Bu Blogda Ara

31 Ağustos 2012 Cuma

Farklı diyarlara yapılan bir ziyaretin ardından ....


Siz de farkında mısınız gün geçtikçe zevklerimiz ve alışkanlıklarımız giderek sıradanlaşıyor. Rafine diye düşünebileceğimiz, tanımlayabileceğimiz neredeyse hiçbir şey kalmamış hayatlarımızda ve tercihlerimizde. Bir süredir hemen hemen tüm restoranların birer simit saray ve evlerine dönmelerini üzüntüyle izliyorum. Esentepe’de ki Northsields mesela yerine simitçiye bırakmış daha nice güzel ve leziz restoranların yerlerini bıraktıkları gibi. Cunda Adasın’da ki rakı-balık restoranında artık yalnızca çay içebilecek olmamızla, eski İtalyan restoranların birer simitçi olmasının ardındaki nedenler hep aynı aslında. Para artık el değiştirdi ve buna bağlı olarak da her şey artık özgürce ve gönüllüce değişebilmekte. Benim üzüldüğüm değişen hayat tarzlarımız ve zevklerimiz. Ben simit yemek istemiyorum. Tamam çok daha ekonomik ama bu kadar yer açılacak kadar da talep olması ancak değişmemizi ve giderek sıradanlaştığımızı göstermekte. Tüm dünyada aynı zamanda ilk ve tek olmak da demek olan Laik, demokratik bir Müslüman ülke olmaktan sanırım artık uzaklaşarak farklı maceralara doğru yelken açıyoruz. Arapları son zamanlarda ülkemize getiren aslında hayat tarzlarımızdı, sahip olduğumuz özgürlüklerdi, ya da en yalın ifadeyle laik ve müslüman kelimelerinin dengeli olabilmesiydi. Sanırım cazibe merkezi olma durumumuz artık bir sona doğru ilerlemekte. 

Bizler bu yolculuğa doğru yol alırken beni oldukça şaşırtan bir gelişme de olmadı değil hani hayatımda. Ailece bir düğüne katılmak için geçtiğimiz günlerde İsrail’deydik. Gitmeden önce bizi oldukça korkutmuşlardı. Yok savaş çıkmak üzere, yok girerken ve çıkarken donunuza kadar soyup saatlerce bekletiyorlar, yok sorguya çekiyorlar, yok canlı bombalar, yok yakıcı sıcak ... Ülke evet çok ilginç bir ülke. Tüm komplo teorilerinin ortak ana fikri dünyayı bu ülke insanlarının yönettiğidir.  Eğer öyle ise korkulacak bir durum yok zira bu ülke tüm dünyayı yönetmekten hem de çok uzak. Hani açık yazmak gerekirse kendilerine faydaları yok. Gitmeden önce insan böylesi güçlü bir kavmin insanlarının oluşturduğu ülkeyi Monaco gibi ya da Luxembourg gibi olmasını bekliyor (tüm zamanların ve yerlerin en lüks McDonald’sı bana göre Luxembourg’dadır ve eşim bir migren krizi sonrasında oranın tuvaletinde kusarak orasını bizzat onurlandırmıştır). Ülke anlayacağınız üzere ne Monaco ne de Luxembourg gibiydi. Daha çok 30-40 sene öncesinin İzmir’i gibi bir yerdi, ama çok daha pis ve çok daha kötü evlerle dolu olanı. Sıcaklık, benim İstanbul’dan geldiğimle neredeyse aynıydı. Bu nedenle sıcaklık konusunda şikayet edemem ama ılık değildi ve MFÖ gibi şapkasız çıkmam abi tadındaydı. Yediğimiz yemekler garantiye oynamak istememizden Time Out dergisinde olan yerlerdeki yemekler olduğundan bana göre oldukça da pahalı bir ülke oldu. Oğlumla gittiğimizden ve sıcaklık kendini bir hayli hissettirdiğinden her yere de taksi ile gittik. Anlayacağınız bizim için pahalı bir gezi oldu. Tel Aviv’e Avrupai bir şehir diyenler sanırım hiç Avrupa’ya gitmemiş olanlar. Peki tüm bunlardan sonra beğenmedim mi? Hayrı bence ilginç bir şehir. Kesinlikle de en azından bir kez gidilesi ama çok anlamlar yüklemeden ve fazla bir beklenti içinde olmadan. Oğlumun biraz büyümesi sonrası Kudüs ve Tuz Gölüne de gideceğiz ama bu gezimizde yerimizden fazla kıpırdamayıp, zamanımızı yemekle ve belki 30 derecenin üzerindeki sıcaklığı ile Akdeniz’in içinde geçirdik. Lokal yerlerdeki görevliler oldukça kaba iken dergide yer alan yerlerdekiler son derece profesyonel ve çözüm ve müşteri odaklı. Tavsiyem bu yerleri seçmeniz. Dış mekanlarla, taksi dahil iç mekanlar arasındaki sıcaklık farkı ise ağlatacak cinsten. Taksi içinde ya da alışveriş merkezleri içinde hırka giymek isterken dışarıda derinizi bile çıkarmak istiyorsunuz, o kadar yapış yapış ve sıcak.

Alışveriş merkezi derken birgün bize bir yer tavsiye ettiler. Buranın İstinye Parkı dediler. Biz de üşenmedik, denizden çıkıp, kurulanıp, üst baş değiştirip, taksi tutup, oranın yolunu tuttuk. Allahım ne kalabalıktı inanamazsınız. İnsanlar alışveriş merkezinde üzerinize üzerinize doğru geliyor sanki. Tüm yemek yenecek yerler hınca hınç dolu ve boşalacak gibi de değil. Peki gerçekten de İstinye Parkı tadında mı tabii ki hayır. Olsa olsa en fazla Profilo AVM’nin çakması olabilecek seviyede. Her mağazanın girişinde, ancak bir insanın geçebileceği bir aralıkta bekleyen bir görevli, giriş ve çıkışlarda çanta kontrolü yapıyor. Etrafta polis ve asker üstelik ne kadar çok şaşarsınız. Hayatta kalabilmek adına kendilerine özgü kurallar belirleyip yaşayan farklı bir hayat, farklı bir dünya. İnsanları ise genelde daha çok bizler gibi. Oğluma güneşten koruyucu deniz elbisesi almak istedik. Şanslıydık, indirime de girmişti mağaza. Neredeyse fiyatlar yarı yarıya düşmüştü. Kasa da öğrendik ki ancak mağaza kartı olanlara bu indirim uygulanmakta. Almanya ya da Hollanda’da olsanız hemen kimlik, lokal adres sorulur ve kart ona göre düzenlenir. Biz turist olduğumuzu ve muhtemelen bir daha bu mağazaya adım atmayacağımızı söyleyince tamam biz bir şeyler karalarız dediler. İndirimli olarak aldık ürünümüzü. Üstelik muhtemelen bir daha adım atmayacağımız bir mağazanın kartına bile sahibiz.

Oldukça yüksek oktavdan kavga eder gibi konuşan bir ülkedeydik ama ses tonlarının tersine ülkede her şey şaşılacak kadar huzurlu. Ya da kaos içinde huzurlu olabilmeyi başarabilmişler. Neden bilmem aklıma Tanita Tikaram’ın twist in my sobriety şarkısı geldi. Aşağıda şarkı sözlerini size Türkçe olarak sunuyorum. Ülke içine çok rahat girdik ve çok da rahat çıktık. Hiç bir sorun ve sıkıntı ile karşılaşmadık. Özellikle Türk olduğumuzu duyan halk bize çok daha sıcak davrandılar. Bu sıralar Türkiye’ye gidemediklerini (malum son yaşanan olaylar) ama çok özlediklerini söylediler. Bu sıralar mecburiyetten Yunanistan’ı tercih ediyorlarmış. Ben az kalsın ne gerek var gelip simit yiyeceksiniz diyecektim ki sonra düşünüp hak verdim. Ülkemizde yaşanan simitleştirme çabasına rağmen çok güzel bir ülke ve kıyas bile kabul edilemez, en azından şimdilik.

Anı kesemize bir kaç anı daha atarak ülkemize geldik. Dilerim farklılıklarımızı kutlayan, eşsiz oluşumuzun değerini bilen, bir araya gelip bir gökkuşağı oluşturabilen bir toplum olarak kalabilmeyi başarabiliriz. 

Tanrı\' nın tüm çocuklarının, seyahat ayakkabılarına ihtiyacı vardır,
Problemlerini buradan başka yere taşımak için.
Tüm iyi insanlar iyi kitaplar okurlar
Artık vicdanın temiz
Konuştuğunu duyuyorum kızım
Artık vicdanın temiz

Bu sabah alnımı silerken
her şeyi silip süpürüyorum
Çok iradeli olduğumu ve senin dediklerini
asla yapmayacağımı düşünmek hoşuma gidiyor
seni asla duymayacağım
ve dediklerini yapmayacağım

Bak gözlerim sanki hologram
Bak, aşkın ellerimden kırmızı kırmızı akıyor
Ellerimden
asla,aklımı karıştırmaktan daha fazla bir şey olamayacağını biliyorsun
aklımı karıştırmaktan fazla

Biz sadece küçük boş bir pastayı dağıttık
İnsanların geceleri yaptığı gibi eğlenmek için
Gecenin geç saatlerinde düşmanlığa ihtiyaç duyulmaz
Ürkek bir gülümseme ve özgürlük molası

Onların farklı düşünceleri umurumda değil
Farklı düşünceler benim için iyidir
Kol kola ve yalın ve bütün
Tanrının tüm çocukları kendi yollarını buluyor

Bak gözlerim sanki hologram
Bak, aşkın ellerimden kırmızı kırmızı akıyor
Ellerimden
asla,aklımı karıştırmaktan daha fazla bir şey olamayacağını biliyorsun
aklımı karıştırmaktan fazla

Bir fincan çay, düşünmek için zaman ayır, evet
bir hayatı riske etmek için olan zaman,bir hayatı,bir hayatı

tatlı ve yakışıklı
yumuşak ve tombul
Işığı görene kadar pisboğazsın
pisboğazsın, ışığı görene kadar

İnsanların yarısı gazete okur
iyi ve güzel okurlar
güzel insanlar, sinirli insanlar
İnsanlar satmak zorundadır
senin satmak zorunda olduğun haberleri

Bak gözlerim sanki hologram
Bak, aşkın ellerimden kırmızı kırmızı akıyor
Ellerimden
asla,aklımı karıştırmaktan daha fazla bir şey olamayacağını biliyorsun
aklımı karıştırmaktan fazla

19 Ağustos 2012 Pazar

Orta yolu bulabilmek vs çevresel faktörler


Evlenmeden önce yalnızca ben vardım ve yalnızca kendime karşı sorumluydum. Karışanım çok fazla yoktu. İstediğim kararları alabiliyor istediğim şeyi yapıyor ya da yapmıyor, dilediğim hayatı olabildiğince yaşıyordum. Mesela dilediğim kadar uyuyabiliyordum, üstelik kesintisiz. Dilediğimce sarhoş olabiliyordum. Ülke şartlarının değişmesi yalnızca beni etkileyebiliyordu. Sonra eşimle tanıştık ve hayatımızın bundan sonraki bölümünü beraberce yürümeye karar verdik. Bir devrin sonu ve bir başka devrin başlangıcıydı. Artık hem kendime ve hem de her bir anımı büyük bir keyifle geçirdiğim eşime karşı sorumluydum. O bir yetişkindi. Ona karşı ya da ondan sorumlu olmak zor değildi, hatta bilakis keyifliydi.Yine dilediğimiz kadar uyuyabiliyor, istediğimiz yerlere ve istediğimiz saatlerde gidebiliyor ve yalnızca ikimizin sorumlu olduğu bir hayatı yaşıyorduk. Eşim aynı zamanda en iyi arkadaşım olduğundan genelde keyif aldığımız şeylerde aynıydı ve uyumlu bir şekilde geleceğe bakıyorduk. Yeni dönemimizde de orta yolumuzu bulmuştuk.

Sonra oğlumuz oldu. Büyük bir içtenlikle belirtmeliyim ki onun aramıza katılmış olması şimdi, geçmiş ve gelecekte yaşayıp yaşayabileceğimiz en büyük mutluluktur bizler için. Bununla beraber bir önceki dönem artık kapanmış ve yeni bir döneme başlamıştık. Eski dönem daha öncekiler gibi bitmeli ve bir orta yol bulmalıydık. Üçümüzü barındıran bir orta yol. İtiraf etmek gerekiyor ki ilk başlarda pek bulamadık, bir önceki dönemde takılı durup kaldık. Uyku düzenimiz yok oldu. Kimin olduğunu bile bilmeden gittiğimiz konserlere gitmeler  de bir son buldu. Amaçsız, zamansız, düşünmeden dolaşmalar da çıkıp gitti hayatlarımızdan.

Baba olmak zordu ama anne olmak çok daha zordu. Sürekli oğlumuz odaklı bir hayat sürmek, onun mutluluğu, huzuru, alışkanlıkları için sürekli düşünüyor, çaba sarf ediyor olmak, yemeklerini, kitaplarını, oyuncaklarını düşünüyor olmak ve üstelik hayatının her bir anında çok da yıpratıcıydı aynı zamanda. Soluk almak istediği anlar çok oldu. O günler de artık çok şükür çok gerilerde kaldı. Orta yolumuzu bulmuş ve ona göre yaşamaya başlamıştık. 

Bugünlerde ise orta yolumuz biraz sarsılmaya başladı. Biz bugüne kadar orta yolu hep aile içine göre tasarlamış, içsel dinamikleri esas kabul etmiştik. Oysaki yadsınamaz bir çevre faktörü de vardı hayatlarımızın içinde. Oğlum artık anaokulu çağına geldi. Yalnızca Eylül ayı sonrasında doğmasından sebep çok şükür ki 2 sene daha yuvada kalıp öyle okula başlayacak. Geleneksel olsun modern olsun, tüm çocuklar büyüyorlar. Kimisi başarılı oluyor kimisi daha az başarılı oluyor. Ben oğlumun her zaman aynı diğer tüm aileler gibi mutlu ve huzurlu olarak büyümesini istedim ve bu dileğim ve isteğim hala da devam etmekte. Yaşadığımız dönem ve şartlarda gerek yurt içi ve gerekse yurt dışı denge ve dinamikler sanki buna engel olmaya başlayacakmış gibime gelmeye başladı. Hani sanki devam eden güneşli hava yerin, parçalı bulutlu bir havaya bırakmış gibi. Tamam yağmur yok çok şükür ama önlem de alma zamanı gibi sanki. Bu sıralarda sürekli olarak bununla yatıp bununla kalkıyorum. Hala çözüm bulmamış olmak da içimi daraltmakta. Enseyi tamam karartmak istemiyorum  ama çok geç kalmadan da bir yol bulmalıyım. Dahası o yolu bulup, planlamasına ve hatta uygulamasına hemen başlamalıyım. İşte bu meli-malı’lar beni daha da bunaltmakta.

Yurt içi dinamiklerini aileme olan sorumluluk duygum ve belki de korkaklığımdan çok açık bir şekilde dile getiremeyeceğim. Yine de bazı noktalara az olsa değineceğim. Mesela eğitim alanında olan bazı değişiklik ve belirsizliklerden kişisel olarak sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik duymaktayım. Düz liselerin bir anda İmam Hatip okullarına dönüştürülmeleri, eğitim sistemindeki son anda ve bir çok parametre düşünülmeden gerçekleştirilen oldu bittiler, sınavlarda bir biri ardına yaşanan güven erozyonları ve sorumluların yerlerini hala koruyabilmeleri, alışılagelmiş düzenin anlatılmadan ve belki de çok irdelenmeden değiştirilmesi bunlardan yalnızca bir kaçı. Müfredat olayına hiç girmeyeceğim bile. Sağlık diğer bir nokta. İleride umarım ki iyi yetişmiş doktor bulmaya devam edebiliriz. Cunda Adasında ki balık lokantasının kahve içilecek yere dönüşmesi ise yalnızca içimi acıtıyor. Money talk! Yoksa zorla olan hiçbir şey yok. Keza alkollü içkilere birbiri ardına yapılan vergi zamları. Bugün ne kadar özgür basından bahsedebiliriz onu da bilemiyorum. Diğer kurumlara girmekten gerçekten korkuyorum ve es geçiyorum. Günlük hayatın stresine, çalışma şartlarının her geçen gün biraz daha da zorlaşıyor olmasına, hayat pahalılığına, kalabalıklığa, stresten kaynaklı kabalık ve hoyratlıklara hiç girmiyorum bile.

Yurt dışı dinamikleri de pek parlak değil. Yanı başımızda savaşlar çıktı çıkacak. Bizim etkilenmememiz ve belki de savaşa girmememiz söz konusu bile değil. Yine kişisel fikrim ki umarım ve dilerim ki yanılıyorumdur bu yıl sona ermeden bir kıvılcımın çakacağı yönünde. Umarım olmaz, olacaksa da umarım bize sıçramaz. Bu bir kaç ayda olmazsa illaki bir kaç yılda olacaktır diye düşünüyorum.

İşte tüm bu nedenlerle geleceğimizi nasıl ve nerede devam edeceğiz konuları bizim evdeki bu sıralar en revaçtaki konu. Ben 30’lu yaşların sonuna eşim ise ortasına yaklaşıyor. Oğlumuz ise yalnızca 4’üne yaklaşıyor. Onun güzel bir hayat yaşamasını istiyoruz. Potansiyelini en yüksek düzeyde kullanabilmesini istiyoruz. Yapmak istemediği şeyleri yapmamasını istiyoruz. O her şeyin en iyisini hak ediyor. Bize düşün ise bu ortamı ona elimizden geldiğince sunabilmek. Kabul edelim ya da etmeyelim evrim düzeni içerisinde ön planda tutulması gerekli olan hep gelecek kuşak oluyor.

Orta yolu bulmak , bulabilmek çok önemli ama siz siz olun çevresel faktörleri de mutlaka hesaba dahil edin ...

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Özgürlük canının istediğini yapmak değil, daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır...


Geçen gün nasıl olduysa eşimle uzun bir süreden sonra kendimizi sohbet ederken bulduk. Yanlış okumadınız ne alışılageldiği üzere televizyon seyrediyorduk, ne yorgunluktan hemen yatmıştık, ne de birbiri ardına devam eden ve asla bitmeyen ev işleri ve diğer sorumluluklarımızla uğraşıyorduk. Bildiğiniz aleni bir şekilde muhabbet ediyorduk. Bana “bugünkü aklım olsaydı kesin sosyoloji okurdum” dedi. Eşim bildiğiniz akıllı ve zeki insanlardandır. O kadar ki aklınızda soru işareti bile kalmaz. Seveni de vardır sevmeyeni de. Onu çekilmez ve antipatik bulanlar belki de sempatik bulanlardan fazladır ama herkesin ortak düşüncesi çok akıllı ve zeki olduğudur. Bu gerçekleri ben de bildiğimden o demişse bir bildiği vardır düşüncesinden kendimi alamadım ve doğal olarak benden beklenmekte olan ve konuşmasını daha da açacağım soruyu sordum kendisine: “Peki ama neden?”

Sonra sazı bir eline aldı ki sormayın gitsin. Ben sorduğuma soracağıma bin pişman oldum. Diyalog olan konuşmamız bir anda monoloğa dönüştü. Konuştukça da konuştu. Konu ise zaten onun uzmanlık alanı: Sosyal Medya. Ben bir konu hakkında bu kadar keyifle ve bir o kadar da uzun konuşulabileceğini düşünemezken bile, o konuşmaya devam ediyordu. Konuşma başladıktan bir kaç saat sonra salondan yatak odamıza taşındı ki ben yatak odasında ciddi konular konuşulmasını hiç sevmem. Sorun o ki bana ciddi gelen ona rüya gibi gelmekteydi. Eşimin işi sosyal medyadır. Bu konuda gerek yurt içi ve gerekse yurt dışı konferanslarda konuşmalar yapar. Büyük büyük şirketlere eğitim ve danışmanlık hizmetleri verir. Anlayacağınız konu hakkında danışılacak kişilerdendir. Ben de danıştım danışmasına ama anlattıkları benim için çok fazlaydı. Son olarak ben ışıkları da söndürdüm ve kendisini gözüm kapalı dinlemeye başladım. Sabah bana kızgın olmasını uyuyakaldığımı erken fark etmesine bağlıyorum. Vücudum daha fazla bilgiyi almayı reddetmişti. Benim bozulduğum ve hatta kızdığım şey ise ilk başlarda sizlerle paylaşabileceğim tonla bilgi varken zamanla ve uzun konuşmasıyla hepsini unutmuş olmamdı. Artık sizlerle sosyal medya üzerine konuşabilecek bir şeyim yok. Zaten aslında hiç yoktu, hiç olmamıştı. İlgimi bile çekmez bir konuydu. Konuşmanın ilk dönemlerindeki keyif içerisinde kabul diyorum paylaşabileceğim noktaları görünce heyecanlanmıştım ama sonrasında bende kalan bilgiler dalgaların yok ettiği kumdan kale misali şekilsiz, anlatılmaz ve paylaşılamaz bir yığıntıya dönüşüp kaldı içimde.

Yaşamış olduğum bu sevimsiz ve acı sosyal medya eğitim tecrübeme rağmen aklıma takılan bir kaç soru da olmadı değil hani. Bunlardan ilki bizler (sosyal medyayı kullananlar) ne zaman ve neden nickname kullanacak kadar çekingen ve mesafeliyken bugün bu kadar tüm hayatımızı paylaşır ve dahası paylaşmaktan keyif alır ve bunun için çaba sarf eder olduk. Neden, niçin ve belki de nasıl bu kadar kısa süre içerisinde bu denli sosyalleşmeyi başarabildik. Tabii buna sosyalleşme ne kadar denirse. Belki de eşim bugün bu nedenle, tüm bu nedenleri anlayabilmek adına sosyoloji okumak istemekte. Uyuyakalmasaydım belki bunu ben de öğrenebilirdim. Neyse bir daha ki sefere artık. Ben oğlum için bu alanı ister miydim bilemiyorum. Bilemiyorum çünkü muhtemelen oğlum ve tüm diğer çocuklar teknolojideki ilerlemenin sahip olduğu bu korkutucu hız nedeniyle en az %60’lık bir oranla bugün bilmediğimiz bir meslek ile uğraşıyor olacaklar. Zaten bu nedenle bizlerin işleri bu kadar zor. Ben mesela ya doktor ya da mühendis olmalıydım. Benim zamanımda işletmecilik bile meslekten sayılmazdı. Ben de kolaya kaçıp mühendis oluvermiştim. Peki ya oğlum? Oğlumun ne ile uğraşacağını bilemiyorum. Bana kalsa ya degustatör ya da aşçı olsun isterim. Ama bu tür mesleklerde ya hep ya hiç anlayışı var. Yani çok başarılı olur ise bir anlamı var aksi durumda mutsuz olabilme şansı oldukça yüksek. Benim tek uğraş ve amacım oğlumun kendisiyle barışık olabilmesini sağlamak. Kendi değerini bilmesini, yaratıcı olabilmesini başarabilmek. İhtiyaçlarını bildirmekten çekinmeyen özgüveni ve farkındalığı yüksek bir birey yetiştirebilmek. Gerek kendi gözlerine ve gerekse başkalarınkine direk bakabilen bir kişi olabilmesini sağlayabilmek. Ne olursa olsun ve hangi şartlarda kalırsa kalsın hayallerinin peşinden gidebilmeyi sürdürebilmek. Yoksa ister sosyolog olsun ister doktor ya da ister mühendis benim için çok da önem ifade etmiyor. Önemli olan onun mutlu olması. Mutlu, huzurlu ve isteklerine ulaşabildiği bir hayatı sürdürebilmesi.
  
Büyük sosyalleşme başarı ve hızına gelince ... Bugün sahip olduğumuz internet ve onun türevleri olan sosyal medya olaylarına yani... Aslında her birimiz büyük bir oyunun yalnızca küçük birer parçalarıyız. Biliyorum kulağa çok komplo teorisi gibi geliyor ama aslında amaç hiçbir zaman bizim sisteme ulaşmamız olmamıştı, sistemin bize ulaşabilmesiydi. Bugün artık kullandığımız bu medya ve medyayı kullandığımız araç ve gereçler sayesinde, ne içiyor, ne tüketiyor, hangi kitapları okuyor, ne zaman nereye gidip, ne kadar kalıyor, ne konuşuyor ve hatta ne düşünüyor, hayata nasıl bakıyoruz hep ama ama hep biliniyor. Gerçekleştirilen ve geliştirilen tüm pazarlama, satış ve yönetim stratejilerine artık bu açıdan bakmakta fayda var. Kabul etmek gerekiyor ki bizler artık yalnızca matrixin birer parçalarıyız. Söz konusu matrixin hayalini kuran kişilerin çocuk ve torunları ise bizlerin belki de yeni ya da her daim yöneticileri, bizler farkında olalım ya da olmayalım, kabul edelim ya da etmeyelim. Facebook’ta olmayanların artık günümüzde psikopat ve suç işlemeye eğilimli kabul edilmeleri de bir tesadüf değil bence. Eşim bu satırları okuduğu zaman kesin büyük bir hayal kırıklığı içerisinde beni hiçbir şey anlamamakla itham edecek.

Aslında düşünüyorum da benim yatakta uyuyakalmam oldukça simgesel ve bir o kadar da içinde bulunduğumuz durumu özetler nitelikte. Aslında biz insanların küçük, miniminnacık bir grup dışında yok birbirimizden farkımız. Jean Jacques Rousseau’nun çok sevdiğim ve altına imzamı atacağım bir düşüncesi vardır: “Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır..."

Dilerim yapmak istemediklerimizi yapmak zorunda kalacağımız günleri hiçbir zaman yaşamayız ...

7 Ağustos 2012 Salı

Heyecan verici güzel bir denetimin ardından ...

Bu yazının içeriği aslında sosyal medya olacaktı. Biraz bu mecrayı inceleyecek, biraz değişen insan davranışları hakkında yazacaktım. Hemen sonrasında da  sosyal medyanın eşimin hayatındaki yeri hakkında eleştirel düşüncelerimi sıralayacaktım. İnanın sevgi dolu kelimeleri birbiri ardına sıralayacaktım. Evde yüzüne karşı söylemediğim ve içimde biriktirdiğim yığınla sözcük bir su olup akıp çıkacaktı içimden. Ne zamandır artık bu konuyu bir yazayım da deşarj olayım diyordum. Ama olmadı,  yazamadım. Bambaşka bir gelişme oldu hayatımda. Bu konunun bir anda önemini yitirmesine neden olan bir gelişme: Bugün oğlum ilk defa çalıştığım ofise geldi.

Her bebek kısmeti ile gelir derler. Ben bu söze inanırım, aslında inanmayı tercih ederim. Eşim hamileyken halen çalışmakta olduğum firmadan iş teklifi almıştım. Bir önceki işime göre çok daha iyi şartlarda. Halen büyük bir mutluluk içerisinde çalışıyorum. Tamam zaman zaman tabii ki her işte yaşanabilecek sıkıntılar olabiliyor ama bu işe keyifle geliyorum. Bir önceki çalıştığım firma ne kadar işkence ise bu işim de o kadar mutluyum. Şimdi gel de bu söze inanma. Hep oğlumun sayesinde bu işte olduğuma inanmışımdır. Şimdi işte oğlum aracılık ettiği, belki de gerekli tüm görüşmeleri yapıp işin benim kısmetim olmasını sağladığı işe ziyarete gelecekti.

Her şey bir kaç hafta önce oğlumun bana “Baba, ben annemin iş yerine gittim ama senin işine gitmedim. Oraya da gitmeliyim” demesi ile başladı. Tabii oğlum, bence de gelmelisin. “Annen ile konuş ve sana ve ona ne zaman uygun ise birlikte mutlaka gelin. Öğlene doğru gelin, sonra da hep beraber yemekçiye gideriz “dedim. Yemekçi oğlumun terminolojisinde restorana karşılık gelmekte. Sonra konu unutuldu gitti. Geçenlerde oğlum konuyu tekrar gündeme getirdi ve hem annesine ve hem de bana isteğini yineledi ve biz de hemencecik söz konusu ziyareti programladık.

Sabah işe gelmeden evde oldukça rahattım fakat işe gelmemle içimi bir heyecan dalgası kaplamaya başladı. Oğlum beni ziyarete gelecekti. Her şeyin çok güzel olması gerekiyordu. Birden nedenini bilmeden dahası anlamadan kendimi ve ofisimi beğendirme arzusu içerisinde olduğumu fark ettim. Gelir gelmez penceremi açtım. Yağmur sonrası amber gibi mis kokan havanın odama dolmasını sağladım. Sonrasında klimayı çalıştırıp odayı güzelce bir soğuttum. Gereksiz kağıtları, evrakları çöpe atmak, yerleştirmek, dosyalamak için bundan daha gerekli bir zaman olamazdı. Masam bu sayede büyüdükçe büyüdü. Duvara asılı olan büyük whitebord’u bir güzel sildim. Odamın içindeki muhtemelen oğlumun en beğeneceği şey temiz olmalıydı.  Önüme gelene oğlumun geleceğinden bahsettim. Bizim patron dahil herkes gelişi için hazırdı.

Saat 11 gibi önce güvenlik görevlisinin yüzünü gördüm. Gülümseyerek bana bakıyordu. O an anladım ki eşim ve oğluma eşlik ediyordu. Normal şartlarda kim gelirse gelsin müsait olup olmadığımı soran adam bu sefer buna gerek bile duymamıştı. Muhteşem bir inisiyatifi ele alma durumu. Hiçbir şey ailemden daha önemli değildir. Demek ki bunu güvenlik görevlisine bile belli edebilmiştim. Güvenlik görevlisinin gülümseyişini görmemden yalnızca yarım saniye kadar sonra oğlum şirin, yakışıklı ve gülümseyen yüzünü gördüm. >Polo yaka bir t-shirt ve altına bir bermuda giymişti. Ne zamandır hem seçiyor ve hem de bizzat giyiyor giysilerini. Yine muhteşem bir seçim olmuştu. Ayakkabıları ise farklı farklı iki tekti. Fotoğrafta gördüğünüz ayakkabının hem yeşil siyahını ve hem de grisini aldırmıştı. Biz de zaten aynısı, ayakların sürekli ve hızlı büyümekte boş ver almayalım dememiş, aynı numaradan 2 farklı renkten ayakkabıyı alıvermiştik. İyi ki de öyle yapmışız. Zaman zaman yalnız yeşil siyahı, zaman zaman griyi ve zaman zaman da ikisinden de bir tanesini giyer olmuştu. Daha bu yaştan kendi tarzını ortaya koyan oğlumun en büyük destekçisiyim. 

Beni görünce yüzünün aydınlanmasını görmenin mutluluğu gerçekten de tarif edilemez. Bir eliyle annesinin elini tutmuş diğer elini bana el sallamak için kaldırmıştı. Sanki günlerdir ayrıymışız gibi sarıldık, kucaklaştık. Ben yine onu öpücüklere boğdum. Odama girdi ve etrafı incelemeye başladı. Denetim için gelen ve burnundan kıl aldırtmayan müfettişler gibiydi. Dikkatlice her bir yere inceledi ve tahmin ettiğim üzere whiteboard’u görüp, “ İşte! burada benim sevebileceğim bir şey varmış” dedi. Hemen sonrasında da üzerine resimler yapmaya başladı. Muhteşem heyecanlı ve sevinçliydim. Oğlum çalıştığım odada resimler yapıyordu. Eşim ise yandaki toplantı odasına geçmiş, telefon görüşmelerini yapıyordu. Sanki firma onun çalıştığı firma ve toplantı odası sürekli toplantılar yaptığı odaydı. Bu kadar rahatlık, ortama bu kadar kolay uyum ancak takdir edilebilir.

Babası olduğum için gurur duyduğum oğlumu önüme gelenle tanıştırdım. Bir süre sonra ortama alıştı ve yer gök onun sesi olmaya başladı. Bu artık öğle yemeğine gitme zamanı demekti. Sonrasındaki öğle yemeği ve yemeğin sonundaki içilen kahveler sonrasında oğlum ve eşimle vedalaşıp işime geri döndüm. Güzel hem de çok güzel bir gün olmuştu. 

Böylesi daha nice güzel günlere ...