını yaşıyoruz.

Üç kişilik ailemizin ışığı, aydınlığı, geleceği, her şeyi ise dün itibariyle 4 yaşını tamamlayıp 5 yaşından gün almaya başladı. Sabah son derece doğal ve sıradan bir şekilde çok erken başlanan gün muhteşem devam edip çok şükür ki huzur içerisinde sona erdi. Doğum günü için oğlumuza bir parti düzenledik. Hemi de evde de değil. Okul arkadaşları, aile, eş dost derken doldu taştı kiraladığımız yer. Otuzu aşkın çocuk bir anda kurtlarını dökmeye karar verirse nasıl bir kaos oluşur tahmin bile edemezsiniz. Bağrışmalar, gülmeler, koşuşturmalar, tartışmalar, düşüp ağlamalar, ne ararsanız vardı. Eşim ve ben davetlileri kapıda karşılayıp gün boyunca ilgilendik durduk. Görseniz hani sanki düğünümüz var sanırdınız. Organizasyonun gerçekleştiği yerde çalışan ve tüm bu kaosu yönetmekten sorumlu iki tane abla ise yeterden çok ama çok uzaktı. Bir panik baba olarak özellikle partinin kaza ve ağlama ihtimali en yüksek olan son zamanlarında sürekli bir üçüncü kuvvet olarak yanlarındaydım çocukların. Oğlum atlama!, çıkmayın yavrum şuraya!, tutun sana be evladım!, koşma! kime diyorum? diye koşturup durdum çoğu kere çaresizce ama yılmadan ve ne yaptığını bilmeden. Toplamda bir baş şişmesi ve iki ağlama ile partiyi çok şükür hani neredeyse sıfır büyük sorunla tamamladık.

Tabii benim size yalnızca bir paragrafta özetlediğim partinin bir öncesi vardı ki anlatılamaz. Anlatılsa da satırlar yetmez. Başta parti yerinin seçimi vardı ki oldukça zamanımızı tüketti. Hani görseniz ya da duysanız tüm bu araştırma ve çabanın ekonomik olanı bulmak için yapıldığını sanırsınız. Keşke öyle olsaydı ama yok efendim neredeeee, sanki amaç en pahalısını bulabilmekti. Merak buyurmayın, bulduk da. Oğluma feda olsun o ayrı. Pasta seçimi, yaptırılması, tuzlu seçimi derken son günlerdeki tüm uğraşmalarımız bu parti için oldu çıktı. Ama belki de en büyük zamanı  artık yeni dönemde adet olduğu üzere gelen çocuklara geldikleri için vereceğimiz hediyeleri seçmekte harcadık. Eskiden doğum günlerinde doğum günü sahibi toplardı tüm hediyeleri. Günün prensi ya da prensesi olurdu. Herkes onunla ilgilenir, hediyeler verilir, omuzlara alınırdı. Biz böyle gördük, böyle bir psikoloji ile büyüdük. Meğer zaman içerisinde işler değişmiş. Zayıf psikolojimin nedeni de bu şekilde anlaşılmış oluyor. Psikolojik sebeplerden tüm çocuklara hediye almamız gerekiyormuş. Ne anladım ben bu işten. Kardeşim keşke bir centilmenlik anlaşması yapmış olsaydık da kimse kimseye bir şey almasaydı, pastamızı talan edip dağılsaydık. Sen misin bana hediye alan, al bakalım sana hediye tadında bir gün oldu. Hem biz para harcadık ve hem de gelenler ama inanın biz çok daha fazla harcadık. Pastadaki içerik seçimi, üstünün süslemesi, getirilmesi, kesilmesi  meğer füzyon bile bu kadar zor değilmiş. Bizim zavallı doğum günlerimizi düşünüyorum da nice senelerimizi mahalle pastanelerinden alınan bol kekli az çikolatalı pastalarla heba etmişiz. Bir de böylesi organizasyonların olmazsa olmazı pinyatamız vardı ki şaşarsınız, gören duyan da bizleri Meksikalı sanır. 

Bir Pazar öğleden sonrasını oğlumla, eşimle ve onlarca kişi ile beraber geçirdim. Oğlumun yeni bir yaşa girmesine tanıklık ettim. Bir yaş daha büyüdü. Kendisini yalnızca 4 senedir tanıyoruz. 4 sene önce hayatımıza katıldı ve çok da iyi yaptı. İyi ki bizi seçti. Ondan öncesi meğer yalnızca boş geçen yıllarmış. Hayat bizim için onunla başladı. O bizim yalnızca kanımız, canımız ve bir parçamız değil. O bizim yaşam sevincimiz. Neşemiz, kahkahamız. Gözlerimizdeki ışık, aydınlığımız. O bizim nefesimiz. Gün ışığımız. Mutluluğumuz. Huzurumuz. Sağlığımız. O Tanrıdan gelen bir armağan bizlere. O bizim hayatımız. Her şeyimiz. Onu çok seviyoruz.

Oğlum! Canım oğlum! Benim yakışıklı, iyi kalpli, birtanecik oğlum! Nice mutlu güzel yıllara... Dilerim şansın da bahtın da hep açık olur! Doğum günün kutlu olsun!
 
Akşam belki de doğum günü bir miktar daha sürsün diye bir türlü uyumak istemedi. Oldukça geç saate kadar da dayandı. Ama sonrasında pes etti. O kadar masum, o kadar huzurlu,  o kadar mutlu ve bir o kadar tatlı uyuyordu ki ben kişisel olarak doğru yolda olduğumu hissedebiliyordum. Üzerini örtüm ve ilk bebeğimin, eşimin, yanına gittim.