Bu Blogda Ara

29 Eylül 2014 Pazartesi

Kırmızı

Gerçek şarapta, sağlık suda adlı yazım bakın nasıl başlıyordu: “8000 yıl! Günümüze kadar ulaşabilselerdi (bu kadar yıllandırılması tabii ki imkansız ama bir de olsaydı tadından içilmezdi herhalde), ilk şarapların yaşı bu olacakmış. İşte böylesine eski , böylesine kadim bir dostluğu var insan ile şarabın. Tarihi dile kolay 8000 yıl öncesine dayanan şarap, insanların sevinçlerine, hüzünlerine, sofralarına karışıp günümüze kadar gelmiş, kendisine apayrı bir kültür yaratmış. O kadar ki şarap adeta bir tutkuya dönüşmüş, özel günlerimizde, sevdiklerimizle paylaşacağımız yemeklerde, sanatın tüm dallarında, efsanelerde, tarihi güzelliklerde görebilir olmuşuz. Benim kendisini gördüğüm yer ise genelde hatta sürekli ve yalnızca yemek masasının üzeri olmakta. Geçen akşamda bu kadim dostla beraberdik”. Bu girişten anlayacağınız üzere ben yine yeniden ve özellikle bu aralar oldukça sık beraber olmaya başladım bu sıkı ve candan dostla.

Bilenler bilir, bilmeyenlerde bu vesile ile öğrenmiş olsunlar ben şarabı çok severim. Evet itiraf ediyorum onunla beraberim ve birlikte çok mutluyuz. Düzeyli bir ilişkimiz var. Tamam rakıyı da, votkayı da ve hatta viski ve burbonu da çok severim ama şarabı diğerlerinden bir başka severim. Şarabı özel kılan, diğer eski dostlardan ayıran önemli bir özelliği vardır: Şarap yalnızca tüketilen bir içki değil yaşayan bir organizmadır. Bizim gibidir. Topraktan gelir bir kere. Etrafındakiler üstüne titrerler. En iyi zamanda toplanması için büyük uğraş ve emek sarf edilir. Üzümlerde boş durmazlar bu arada. Topraktan her bir aromayı almak için suffer ederler. Büyük bir dikkatle toplanıp, çeşitli işlemler ile senin için büyümeye, güzelleşmeye, olgunlaşmaya başlarlar. Yalnız senin için. Kendisini sana saklar. Toprakla bir olduğu andan senin onun tadına bakana kadar ki zamanlarda üzümün ve sonrasında şarabın hep tek bir amacı vardır: senin için en iyi olmak. Başka kim ya da ne senin için bunları yapabilir ki? Sana saygısı, hürmeti vardır. Seni admire eder. İşte bu nedenle üzüme, şaraba saygı vardır, hürmet vardır. Karşılıklıdır bu ilişki. Rakı mesela o da candır, o da üzümdür ama rakı olsun, viski olsun değil mi ki damıtılırlar ruhlarını kaybederler. Kimlikleri yok olur.

Şarap dikkat edin her ortam ve zamanda hep başrolü kapar. Rakı sofrasının ana konusu rakı değildir (çok severim o ayrı) ama şarap severler şarap içecekleri zaman ana konu her zaman şarap ve türevleridir. Şarap kendisi hakkında konuşturtur. Yaşadığınız bir şarap gecesi de dikkat edin unutulmazdır, yıllar geçse de hep hatırlanır. Pahalı hem de çok pahalı olanları da vardır, ucuz sofra şarabı olanları da. Alışkanlığı vardır, ritüeli vardır: zengini de içmeden koklar, fakiri de. Şarap yalnızca bir içki değildir, bir sanattır, hayatın kendisidir. İlişkilerin nasıl olması gerektiğini gösterir bir modeldir. Başarıdır şarap. Mutluluk ve huzurdur. Arkadaşlıktır, dostluktur şarap ve büyük bir adanmışlık. Başlı başına bir hobi, bir uğraştır. Neredeyse sınırsız seçenekleri, sınırsız tatları vardır. Aynı insanlar gibi. Türlü türlü, cins cins insanlar olduğu gibi her damağa, her bütçeye, her kişiye uygun binlerce şarap vardır. Aynı markanın aynı kupajı bile senelere göre farklılık gösterir olgunlaşan insanların değişimi gibi. Hayattır, insandır şarap. 

Eski çağlardan filozof bir ağabeyimiz şarap yoksa aşk da yoktur demiş. Ne de güzel demiş. Aşk’tır şarap. Ben şarabı içmesini de çok severim, yaratmış olduğu büyülü kültür ve felsefe içerisinde kaybolmayı da.  Bir geçmişi vardır şarabın. Toprakta başlayan, fıçıda devam eden ve şişede seninle buluştuğu ana kadar süre gelen bir geçmişi. Açmazsan eğer bir geleceği de olacaktır elbet. Belki çok daha olgunlaşacağı, çok daha lezzetli olacağı bir geleceği ama belki o gelecekte sen olmayacaksındır. İşin ilginci zaten o noktada şarap zaten senin için değil onu içecek olan için kendini hazır etmiş olacaktır. İnsanlar genelde geçmiş pişmanlıklarını ve gururlarını ve gelecek endişe ve planlarını yaşarken ıskalarlar asl olan, önemli olan şimdiyi. Sen şarabı içtiğin anda senin için de şarap için de şimdi yaşanıyordur. Şimdiyi yaşamaktır şarap.

Şirketten bir arkadaşım ile laklaklık ederken ortak noktalarımızdan birinin şarap olduğu ortaya çıktı. Zaten sonrasında da hemen ister istemez çok samimi olduk. İtiraf etmek gerekir ki benden çok ama çok üstün şarap konusunda. Siz bakmayın ortak zevk dediğime, benim adeta bu konuda yol göstericim olmuştur zaman içerisinde. Hemen hemen her gün illaki bu konudan konuşmuşluğumuz vardır. Yapmış olduğu bir bağ gezisi sırasında bana da denemem için bazı şaraplar almış kendisi. İçlerinden bir tanesi de Chamlija Şaraplarının Merlot’dan ürettiği Kırmızı adlı şaraptı. Firmanın sahibi ve kurucusu sıkı bir şarap sever olan Mustafa Çamlıca. Ne zamanki büyük başarılara imza atan insanlar aynı adanmışlığı hobileri için de gösteriyorlar ortaya büyük ve çok başarılı işler çıkıyor. Mustafa Çamlıca aynı zamanda Ernst & Young Türkiye Ülke Başkanı. Düşünün; dünya çapında, yaklaşık olarak 140 ülkede faaliyet gösteren uluslararası bir denetim ve danışmanlık hizmetleri firmasının, Türkiye’deki birinci adamı olma başarısını gösteren bir adam, ayaklarını uzatıp yan yatmak ya da güneyde denize girip bronzlaşmak yerine şarapçılıkla uğraşmış ve ortaya muhteşem bir butik şarapçılık firması ve muhteşem şaraplar çıkmış. Saygı duymamak, gıpta etmemek elde değil. Hayatın %10'u başımıza gelenler, diğer %90'ı ise bizim bu başımıza gelenlere nasıl davrandığımızla gelişir derler. Nasıl davranma konusunda üstat farklılığını ortaya koymuş.

Ben normal şartlarda bu şarabı hemen açmaz, biraz daha bekletirdim. Arada bir şarap dolabımı açar, bu şişeye bakar hatta konuşur, severdim. En uygun zamanın gelmesi için bir işaret beklerdim. Sanmayın ki çok pahalı bir şarap. Arkadaşın dediğine göre şarabın üzerinde fiyat etiketi bile yokmuş ve çok sembolik bir rakama adeta hediye edilmiş bu ve arkadaşın kendisi için aldığı şişe. Peki neden mi daha beklerdim? Ya da neden bu şarap bu kadar önemli? Bir kere bu kadar saygı duyduğum kişi bu şarabı kendisi için evet yanlış okumadınız yalnız kendi ve dostları içsin diye üretmiş. Kimseye de satmıyormuş. Yalnızca Rouge (fransızca kırmızı demek) diye bir restorana o da aynı adı taşıdığı için veriyormuş. Hani elini öpene veriyor derler ya o hesap. Açıkçası ben de bu nedenle bu şarabı çok merak ediyordum. Eşim Istıranca diye aynı firmanın başka bir kupajını açacakken kaza ile bu şişeyi açıp karafa koymuş. Eve geldiğimde (genelde içmeden önce 1 saat kadar şarabı havalandırdıktan sonra içmeyi tercih ediyorum) yanlış şişenin açıldığını görünce ister istemez çok üzüldüm ama olmuşa çare olmadığından beklediğim işaretin aslında bu olduğuna inanmayı tercih ederek keyif almaya çalıştım. Ama ne keyif almaktı inanamazsınız.

Ben normalde aynı gece tüm şişeyi bitirmek yerine yarım şişe içip ikinci yarımı bir sonraki geceye saklarım. Hem vücudumu yormamış olurum ve hem de alkolün etkilerini minimuma indirmiş olurum. Eskiden çok iyi içerdim. Marifet olsun diye yazmıyorum ama içtikçe eğlenir, eğlendikçe içerdim. Bu döngü geç saatlere kadar değişik değişik mekanlarda devam edebilirdi. Güzel çok güzel günlerdi. Şimdilerde ise eskilerin tek bir mekanında içtiğim miktarı içtiğim zaman maymunlaşıyorum. Bir yorgunluk, bir uyku durumu oluyor ki inanılmaz. Eğlenmek yerine uyumak ister oluyorum. Kafamı kaldıramaz oluyorum. Durum böyle olunca keyiften çok eziyet haline dönüşüyor içki içmek. Bu nedenle artık çok daha az içiyorum. Yaşlanıyor muyum, değişiyor muyum, günlük hayat beni çok mu yoruyor yoksa hepsi mi bilemiyorum. Neyse biz yeniden Kırmızı’ya geri dönelim. Amacım yine yarım şişe açıp bırakmaktı ama öyle olmadı, olamadı. Ne ben onu bırakmak istedim ne de o beni. Muhteşem bir şarap olmuş Kırmızı. Çok ama çok beğendim. Genç bir şarap olmasına rağmen tanen hiç yoktu. Ben ki Merlot’ya mesafeli yaklaşırım bu Merlot meğer ne kadar hatalı olduğumu gösterir nitelikteydi. Alkol dengesi olsun, içimdeki zerafeti olsun, gerek burundaki ve gerekse tadımdaki aromalar olsun tek kelime ile muhteşem bir lezzet şöleniydi. Bir kaç kadehi düşünün Mustafa Çamlıca’nın şerefine içtim.

Bu sıralar başka Kırmızı ve hatta Kırmızılar nasıl bulabilirim onun hain planlarını yapmaktayım. Dün akşam anı ve lezzet keseme Kırmızı’yı dahil ettim. Benim için çok büyük bir kazanç oldu. Darısı diğer renklerin başına.

Sevgi ve saygılarımla,



16 Eylül 2014 Salı

Bol kırık çıkıklı bir kese 2

Nerede kalmıştık? Heh tamam şimdi hatırladım: Gösteriş uğruna tüm bir hayatımı etkileyen en büyük pişmanlığımı anlatıyordum. Sözü çok uzatmaya gerek yok aslında. Kıyıdan denize balıklama atlama aptallığını gösteren herkesin başına gelebilecek bir durumu yaşadım: Çakıldım. Gereksizdi, aptalcaydı, yapılmamalıydı ama oldu bir kere. Boynumun kırılmaması ve ölmemem yalnızca daha yaşayacak günlerimin olmasından sebepti. Ucuz hem de çok ucuz kurtulmuştum. Farkında olmadan intihar etmiş ama başarılı olamamıştım. Boynum kırılmadı ama omuzum yerinden çıktı. Ben ömrü hayatımda böylesi bir acı hiç ama hiç duymamıştım. Sen misin bu aptallığı yapan, iyi olmuş sana bile diyemedim bu acı karşısında.

Acı öylesine büyük, sıkıntım o kadar fazlaydı ki yok olmak istedim bir anda. Acıyı çekip yaşamaya devam etmek o kadar zor geliyordu. Sağlam kolum ile çıkmış kolumu tuttum. Omuzum saçma sapan bir yere kaymıştı. Acıdan bayılmayı gözlerimi hastanede açmayı çok istedim o an ama uyanıktım işte. Tüm sinirlerim kırmızı alarmda, oradan oraya hızla gidip geliyor, acıma acı katmaya tüm hızlarıyla devam ediyorlardı. Kendilerince beynime vücutta yolunda gitmeyen bir şey var, haberin ola uyarısını yapıyorlardı. Ülen size mi kaldı bu uyarıyı yapmak, kesin sesinizi ve oturun yerinize ve bir daha da sakın kıpırdamayın diye bağırmak istiyordum salakça. Çok ama çok canım yanıyordu. Şaşkındım, acı doluydum ve oldukça korkuyordum. Üşümeye de başlamıştım. Acısız bir zamana oldukça uzaktaydım ve bu uzaklık düşündükçe beni daha da kötü yapıyordu. Bir yerden başlamalıydım. Bir kaç kez omuzumu oynatmayı denedim ki bu beni öldürecekti. Acım dayanılmazdı.

Yüzüm kumlu ve tüm vücudum ıslak olarak hastanenin yolunu tuttuk. Kuşadası Devlet Hastanesi. Kumdan bir kale. Kağıttan bir kaplan. Bizi içeri bile almadılar. Burada çıkık tedavimiz yok dediler. Ne demek yok ulan? Burası hastane değil mi? Sen nasıl beni içeri almazsın? Hayır tabii ki diyemedim, bunları deyiverecek durumdan çok hem de çok uzaktaydım. Hastaneye kadar bile zor dayanıvermiştim. Her bir sallantıda, arabanın her ivmelenmesinde veya fren yapmasında ben acıdan  bağırıyordum. Düşünebileceğinizden çok daha fazla bir acı ve çaresizlik duygusu. Arabayı kullanan, kod adı ile otelin adamının bildiği kırık çıkıkçı bir amca varmış. Oraya gitmeyi teklif etti. Alternatifi olan  Söke Devlet Hastanesine gidemeyecek kadar canım yanıyordu.Mecburiyetten adamın yolunu tuttuk. Allah adamdan binlerce kere razı olsun, terledi ama birbirinden iptidai yöntemlerle taktı omuzu yerine. Mucize gibi bir olay. Omuz yerine takılır takılmaz sancı bıçak gibi kesildi. Bir anda mı geçer yahu? Evet bir anda geçiyor işte. Çıkıkçı amca sonrasında iyice de tembihledi: Aman haaa evlat, sen sen ol sakın yarın yüzme hatta bir süre hiç yüzme, tekrar çıkarak yer etmesin ... Dedi de kime dedi? Aklı olan biri olsam zaten denize öyle girmeye çalışır mıydım.

Amcam benim, canım amcam benim, sen dalga mı geçiyorsun? Zaten atlayarak ve çakılarak karizmayı yok etmişiz, bir de sakın yüzme diyorsun. Ben nasıl yüzmem. Bilakis her zamankinden çok daha güzel, çok daha hızlı yüzmeliyim ki arkadaşlarım nasıl yüzülüyor görsünler. Sanki şartmış gibi hiç olmazsa bir nebze olsun karizmayı düzelteyim.... Kibar adamımdır, düşündüm ama dile getirmedim. O kadar uğraştı taktı o kolu yerine, ayıp olurdu bunları söylemek.  Ertesi gün oldu. Gezilecek yerler gezildi ve yine akşam üzerine doğru otele dönüldü. Bu sefer denize atlamadım, ders almıştım. Ama bir güzel yüzdüm ders almamıştım. Bu son yüzüşüm oldu. Sonrasında bir daha yüzemedim ve yüzemeyeceğim de. Yalnızca yüzmeyerek de kalmadım, spor hayatım da sona erdi. Kısa bir süre sonra da sigaraya başladım. Yıllarca da içtim durdum. Basit bir atlama ya da hava atma uğruna basit bir yüzme hayatımı bir anda değiştirivermişti. Diyeceğim odur ki yüzdüm efendim ve kolum tekrar çıktı. Üstelik derinlerdeyken. İkinci kez ölüme oldukça yaklaşmıştım. Birer gün arayla bu kadar yaklaşma. Resmen aranıyordum çok şükür ki Azrail bana yüz vermemişti. Geçirecek daha günlerim varmış. Omuz çıkınca ne mi oluyor? Sağlam kol refleks bir şekilde çıkan kolun yardımına gidiyor ve hoooop suyun altındasın işte. Solungacın yoksa işin zor anlayacağın. Su topu sporunun olmazsa olmaz antrenmanı eller sanki teslim alınmışsın gibi suyun üstünde yukarıda, yalnızca ayaklarını kullanarak havuzu baştan sona gidip gelmedir. Suyun içinde terler insan, o kadar zor bir olaydır. Havuzu böyle çok gidip gelmişliğim vardır benim. Hayatta kalmak bazen eski bildiğin şeyleri refleks olarak hatırlamaktan geçiyor. Bu sayede kıyıya kadar geldim. Tekrar aynı amcanın yolunu tuttuk. Bu sefer hastane ile zaman harcamadık. Ben sana yüzme demedim mi ilk dediği laftı. O haklı, ben aptal ve salaktım. Gençtim. İlk keşkelerimden birini gerçekleştirmiştim. Çoktan pişmandım ve o pişmanlığı hala yaşamaktayım.

Amcam yaşlı bir adamdı sonuçta. Takmaya çalışıyor ama inatçı kol sürekli direniyor ve bir türlü yerine girmiyordu. Sonradan çektiğimiz filmler sayesinde öğrendik ki yırtılmayan kas kalmamıştı omuz çevresinde. Amcam bu nedenle omuzu bir türlü oturtamıyordu. Sonunda yoruldu, pes etti ve ben yapamayacağım dedi. Amcam benim etme eğleme, canım nasıl yanıyor anlatamam. Yap bir şeyler Allah rızası için bile diyebilecek durumda değildim. Bir yere de kıpırdamıyordum ama. Hiç bir yere gitmeyecektim. Varsın polis zor ile beni dışarı atsınlar. Bu omuz takılmalıydı ve bu amca benim son şansımdı. Bu arada adamın çocukları da orada, babamızı zorlamayın, hadi gidin hastaneye diyorlardı sürekli. Hastane dedikleri de taaaaa Söke. Allahım bir yandan acım bir yandan bu durum, ne zor bir anıydı bu. Keşke bir an önce tarih sayfasındaki o pişmanlıklar bölümündeki sevimsiz ve bol acılı yerini alsa diye dualar ediyordum. Neyse ki adam vicdanlı ve çok iyi bir adamdı. Tekrar denedi, uğraştı ve bir şekilde taktı o omuzu yerine. Bu kez sardı da. Bir sonraki durak olan Pamukkale’de o güzelim sulara giremeyecektim. Yazık sonra sonra oraları da bozuldu. Keşke tüm bunlar olmasaydı da ben o güzelim sulara girebilseydim. Karizma mı? Hatırlatmayın o kelimeyi bana. O günden sonra bir daha herhalde hiç düzelemedi. Riski sevmeyen korkak bir adam oldum çıktım sonrasında.

90’lı yıllar meğer ne kadar çok acıyı içinde barındırıyormuş. 1999’da omuzum bir kere daha yerinden çıktı. Düşünün 10 yıla 2 kırık, 3 çıkık sığdırabilmişim. Fena sayılmaz hani.

O yıllarda sabah koşularına başlamıştım. Son zamanlarda aldığım kiloları vermeye iyice niyetlenmiştim. Amerika’ya böyle fazla kilolarla gidemezdim. O zamanlarda üniversitede araştırma görevlisi olarak çalıştığımdan keyfim yerindeydi. Giriş çıkışa kimse karışmazdı. Sabahları öne güzelce koşar, sonra duşumu alıp, arabamla üniversiteye giderdim. Bir de parası iyi olsaydı ne de güzel olacaktı aslında akademik hayat. Lüküs hayat gibi canına yandığımın . Parasız bir lüküs hayat. Rüya gibi zamanlardı. Yine bir sabah koşuyorum, soluklanmak için durduğum bir anda 50-60 metre kadar uzağımdan bir köpek sürüsü geçmeye başladı. Göz göze gelmeyerekten ama çaktırmadan bakıyorum. Ben köpekleri severim ama uzaktan. Son köpekte tam görüş alanımdan geçiyordu ki ben boş bulunup ona baktım. O da bana baktı. Bakışıverdik anlayacağınız ve gözden kayboldu. Daha çok şükür bile dememiştim ki bakıştığım köpek önde ve diğer çok sevgili arkadaşları arkasında koşarak bana geliyorlar. Muhtemelen koklaşıp, sevilmek için geliyorlardı ama ben emin olamadım. Bir süre sakın kaçma sonra sana saldırırlar dediysem de bu yalnızca aradaki mesafenin kapanmasına neden oldu. Sonrasında tabii ki adrenalin kazandı ve ben deli gibi kaçmaya başladım. Bir ara onlardan hızlı olduğumu bile düşündüm. Tabii kısa bir an için. En son popomu tam ısıracak dişleri gördüm ve kendimi son bir umutla ama aslında büyük bir çaresizlikle bayırdan aşağıya doğru bıraktım. Bir akşam önce yağmur yağmış ve yollar çamur gibi olmuştu. Sol kolumla ağacı tutunup yönümü hızlıca değiştirmek istedim ama düşüncelerimi uygulamaya geçiremedim. İyi bir plan belki değildi ama elimdeki kaçarken bulabildiğim tek plandı. Sol kolum ağacın üzerindeyken ayağım kaydı ve ben sol kolum açık omuzumun üzerine düştüm. Kolum zaar yeniden çıkıverdi bir anda. Zaten çıkmak için fırsat kollayan şımarık omuzum bu tarihi fırsatı kaçırmak için bir an bile düşünmedi. Omuzum çıkmış, her tarafım çamurlu ve köpekler tarafından sarılmış bir şekilde yerde kendimi otururken buldum. Köpekler üzerime doğru havlıyor ben ise onlara geri zekalılar sizin yüzünüzden  omuzum çıktı diye bağırıp duruyordum. Tam bir karmaşa. Hani dışarıdan halimi görsem gülebilirdim de ama canım çok yanıyordu ve köpeklere çok sinirlenmiştim. Isırmaları umurumda bile değildi o andan sonra. Sonrasında bir adam (ben uzun bir süre onun ete kemiğe bürünmüş bir melek olduğuna inandım) mucize kabilinden taş atarak köpeklere hücuma geçti ve beni onların elinden aldı. Tut şu kolun ucunu da omuzu yerine takalım dediğim anda da beni oracıkta bırakıp kaçtı gitti. Ben o halde bayırı tırmanıp eve gittim. Sonrasında yine hastane. Neyse ki bu kez geri çevrilmedik. Kolayca ve adeta acısız omuz yeniden yerine takıldı. 3 -4 hafta da askıda kaldı. Sonrasındaki kireçlenme ve tedavi dönemi ise tam bir kabustu.

Şimdi ne tıp bayramı ne de doktorlar günü, sen bize tüm bunları neden anlatıyorsun diye sorabilirsiniz. Anlatayım efendim. Biricik oğlum geçen gün top oynarken düştü ve sol kolunu kırdı. Arkadaşıyla birlikte bahçede top oynuyormuşlar. İlk devre sorunsuz tamamlanmış. Su molası vermişler. Sonrasında tekrar maça başlamışlar. Daha oğlum atak bile yapmamışken topun üzerine basıp sol kolunun üzerine düşmüş. Çok canı yanmış. O kadar yanmış ki ağlamasını durduramamış. Ofisten eve nasıl gittim anlatamam. Anne baba olmak gerçekten de zor bir olay. Gittiğimde hala ağlıyordu. Hemen doktorunu aradık, sonrasında hastanenin yolunu tuttuk. Bizim için çok büyük hastane için oldukça sıradan bir olaydı. Kırık olduğu tespit edildi ve alçıya alındı kolu. Eskinin o benim çok iyi bildiğim alçıları çoktan tarih olmuş. Bu yeni olanlar oldukça ince ve çok daha kullanışlı. Bu sıralar alçının üzerini doldurmakla meşgulüz. Bu sıralar yaptığımız başka bir şey ise eskinin kırık çıkık hikayelerini oğluma anlatmak. O kadar çok anlattım ki bu aralar, oldu olacak yazayım da sizlerde biraz olsun bilin dedim.


Her anı güzel olmuyor. Güzel olsun olmasın kesemize bir anı daha attık. Bende çok olan bu anılardan bir tane de oğlum da oldu. Umarım bir tane numunelik olarak kalır. Tüm çabalarımız onların mutlu olmaları için. Keşke her daim onları koruyabilsek, buna imkanımız olsa ama elimizde olmayan durumlarda yaşanabiliyor işte. Dedim ya anne baba olmak çok zor. O ağladığında benim içim eriyor. Dilerim ve umarım çok güzel günleri olur. Sağlık, mutluluk ve huzur içinde uzun hem de çok uzun yılları olur. Dilerim öyle de olur!  

8 Eylül 2014 Pazartesi

Bol kırık çıkıklı bir kese 1

Yıl 1996. Yer İngiltere’nin en güney noktasında, İngiltere gibi olmayan belki tek yer, sıcak, sıcacık insanların oturduğu, şirin mi şirin bir deniz kenti olan Bournemouth’da yemyeşil bir park. Parkta bulunan biz 3 kafadar Türk ve bizlere karşı futbol maçı yapan Güney Kore eşrafından çekik gözlü çocuklar. O gün derler ya günümüzdeyiz; birbirinden güzel paslar, şutlar, şiir gibi oynuyoruz, adeta döktürüyoruz. Ülkemizden yaklaşık 4000 kilometre uzakta bu Koreli çocuklara karşı ülkemizi en iyi şekilde temsil etmeye  çalışıyoruz. Tabii ki öndeyiz ve maçı alacağımız gün gibi aşikar. Akşam için de programımız hazır, zaferimizi kutlayıp bol bol bira içeceğiz. Bir kaç gol sonra maç sona erecek ve evlere duş almaya dağılacağız. Güzel bir günün ardından bizleri bekleyen daha da güzel bir geceye merhaba diyeceğiz. Daha ne olsun diyor insan içinden. Tam ben bu yoğun ve sevecen duygular içerisinde koşup top oynarken, bu centilmenler diyarı diye bilinen ülkede, maçın böyle tamamlanmasını istemeyen anticentilmen bir Koreli, top yerine ayağımı hedef alıp vurmasıyla maç bir anda sona erdi. Bir elektrik çarpması gibi bir kıvılcım ayak parmağımdan tüm vücuduma bir anda yayıldı. Parmak bir anda şişti. Acı belki dayanılmaz değildi ama doktora gitmeyi gerektirmeyecek kadar da az değildi. Hemen maç bitirildi ve hastanenin yolu tutuldu. Hastanenin yolunu tuttuk ileride de bol bol karşılaşacağınız bir cümle olacak, şimdiden alışsanız iyi olur. Sıra beklendi ve beklememize değecek sarışın oldukça güzel sayılabilecek bir ingiliz doktorun önünde buluverdim kendimi. Bir süre konuştuktan sonra öpüşmeye başladık dermişimmmmmm. Nerdee?? Ayak parmaklarımı inceleyip, kontrol ettikten sonra kırık dedi. Sohbet bitti. Daha birbirimizi yeni tanımaya başlamıştık, nereye gidiyorsun demeye kalmadan bir hasta bakıcı gelip ayak parmağımı bandajlayıverdi. Korelinin yaptığı olacak şey değildi. Bir ara gidip dövelim dedik ama bize yakışmazdı. Sayesinde toe kelimesinin ayak parmağı olduğunu da öğrenmiştim. Ona borçlu bile sayılırdım. İngiltere günlerimin geri kalanı artık kırık bir parmakla geçecekti.

90’lı yıllarda, Galatasaray 9.sınıfta okurken, bir kere de sağ elimin yüzük parmağını kırmıştım. Kaleciydim. Tamam panter gibi değildim belki ama kötü olduğum da söylenemezdi. En azından elimden geleni yapardım. Bu uğurda parmağımı da kırmaktan çekinmemiştim bir maç sırasında. Muhteşem kurtarışım sonrası mecburi olarak revirin yolunu tuttum. Ne olduğu oldukça aslında oldukça açıktı. Parmağımın tırnağa yakın olan boğumu düz değildi, aşağı doğru düşüyordu. Yüzük parmağım sürekli 1 rakamı gibi duruyordu. Boğumdaki kemik kırılmıştı. Acı yine dayanılmaz değildi ama tüm bir ömrü 1 rakamına benzeyen bir parmakla geçiremezdim. Yüzük takmak da ileride problem olabilirdi. Revirdeki hemşire annemi arayıp oğlunuzun eli tutmuyor hemen gelin demez mi? Zavallı annem konuşamamış bile ve telefonu yanındaki babama vermiş. Allahtan ben o devirlerde de, en az şimdilerde olduğu kadar akıllı ve olgundum. Telefonu kapıp babama bir şey yok, parmağım kırıldı yalnızca dedim. Babam gelip beni aldı ve biz yine hastanenin yolunu tuttuk. Hastane tarafı komikti aslını isterseniz trajikomikti. Yalnızca sargıladılar. Sargıların içinde parmağımın bırakın sabit durmasını adeta dans ediyordu. Ertesi gün başka bir doktora daha gittik de bir plastik parmaklık sayesinde sabitlediler benim ufaklığı.

90’lı yıllara 2 kırık sığdırmış olmam aslında şaşırtıcı değildi. Tarih ders almazsan tekerrür eder derler. Ben kolay kolay ders almam, alamıyorum, bünyem buna müsait değil. 90’lı yıllardan bir 20 yıl evvel 70’li yıllarda da yaşamış olduğum 2 kırık vakam daha vardır benim. Ufacık tatlı mı tatlı bir bebek olan beni, üstelik bu kadar çok hareketli olduğum biliniyorken yatakta yalnız bırakırsanız olacağı da budur aslında. Bebeğim ben, ne yaptığımın farkında bile değilim. Muhtemelen uyanmış, seslerin olduğu tarafa gitmek istemiş ve bunun sonucu olarak da kendimi yerde sol kolumun üzerinde bulmuştum üstelik kırılmış bir halde. Zavallı ben, kim bilir ne kadar ağlamışımdır. Miş’li geçmiş zaman kullanıyorum çünkü hatırlayamayacak kadar küçüğüm o zamanlar. Neler çektim, neler oldu bilemiyorum ama illaki bende geri dönülmez bir travma yaratmıştır.

Bir sonraki kırık ise daha dün gibi aklımda, canım o kadar acımış anlayacağınız. Henüz 6’lı yaşlardayım ve sürekli sokaktayım. Bizim zamanımız kesinlikle çok daha keyifliydi ve kesinlikle çok daha sahici. Tüm günü arkadaşlarımızla sokakta geçirebiliyorduk ve daha okula bile başlamamıştık üstelik. Yaşadığımız yerin hemen yanında bir bostan-arsa karışımı bir yer vardı. Genelde bütün bir gün bir topun arkasından koşturur dururduk. Bazen de aslında orada olmaması gereken tekerlekli bir taşıma cihazının üzerine çıkıp kayardık. Biz tüm çocuklar ve yanımızda bizden yalnızca bir kaç yaş daha büyük ağabeylerle o cihazı eğimli bir yerin tepesine çıkarır, sonra da üstüne binip aşağıya doğru kayardık. Evet hem de çok keyifliydi çünkü oldukça tehlikeliydi. Risklerden uzaklaşıp, tehlikelerden kaçar hayatım sanki o olaydan sonra başlamış gibidir benim. Yine kasvetli ve gri bir günde cihazın üzerine bindik ve kaymaya başladık. Kayarken ağabeyler tarafından bizlere öğretilen iki temel kural vardır: Sıkı tutunun ve ayaklarınızı tekerleklerden uzak tutun. Evet ben o gri günde oldukça sıkı tutunmuştum. Tüm dikkatimi aslını isterseniz tutunmaya vermiştim. Ne mi oldu? Sizce? Ayağım tekerleklere girdi ve 3 yerinden ayrı ayrı kırıldı. Ağabeylerden birinin beni kucağına alıp, ağlama, ağlarsan seni eve götürmem demesini bugün bile oldukça net hatırlıyorum. Ağlamamaya çalışıyorum ama ne fayda. Sonrasında ki uzun bir dönemi ayağım alçıda Erol Evgin’nin aaahhh bu hayat çeçilmez şarkısını harflerini hafif değiştirerek söyleyerek geçirdim.

Hayatım yalnızca kırıklarla dolu geçmedi aslını isterseniz. Çıkık konusunda da fena sayılmam hani. Kuşadası Kadınlar Plajında siz siz olun kıyıdan denize balıklama atlamayın sakın. Hatta siz siz olun bilmediğiniz hiç bir yerde ne balıklama ne de çivileme atlamayın. Efendi efendi ve yavaş yavaş girin denize. Avşa Adasında denizin hemen kıyısındaki kumlar yumuşaktır ve deniz göreceli olarak çabuk derinleşir. O yaşlarda, ufacık aklım ve sıfır öngörü ile kıyıdan denize üstelik balıklama atlayarak girmek çok havalı gelirdi bana. İyi de yapardım hani. Gereksiz bir kabiliyet ve aptal cesareti birleşirse sonuç pek de iyi olmuyor. Bugün nasıl da aptalca geliyor. O zamanlar gençtik. Havalı şeyler hoşumuza giderdi. Nereden bilecektim ki Kuşadasındaki o atlayış sonrasında bir kez hariç bir daha yüzemeyecektim.

Kızlı erkekli bir grup olarak başımızda bir kaç kendi halinde öğretmenle birlikte sınıf gezisine çıkmıştık. Yollarda nasıl eğlenmiş, nasıl şarkılar söyleyip ne yaratıcı gösterilere imza atmıştık inanın anlatamam. Oldukça hareketli ve eğlenceli geçen bir otobüs yolculuğundan sonra otele varmış, odalara hızlıca yerleşmiş, mayoları giyip kumsalın yolunu tutmuştuk.

Sınıf arkadaşlarım beni ilk defa yüzerken göreceklerdi. O dönemlerde yaptığım en iyi iş yüzmekti. Galatasaray’ın yüzme takımı lisanlı yüzücüsüydüm bir zamanlar. Ayıptır yazması (neden ayıp olacaksa!!) madalyalarım bile vardır benim. Sonrasında önce yine Galatasarayın sutopu takımına seçilmiş sonra ev ile antreman yeri arasında gidip gelmek çok olduğundan Ortaköy’de bulunan ve o zamanların açık ara en iyi sutopu takımına sahip Yüzme İhtisasın sutopu takımına girmiştim. Yüzme de kraldım anlayacağınız. Sonraki yıllarda Galatasaray Adasında yıllarca kürek sporu ile de ilgilendiğimden vücudum da oldukça iyi sayılırdı o yıllarda. Daha ne olsun? İyi, yapılı ve gösterişli bir vücut, muhteşem bir yüzme yeteneği ve zaten doğal yakışıklılığım. İşte ben biraz dahası da olsun dedim. Bu üç alandaki dikkat çekiciliğimi, denize balıklama atlayarak taçlandırmak da istedim. İyi de bok yedim. Vezir olmaya çalışırken rezil oldum. Bu son aptallığım olmadı belki ama hayatımın bundan sonraki dönemine etkisi hep ve olumsuz olarak devam eden bir aptallık oldu doğrusu. Geriye hani bazen insan bakıp da pişmanlık duyduğu olaylar görür ya geçmişinde, benim tüm hayatım boyunca pişmanlığını duyduğum bir kaç olaydan bir tanesidir o akşam üzeri ve sonrasındaki günde Kadınlar Plajında yaşadıklarım. Geriye dönebilseydim o iki günde yaptıklarımı değiştirmek hem de çok isteredim.

Neler mi oldu? Anlatacağım efendim ama hem o konu ve hem de sonrasında anlatacaklarım az sayılmayacak kadar çok. Bu nedenle kırık çıkıklarla dolu anılarıma ufak bir ara veriyorum. Yakında, pek yakında, kaldığımız yerden  devam etmek dileklerimle huzurlarınızdan çekiliyorum. Sağlıcakla ve hem mutlu kalın!