Bu Blogda Ara

21 Ağustos 2014 Perşembe

İki ayrı gün, iki ayrı konser, tek bir usta

Ellerim gözlerime bugüne kadar hiç bu kadar büyük görünmemişlerdi. Hani sanki bütün vücudum elim özeline indirgenmişti. Oturduğum yerde gülücükler saçarak beni nasıl bilirsiniz sorusuna sanki tüm beni tanıyanlar eli büyüktü, hatta çok büyüktü diyecekler gibi hissedip duruyordum. Nereye koyacağımı bilemediğim ellerimi, sanki milletin dikkatini daha da çekmek istercesine sürekli hareket ettirip duruyordum. Önce birleştiriyor, sonra birbirlerinden ayırarak her birini ayrı ayrı masaya koyuyor, saniye geçmeden tekrar hareketlendirip biriyle kulağımı kaşıyor, diğer teki ile saçımı düzeltiyordum. Elimde değildi, engel olamıyordum kendime. Muhtemelen bir orkestra şefi bile elini benim hareket ettirdiğim kadar hareket ettirmiyordu bir konser sırasında. Çok değil yalnızca bir kaç dakika önce kalabalık bir insan selinin çıkardığı uğultu arasında kulağa oldukça hoş gelen bir müzik başlamış ve bu muhteşem notalar karşısında kalabalık ister istemez belki yalnızca meraktan veya belki de yalnızca öyle yapmaları gerektiğini sanmalarından sessizleşmeye başlamışlardı. Hemen ardından bizlere haydi bakalım diye komut gelmişti.  Haydi bakalım! Gerçekten de bir haydi bakalım bilinmezliğinde ama bir kadar da sıcaklığında yürümeye başlamıştık. Zaten bu yürüyüşümüz ne mutlu bize ki şimdiye kadar hem aynı tatta olmaya devam etti, umarım haydi bakalım tadımız hep böyle devam eder. Sinir bozucu bekleyiş sona ermiş, buna karşılık heyecan bir o kadar daha artmış olarak suratlarda zoraki midir yoksa bugüne kadar hep böyle olduğundan mıdır yoksa aşırı heyecandan mıdır bilemediğim bir tebessüm ile ve oldukça ağır adımlarla adeta dura dura yürümeye başlamıştık. İlk gördüklerim ister istemez en değer verdiklerim oldular. Doğduğum anda ilk gördüğüm, ilk tanıdığım, ilk kokularını duyduğum, her daim eksikliklerini hissettiğim canlar en az benim kadar heyecanlıydılar. Gülerek bana güç veriyorlardı. Ben büyürken, boy atarken, koşarken, düşerken, sınıfları geçerken, bayramlara, doğum günlerinde, yaş alırken bana eşlik eden akrabalar hemen sonrasında fark ettiklerimdi. Sıcak, hem de sıcacıktı yüzleri. Ağlarken, sevinirken hep daim yanımda olan arkadaşlarımın ise bazılarını görebildim o kısa yürüyüşte. Arada bir tek tük göze çarpan iş çevresinden kişiler ve komşularda olmadı değil hani. Bunlar dışında kalanlar ve yalnızca resmi tamamlayan diğer parçalar olarak tanımlayabileceğim grimsi alan ise bütün hayatım boyunca bir ya da en fazla iki kere gördüğüm yabancılar ile bugüne kadar hiç görmediğim hepten yabancı kişilerdi. Gabriel Faure’nin muhteşem Pavane parçasının notaları kulaklarımıza erişirken Mayıs ayının Mayıs ayına yakışmayacak soğukluktaki bir gününde bizler evlilik yolunda ilk adımlarımızı atıyorduk birbirimizin dünyalarına. Neden ellerime o gün bu kadar takmıştım hala hiç bir fikrim yok. Heyecan bu olsa gerek.

Şişli Evlendirme Dairesinde Cuma gününün son nikahını almıştık, üstelik tarih sırf ben ileride unutmayayım diye de 20.05.2005 idi. Bak kaç koca uzun sene geçti gerçekten de hala unutmuş değilim. Eşim gerçekten de işini biliyor. Eşimle düğün yapıp yapmama konusunda önceleri biraz araştırma yapmış, alternatifleri değerlendirmiş, hatta sanatçı olarak kimi düğüne getirebiliriz onu bile konuşmuş ve sonrasında antat kalmıştık; düğün için büyük harcama yapmayalım yerine o parayı başka ihtiyaçlarımız için kullanalım. Ben düğün yapıp muhtemelen kimsenin çok da mutlu olmayacağı, dedikodu yapma fırsatı yakalayacağı bir düğün organizasyonu için para saçma isteğinde değildim. Müstakbel eşimin de aynı fikirde olması nasıl büyük bir saadetti anlatamam. Düğün yerine arayı biraz bulmak ve eşimin muhteşem gelinliği ile daha çok vakit geçirmesine olanak sağlamak adına oldukça şık bir o kadar rafine bir kokteyl düzenlemiştik evlendirme dairesinde. Bugün hala o gün yediklerini konuşanlar mevcut, düşünün o kadar yani. İçkileri biz almıştık ve yok yoktu. Müzikler bile bizim seçimlerimizdi. Ses sistemini bile bizim kurduğumuzu söylemeye sanırım hiç gerek yok. Anlayacağınız sıradan bir evlendirme dairesi organizasyonu değildi. Yer onların ama gerisi bizimdi. Nikah şekeri dağıtmamış yerine sevdiğimiz parçaların yer aldığı (yine bizim yaptığımız) ve üzerinde isimlerimizin ve evlenme tarihimizin olduğu birer müzik cdsi hediye etmiştik. Fotoğrafçılar gırla etrafta cirit atmış  ve durmadan fotoğraflar çekmişlerdi. Daha ne olsun değil mi? Değilmiş efendim. O güne kadar kadınları anladığımı sanırdım meğer anlamaktan hem de çok uzaktaymışım. Meğer eşim aslında düğün istermiş. Bunu bir şekilde anlamam gerekirmiş. Anlayamamıştım.

O günlerde düğünümüz için çağırmayı planladığımız kişi Ferhat Göçer’di. O zamanlarda adı yeni yeni duyuluyordu. İlk albümü henüz çıkmamıştı. O zamanlarda Pizza Pino gibi bazı restoranlarda sahne alıyor, firmaların özel gecelerine katlıyordu. Eşim bir çok organizasyonda onu bir çok defalar kullanmıştı ve bizden çok da para istemeyeceğini düşünüyorduk. Ben ise kendisini çok daha öncelerden tanıyordum. Taaaa Ege Bar’da Turkuaz ile birlikte çıktığı dönemlerden. O zamanlarda bence en iyi dönemleriydi. Bir Münir Nurettin okurdu, sanırsınız üstat özel izinle o geceye katılmış. Ben arya dinlemeyi çok ama çok severim ve Turkuaz grubu bu işte çok ama çok iyi idi. Bir ara iyice Ege Barın müdavimlerinden olmuştum. Eğlenceli güzel günlerdi. Bir kaç kez Turkuaz grubu ve Ferhat Göçer ile aynı sahnede şarkı söylemişliğim bile var, düşünün artık. Doğal olarak ben de düğünümde böylesi bir sesi bulundurmaktan ancak mutluluk duyabilirdim. Sonrasında tabii ne Ferhat geldi ne de zaten bir düğün oldu.

Geçenlerde Harbiye Açıkhava’da önce Erol Evgin’in hemen ertesi günde de Ferhat Göçer’in konserine gittik. Bizim için inanılmaz bir değişiklikti. Düşünün ki yıllar olmuş biz konserlere gitmeyeli ve sanki Açıkhavanın kombinesini varmış gibi iki gün arka arkaya konsere gidiyoruz. Eski yıllarda yol kenarlarına arabaları koyardık, döndüğümüzde şanslı isek arabalar yerinde dururdu. Çoğu kere de çekilmiş olurlardı. Arabasız gitsek taksi bulmak zor olurdu. Sonra sonra biraz uzak da olsa bir otopark bulmuş ve hep oraya koymaya başlamıştım. Yollar değişmiş, eski otoparklar yok olmuştu yine zaman içerisinde. Zaten neler değişmiyor ki. Ülkenin insanı değişmiş yollar değişmiş çok mu ki? Alt zemine otopark yapmışlar, ne de güzel yapmışlar. Hiç bir sıkıntı çekmeden arabayı park ettik ve keyiflice Açıkhavanın yolunu tuttuk. Yerleştik. Işıklar kapandı ve konser başladı. Erol Evgin konseri tek kelime ile muhteşemdi. Bilmediğimiz çok az parça vardı, hemen hemen hepsine bağıra bağıra eşlik ettik. Arka panelde gösterilen filmleri izledik, arka arkaya konulan fotoğraflara baktık. Fıkralar dinleyip bol bol güldük, anlatılan hikayeler ile kah hüzünlendik kah sevindik. Her yönü ile her bir duyumuza hitap edilmiş bir konserdi. Bizimle nasıl bütünleşti inanamazsınız. Hani sanki konsere değil de büyük bir evin bahçesine gelmişsiniz de onunla muhabbet ediyormuşsunuz gibiydi. Konserin bir anında, Erol Evgin Aldım başımı gidiyorum adlı şarkısını söylerken, eşim ben gidip sahnede kendisini kutlayacağım dedi. Şaka gibi ya. Ben de boş bulunup yapamazsın dedim. Demez olaydım. Meğer kendisi de bu gaz cümlesini beklermiş. Sen kalk ve sahneye doğru kararlı adımlarla inmeye başla. Şarkının bitimiyle sahneye çıkıp kutladı da. Yok artık Lebron James diye bağırmak istedim o an. Bir yandan da koruma görevlileri onu kesin alacaklar sorunu nasıl çözerim onu düşünüyordum. Eşimle bir şeyler yapmak hep çok keyiflidir çünkü onun ne yapacağı, kiminle dalaşacağı, kime kafa tutacağı ve başını nasıl bir şekilde derde sokacağı hiç belli değildir. Çok şükür bu sefer Erol Evgin’in anlayışı sayesinde sorunsuz bitti. Sahne tozunu ve ışıklarını yakından gördükten sonra eşimin iyice kafası karıştı ve bizim oturduğumuz yeri bulamadı. O ana kadar kimsenin görmemesi için yerine iyice gömülmüş olan ben, ister istemez herkesin dikkatini fazlasıyla çekerek eşime yerimizin nerede olduğunu göstermeye çalıştım. Yerine gelince teşekkür edip, özür dileyeceğine resmimizi çektin mi demez mi? Ben de hiç bir erkek, eşinin Erol Evgin bile olsa, bir erkeği öperken fotoğraflamak istemez dedim ve konu kapandı. O gece çok eğlendik. Yalnız Erol Evgin’in konser sonunda tetkikler ve tahliller iyi olursa, seneye tekrar burada görüşürüz demesi bütün morallerimizi alt üst etti. Umarım çok iyidir ve yalnızca kontrol amaçlı olarak bunları yaptırıyordur. Onun daha nice konserlerini izlemek çok isterim. Uzun bir süre İstanbul Gayrettepe’de bir otelde sahne almış ve ben gitmeyi hiç düşünmemiştim. Salaklık etmişim. Bir kere gitsem kesin nerede olsa onu takip ederdim, o kadar eğlenceli ve güzel bir konser oldu bizler için.

Ertesi gün aynı coşku ve istekle yolumuzu tuttuk. Arabayı yine aynı yere park ettik ve yerimizi aldık. İlk parça Puccini'nin Turandot operasının belki de en ünlü aryası olan Nessun Dorma idi. Fena değildi ama bir şeyler eksik gibiydi. Yıllarca bu sesi dinlemiş biri olarak söylüyorum sonrasında da söylediği tek bir parçayı bile beğenmedim. Kötü söyledi. Arya söylemek demek bağırmak demek değildir. Bizimkisi bağırdı durdu, adeta şarkıları döverek söyledi. Kaç arya da gözlerimin yaşardığı bilen ben, konser sırasında bir kere bile duygulanmadım. Erol Evgin ne kadar bizimle bir bütünlük sağladıysa Ferhat Göçer bir o kadar mesafe koydu. Erol Evgin’in canları olan bizler Ferhat Göçer için Harbiyesi idik. Haydi eller havaya Harbiye! Tüm konser sırasınca protokol ile konuştu durdu. Ama nasıl konuşma, nasıl bir yağ çekme, nasıl bir neyse işte anladınız siz ne demek istediğimi. Her bir şarkı arasında ayrı ayrı protokolde bulunan birilerini poh pohladı durdu. Yok şu adam böyle büyük bir adam, yok bu adam söyle yardımsever, yok böyle vizyoner ... Bir ara iyice abartı ve taverna tadında ....hanımlar da burdalarmış, bu ne şıklık gibisinden sözlere başladı. Vıcık vıcık bir üsluptu, onun adına ben utandım. Tam bir protokol konseriydi anlayacağınız. Eminim Hıncal Uluç konser hakkında çok iyi şeyler yazacaktır, sürekli poh pohlandı durdu. Bana göre ise teknik açıdan konser çok kötü idi, seyirci ile kaynaşma açısından ise bence rezaletti. Daha da kötüsü üyesi hatta yöneticisi olduğu derneğin yaptığı bir yardımı gözümüzün taaa içine kadar sokmasıydı.  Yapılanları anlattırdı, kocaman sembolik bir karton çeki de yanında tuttu durdu. Hadi kendisi bilmiyor, hiç mi kimse ona yardımın reklamın yapılmayacağını, yapılırsa çok çiğ kaçacağını söylemedi. Sağ elin verdiğini sol elin görmesin atasözünü hiç mi duymadı ömrü boyunca? Hadi peki içi içine sığmadı ve bir şekilde bu yardımı yaptığını, organizasyonunda görev aldığını paylaşmak istedi ki bunu yapmasının bence bir bahanesi olamaz, neden her bir kişiye başka neler yaptınız, anlatın anlatın yaptıklarımız bilinsin gibisinden zorlamalarda bulundu inanın anlayamadım. Zamanında onu bu kadar izleyen, takip eden, seven bir kişi olarak onun için çok ama çok üzüldüm ve adına utandım. Tarzı ve üslubu da çok kötü idi. Nasıl anlatsam bir hazmetme sıkıntısı var gibiydi. Zamanında çok ezildiğinden muhtemelen olsa gerek ezmeye çalışır tavırlardaydı. Belki heyecandandır diye ümit ediyorum ama arkasında yer alan ekibe davranışları küçümser ve çoğu kere emreder bir havadaydı.  Erol Evgin ne kadar aşmış görünüyorsa bizimkisi o kadar sinir bozucu ve kaba görünüyordu. Arkasındaki ekibe ama söz yok. Bence muhteşem bir müzik yaptılar. Bizimkisi ise çakma il maestro pozlarında oldukça yapmacık ve bir o kadar da oraya ait değilmiş gibiydi. Onu izlemeye gelen bu kadar insana bence ayıp etti. Ben büyük konuşmayayım ama onu izlemeye bir daha gitmem. Yolu açık olsun. Umarım zamanla çok daha samimi olmayı öğrenir. Eğer tüm bunları yalnızca heyecandan yapmışsa ki olabilir, bence o zaman göz önünde bulunan biri olarak daha profesyonel bir davranış sergilemeli(ydi), kendi bunu beceremiyorsa bir uzmandan yardım almalı(ydı) diye düşünüyorum.

Nereden nereye ... Nikah gününden, elin adamının dedikodusuna. İki ayrı gün, iki ayrı konser, tek bir usta  tadında bir yazı yazmak istemiştim ortaya bu çıktı. Umarım beğenmişsinizdir. Bu arada belki de uzunca bir aradan sonra gittiğimizden olsa gerek Açıkhava’da konsere gitmek bir hayli keyifliydi. Özlemişim, özlemişiz. Umarım daha nicelerine hep beraber ailece gidebiliriz. Bizler kendi adımıza anı kesemize anı toplamaya devam ediyoruz. Daha nicelerini dileyerek aranızdan şimdilik ayrılıyorum.

Sevgi ve saygılarımla,

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Tatil Köyü yerine huzurlu bir köy tatili ...

Yonca Lodge


Bizim evde her sene aynı telaş, aynı endişe ve aynı koşuşturmalar olur her bir tatil öncesinde. Sene de bir kere gidildiğinden olsa gerek, iyi olmalıdır, ekonomik olmalıdır, kolay gidilebilmelidir, denizin dibi olmalıdır, çok sıcak ve çok soğuk olmamalıdır. Sırayla ve üşenmeden bir çok alternatif değerlendirilir ve genelde bu kıstaslara uygun birbirinin aynı, ya da hadi benzer diyelim, yerler tercih edilerekten aynı tatiller yapılır çoğu sene. Artık şaşırmayacağınız üzere çoğu yere eşim karar verir. Nedeni benim pasif hareket ediyor olmamdan ziyade, bir de tatilde olası yanlış bir tercihten ötürü dırdırlanmasının önüne geçmektir. O seçer ve tüm sorumluluk onun olur. Ben genelde hem parayı öder ve hem de elimdeki ile mutlu olmaya çalışırım. O ise beğenmediği bir şey olursa, kendi tercihine bile laf atmaya devam eder. Çok keyifli anlardır öylesi anlar. Bir nevi kendi kendisiyle çarpışıyordur ve yenen olmayacaktır. Uzun bir seyir zevki anlayacağınız. Eşimin tüm organizasyonu üstlenmesinin bir diğer artı yanı ise tüm organizasyonu, santim santim onun yapması, onun planlamasıdır. Ben amaç denklemini kurarım ve yaklaşık bütçe ile olmazsa olmazları belirlerim. Gerisi onun işidir. Uçak ve otel rezervasyonları, bavulların hazırlanması, gerekli olan alışverişler,  gidilecek yerde yapılacaklar, ilgili transferler... Biliyorum hayatım çok zor ama alıştım artık. Beni dert etmenize gerek yok.

Bu sene eşim kendini aştı. Çok iddialı ve damdan düşer gibi olacak biliyorum ama tüm senelerin uzak ara en güzel tatilini yaptırdı bizlere. GÖCEK ADASI: SEN KALK, CENNETTEN KOPUP BURALARA GEL ... yazımı okumuş olanlarınız bu adayı hatırlayacaklardır. Bu muhteşem adada çok keyifli anlarımız olmuştu. Eşim aradı, taradı ve sonunda bir nevi içinde yaşanabilecek, kalınabilecek bir Göcek Adası buldu bizlere. Size kişisel ve şiddetli bir tavsiyede bulunmak istiyorum: Bütün işlerinizi bir kenara bırakın, artık yapmayın, ya da en azından ara verin ve kalkın Fethiye yakınlarındaki Yonca Lodge’a tatil yapmaya gidin. Hani yeryüzündeki cennet sözü sanki bu şirin yer için söylenmiş. En son ne zaman yalnızca siz istiyorsunuz diye bir şey yaptınız? Bu yere zaman kaybetmeden yalnızca siz istiyorsunuz diye gidin. Kendinizi şımartın ve gidin.

Küçük hem de çok küçük ama öyle bir şirin öyle bir güzel ki, kolay kolay ayrılmak istemeyeceksiniz. Hani anlatılmaz yaşanır derler ya kaldığımız yer işte böyle bir yerdi. Ne kadar anlatsan o dinginliğini, o huzur veren ortamını, sakinliğini, güzelliğini anlatamam. Ben böylesi huzur dolu, sakin ve bir o kadar güzel bir tatil çok uzun bir süredir yapmamıştım. Bir kere her yer yeşillik ve ağaçlık. Çeşme’de arkadaşlar kavrulurken, biz Fethiye’de hadi o kadar geldik bari bir denize girelim diyorduk. O kadar ağaçlık ki sıcaklar gelip size ulaşamıyor bile. Tesis ağzına kadar dolu olsa bile ancak 36 kişi kalabiliyor tüm tesiste. Toplamda hepi topu 14 oda mevcut. Buna karşılık her yer hamak dolu. Kumsalda pavillon’lar var ki bir de beleş. Tatil köylerinde terbiyesizler, buraların kullanımını ayrı ücretlendiriyorlardı. Burada ise sebil. Beğenmedin git diğerine yerleş, olmadı eşin birine sen diğerine yerleş. İdeal durum bu aslında, böylelikle sessizliğin tadını çıkararak, dırdırdan uzak kitap okuyabilirsin ama her idealin aslında çoğu kere içinde ütopyayı barındırdığı gibi bu da gerçeğe çok uzak bir durum. Ama işte başarabilsen bu imkan bile var düşünün artık.

Her yer tavuk, ördek, kaz, horoz ve civcivlerle dolu. Kedi ve köpek olmazsa tabii ki olmaz. Onlar da vardı. Tam yanımız sazlıktı mesela. Sazlıkta kurbağalar, değişik değişik ses çıkaran börtü böcekler. Tam bir görsel, duyusal ve ruhsal şölendi. Hep tatil köyüne gitmeye alışık olan bizler, belki de ilk defa köy tatili yapıyorduk hayatlarımızda. Alışık değildik ama pek sevdik. Gerek temizlik, gerek ilgi ve alaka, gerek konum, gerek denizi ve havuzu ve gerekse ücreti bakımından dört dörtlüktü.

Bir kere tüm yemekler için kullanılan malzemeler bizzat yanınızda gördüğünüz bahçelerdendi. Roka salatası istiyorsunuz mesela, gidip toplayıp yapıyorlar. O gün tutulan balık varsa akşam balık siparişi verebiliyorsunuz. Ama dert etmeyin hemen yanınız bahçe olduğundan tabii ki aç kalmıyorsunuz. Ev yapımı bir elma-ayva reçeli vardı ki, yok böyle bir şey, ilk tadımımla beraber inanın lezzetinden ve bu tadın içimde oluşturduğu mutluluktan bir anda gözlerim doldu. Hem ağladım, hem yedim, hem ağladım, hem yedim. Ben bunu kaldığım günlerin tamamında hep yaptım. Eşim bir ara yeter demese bu eylemi yapmaya devam edecek ve her gün ayrı bir kavanozu bitiriyor olacaktım.

Siz akşam yemeklerini, ya da kahvaltıları kumlara basarak yemenin keyfini hiç tattınız mı? Düşünün güzel soğuk bir beyaz şarap, yanında deniz mahsulleri ile dolu bir masa, aileniz ile birlikte, kumlara basarak, dalgaların sesi altında yemek yiyorsunuz. Ya da denizden yeni çıkmışsınız ve masa hazır sizi bekliyor. Üzerinize bir şeyler giyip öğle yemeğinizi kumsalda, ağaçların altında yine kumlara basarak ve soğuk bir bira ile birlikte alıyorsunuz. Hele ki kahvaltılar. İnsanın hemen sabah olsun da yeniden yemeğe başlasam dedirten bir ziyafet, adeta bir şölen. Önce bir deniz sefası ve sonra kurulanıp kahvenizi yudumlamaya başlıyorsunuz. Kahvenin çekirdekleri hemen yanı başınızda çekiliyor ve hazırlanıyor. O kadar taze ve bir o kadar leziz. Şaraplar Antalya yöresinden benim her zaman için bayıldığım ve severek tükettiğim Likya şarapları. Cabernet’si, Merlot’su hepsi bizimleydi. Biralar Tuborg, normali de var malt olanı da. En önemlisi her daim buz gibi. Rakı olarak Yeni Rakı’da mevcut, İzmir de. Ben Yeni Rakıyı tercih ettim. Hep tatil köylerindeki düşük kaliteli içkileri bilen bir kişi olarak daha ne olsun diyor insan. İçtikçe içesi geliyor doğal olarak. Yemek servisleri bile ağırdan ağırdan yapılıyordu. Sanmayın ki yetişemediklerinden. Şehir hayatın koşuşturmasına ve telaşına inat servisler özellikle yavaştı. Bizlere içkilerimizi yudumlayıp, tadına vararak sohbet etme şansı veriyorlardı sanki ve kasıtlı olarak. Ne mi yaptık? Durmadan denize girdik, bir o kadar da yedik ve içtik. Bol bol sohbet ettik. Her şeyden evvel çok iyi ağırlandık. Bizler orada müşteri değil misafirdik. Bunu gerçek anlamda bizzat hissettik, yaşadık. 

Gelen herkesin herkesle muhabbeti,selamlaşması vardı. Huzur ortamı öyle bulaşıcıydı ki, geldikten bir kaç sonra aura renginiz bile değişip, ermiş bir insanın olgunluğuna eriyordunuz. Yüzlerde bir tebessümle ortamın tadını çıkarmaya başlıyordunuz. Yerlisi, yabancısı herkes huzur potasında eriyip, yenileniyordu. Belki şaka gibi gelecek ama sanki herkes, herkesle beraber tatile gelmiş gibiydik. Sanki bir olmuştuk. Öylesi bir huzur ve dinginlik. Ben daha ne yazabilirim ki bunun üstüne.

Oğlum bulunduğumuz süre zarfınca neredeyse hiç denizden ve havuzdan dışarı çıkmadı. Denize de doydu, güneşe de. En azından belli bir süreliğine. Bütün gün boyunca tüm enerjisini harcadı durdu. Tüm senenin pineklemesini bir kaç günde üzerinden attı. Akşam yemekleri sonrasında ise hemen uyuyakaldı her defasında. Biz de eşimle birlikte bilgisayardan daha önceden yüklediğimiz diziyi seyrettik akşamları.

Bu tatil bize çok iyi geldi. Dinlendik, eğlendik, bol bol yedik ve yüzdük. Ne stres kaldı, ne sıkıntı, ne de telaş. İhtiyacımız fazlasıyla varmış. Oğlumun bu süre zarfında, gözlerindeki mutluluk ve ışıltı ise paha biçilmezdi. Anı kesemize bir kaç gün daha atıverdik. Ne mutlu bizlere ve daha nicelerine ...