Bu Blogda Ara

25 Ekim 2011 Salı

Tanrılar Okulu

Kendisinin efendisi olan, dünyanın da efendisi olur

Devam ediyorum...
Durmadan, sıkılmadan ve hevesle devam ediyorum.

Kendimi her geçen gün ve her gittiğim kursla biraz daha geliştiriyorum.

Potansiyelimi tam olarak kullanabilmek adına çalışmaya ve araştırmaya devam ediyorum ve bu beni hep mutlu, hem huzurlu ve hem de özgür hissettiriyor.

Biliyorum ve hissediyorum ki ne zaman arayışım bitecek işte o zaman önce yerimde ve sonra da geriye doğru saymaya başlayacağım. Buna niyetim hiç olmadığından sürekli araştırmaya ve hayatımın anlamını bulmak için çaba sarf etmeye devam ediyorum.

Son katıldığım ve 2 gün süren çalışma hem seminer hem eğitim ve hem de kurs olarak tanımlanabilir. İfade etmeliyim ki oldukça değişik, biraz ruhani ve çokça da komikti. İçerik hakkında  üzülerekten size bir şey söylemeyeceğim. Gizli ya da yalnızca bana özel olması gibi bir durum yok aslında. Konu hakkında bu tür ders ya da seminer verenler çok az olduğundan kimden ve neden bahsettiğim hemen ortaya çıkar. Bu blog yazısının konusu orada yaşadıklarımı, kendi penceremden ve biraz da  komik olarak anlatmak olduğundan, orada tanıştığım bu birbirinden iyi ve temiz insanları kırabilirim korkusuyla içerik hakkında bilgi vermek istemiyorum. İşte bu nedenle içerik hakkında çok konuşmadan sizlere genel olarak yaşadıklarımı anlatacağım. Ama size şu kadarını söyleyebilirim Norbekov, İnsanın hasta, çirkin ve fakir olmaya hakkı yoktur dediği gibi almış olduğum eğitim de bu paralellikte bir içeriğe sahipti. Umarım beğenir ve eğlenirsiniz.

Yağmurun şakır şakır yağdığı bir Cumartesi sabahında arabamı park edip, bir miktar yürüdüm ve adresi verilen apartmandan içeri girdim. Seminer apartmanın en üst katındaki bir dairede verilmekteydi. Zili çaldım. Kapıyı genç ve hafif toplu bir bayan açtı. Hoş geldiniz diyip beni içeri aldı. Saçlarım kısa olduğundan yağmur altında ıslanmam çok dert değildi ama montum bayağı bir ıslanmıştı. Önce onu çıkardım ve bana gösterilen kapıya doğru ilerledim. İçeri adımımı attığım zaman ilk fark ettiğim şey salondan görünen muhteşem boğaz manzarasıydı. Bir taraftan Boğaz köprüsünü ve diğer taraftan tüm Topkapı Sarayı, tüm ihtişamıyla Ayasofya ve Sultanahmet Camii. Manzaradan zor da olsa gözlerimi alıp boş bir yer ararken, yanımdaki kadının sözlerini duydum: Sınıfın tek erkeği de işte geldi. Hani bir söz önce bir anlam ifade etmez de bir süre sonra dank diye bilincinize düşer ya, benim ki de o hesap yerime oturana kadar hanımefendinin söylediklerini yalnızca duydum ama anlamlandıramadım ama sonrasında tüm sınıftaki toplam 25 çift bayan gözünün bana çevrilmesiyle içinde bulunduğum durumu hemencecik kavrayıverdim: Orta hatta ufak denebilecek bir salondaki eğitmen dahil 25 kadın arasındaki tek erkek bendim. Tüm dalga geçmeye hazır gözler bana çevrilmişti. Hafif tebessümle bana bakan kadınlara nazikçe selamlar vermeye başladım. Her selam verdiğim kadın sırasını salmış gibi kafasını çeviriyordu. Eğitmen ben gelmeden önce başladığı sözlerini tamamlayıp bana hoş geldin dedi. Kısaca kendimi tanıttım. Arada senin burada olmanın kesin bir sebebi var gibi laf atışlar arasında, eğitmen beni adeta sınıfa kabul etti. Bu kabul diğer bayanları da sakinleştirmişti, artık bana bakmıyorlardı. Sınıfın doğal olmayan doğal bir üyesiydim artık.

Bu doğal üyelik tüm kadınların ben yokmuşum gibi davranmasına neden olmuştu. Sabah kuşağındaki genelde kadınların izlediği programları gözünüzün önüne getirin. Bir bağrış çığrış, kimsenin kimseyi dinlemediği bir gürültü kaosu. Eğitmen bile bazen çaresiz kalıyordu. Ben ise programı televizyondan izliyormuş gibiyim ama tek farkla programın bizzat içindeyim. Konuşmaya cesaret ettiğimi söyleyemem, susup sessiz kalsam doğal bir üye gibi hareket etmemiş olacağım. Ne yapacağımı bilemez bir halde oturup bana atılan lafları zaman zaman cevaplandırmaya çalışarak zaman geçirmeye çalıştım durdum.

Hele bazıları vardı ki tam evlere şenlik. Her konuyu eğitmenden daha iyi biliyor mübarek kadın. Eğitmen gak diyor tabii onun bu şekilde bir açıklaması var, şu kitapta uzun uzun anlatılmış gibisinden eğitmenin laflarını ağzına sokmaya çalışıp durdu sürekli. Eğitmen insaflı ve çok umursamazdı sanırım ki çok cevap vermedi ama beni her defasında kadının sesini duymak gerip duruyordu. Hani kadından çekinmesem biraz da hocayı dinlesek, nasıl olur? diye soracağım ama cesaretle titrediğimden pek sesim çıkmadı. Benim sesim çıkmamasına inat kadının sesi de bir gür ki sormayın. Astrolojiden giriyor, reikiden çıkıyor ama bir türlü susmuyor. Birbiri ardına içinde volkanlar patlıyor ve enerjisini bir şekilde dışarı çıkarmak için konuşup duruyor sanki. Diğerleri de sanmayın ki bu kadından farklı. Eğitmenin kitaplarını herkes ezbere biliyor. Ben yalnızca bir kere okuyan bir kişi olarak gruptan kolayca ayrışıyorum.

Hayatta meydana gelen tüm olaylar eğitimin konusuyla ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Hele bir tanesi arada salonda tüm parfümünü üzerine boca edip, lavaboya gitmiş. O yokken söz konusu bu koku bile eğitim konusuna bağlandı. Neyse ki sonra parfümü üzerine boca eden hanımefendi itiraf etti de gerçek anlaşıldı. Tüm gün boyunca yok artıkkkk diye söylenip durdum tabii büyük bir sessizlik içinde. Bir de yapılan ve hiç de komik olmadıklarını çok rahat söyleyebileceğim esprilere abartılı bir şekilde gülen bir kaç kadın da sinirlerimi sürekli bozup durdu ilk gün.

Rüyalarında geleceğini görenlerden tutun da, yine rüyalarında kendini cennette görenlere, konuşurken birden susuyorum ve öncesini hatırlamıyorum, bu ne demek şimdi gibi soru soranlara, tam bir kadınlar matinesiydi. Hele bir kadın kramp girmesinin bir anlamı var mıdır diye sordu durdu belki onlarca kere. Durup durup otomatiğe bağlanmış gibi peki, ya kramp dedi sürekli. Eğitmen sürekli duymamazlığa geldi ki bu aslında bulunduğumuz ortam için tam yerinde bir stratejiydi ama kadın pes etmedi ve sormaya devam etti: Peki, ya kramp?  Sonunda eğitmen magnezyum eksikliğidir, doktora gidin dedi de kadın sustu. Ben ilk içten gülmemi bu söz üzerine gerçekleştirdim ama zamansızdı. Gülüşüm genel topluluk tarafından neden bilmem düşmanca algılandı. Öğretmen Tuğba, ev hanımı Tuba, bankacı Tuğba, ya da iş kadını Tuba hepsi bana kızmışlardı. Evet yanlış okumadınız, gelenlerin bir çoğunun ismi yazılışları farklı bile olsa aynıydı. Tanımadığınız birisini Tuğba diye çağırdığınızda bakma şansı hiç bu kadar yüksek olmamıştı.

Hava yağmurlu olduğundan girişte bir de galoş giymemiz gerekmişti. Hanımefendinin birinin ayağından galoş sürekli çıkıp çıkıp duruyordu. Sonunda dayanmadı ve sanki çok doğal ve sıradan bir şey soruyormuş gibi ayağımdan galoş sürekli çıkıyor; bu ne demek şimdi? diye sordu. Eğitmen garibim kem küm etti ve dahiyane bir stratejiyle içinize sorun dedi. Hanımefendi de sormuş olmalı ki hemen cevap geldi kendisinden: Sanırım artık duygu ve düşüncelerimi saklamamalı, dışarı çıkarmalıyım. Allahım bir tebrik, bir alkış tufanı oldu ki görmeliydiniz. Dedim ya tam şenliğin ortasına düşmüştüm.

İstiklal Marşını dinlerken tüylerim diken diken oluyor, bu ne demektir sorusuna tüm salondakiler tarafından verilen ülkeni çok seviyorsun cevabı sanki çalışılmış gibiydi. Ağzım neredeyse açık ve büyük bir hayranlıkla takip ettim bu paylaşılan ortak vizyonu. Tüm grup ortalama dağılımda %66’lık birinci sigma bölgesindeydi. Normal olmayan tek kişi de bendim.

Benim orada ne işim vardı. Sürekli kendi kendime bu soruyu sorup durdum. Bir süre sonra artık anlatılan olaylardan kopmuş, olan olayların notunu tutmaya başlamıştım. Keyif almaya başlamıştım. Yazacak, paylaşacak kelimeler yerini cümlelere ve satırlara bırakıyordu.

Eğitmen de bir alemdi. Sesini aklına geldiği zaman kısıp ruhani bir hava vermeye çalışıyordu ama çoğu kere boş bulunup normal ve hafif rahatsız edici bir tonla konuşuyordu. Hareketlerinin yapmacıklığı adeta yüzlerce metreden okunur nitelikteydi. İyi para kazanıyordu ve bu bir kaç saati geçirmesi gerekiyordu. Gülümsemesi bile sahte idi. Hele bazen gözlerini kapatıp düşünmesi yüksek sesle gülen kadından bile daha irite edici geliyordu. Sıkıştığı anda büyük bir yumuşaklık ve sesini ruhani hava vererekten içinize sorun diyordu. Hele öyle bir an oldu ki belki 5 kere arka arkaya içinize sorun demek zorunda kaldı.

Genel görüntü orta yaşa girmeye çok az kalmış ve bir şekilde sıkıntıları ve problemleri olan, hayat ve kendileriyle çok barışık olmayan ve çoğunluğu muhtemelen bekarlardan oluşan bir kadınlar grubuydu. İnsan tabii ister istemez acaba ben de mi dışarıdan böyle görünüyorum diye düşünüyor. Tamam kadın değildim ama mutsuz muydum? Burada bulunma sebebim neydi? Boşanmak üzere olanlar vardı, sevgilisi ile arası iyi olmayanlar, henüz sevgilisi olmayanlar, işinde memnun olmayanlar, sağlık sorunu bulunanlar...Bir süre sonra iriti edici bu durum daha çok hüzünlenmeme neden oldu. Farklı bir gözle bakmaya başladım. İyi insanlardı ve yalnızca hayatla istedikleri ritmi yakalayamamışlardı. Hayatla dansa yanlış adımla başlamış gibilerdi. Eğitmenin telefonlarınızı lütfen kapayın ya da sessize alın diye belki 5 kere söylemesine rağmen çalan telefonlar ve Vallahi kapamıştım, nasıl çaldı anlamadım diye kendini savunanlar bile (2 ayrı kişi) beni artık ne rahatsız ediyordu ne de kızdırıyordu. Koca koca teyze diyeceğim kadınların büyük bir ısrarla parmak kaldırıp söz istemeleri ise artık yalnızca sempatik geliyordu. Büyük ikramiye kazanmak isteyenlerin sayısıyla aşk isteyenlerin sayısı hemen hemen aynıydı. Ben de kendilerine içten bir amin dedim.

Sahnenin bir başka komik figürü ise eğitmenin hemen yanı başında büyük bir haşmet ve azamet içerisinde oturan ve zaman zaman olaylara ombudsman gibi kısa ve bilge sözler söyleyerek katılan eğitmen yardımcısıydı. Tane tane ve yine ruhani bir havada konuşup kendi hayatından örnekler verip durdu. Konuşmasının tonu, bakışları ve oturuşu doğal bir saygınlık yaratırken konuşmasının içeriği genelde fiyaskoydu. Keşke öylece oturup dursaydı tüm gün boyunca.

Aralarda ise mutfak en favori yerdi. Meğer insanlar ne kadar çok çay seviyorlarmış. Bir çay içildi ki inanamazsınız. Yağmurun Mavi Camii’ye yağmasını bir yandan seyredip bir yandan çayımı yudumlarken düşüncem hala aynıydı. Neden buradayım?

Cevabım aslında belli idi. Mühendislik ve istatistikle ilgilenen kişiler bilirler, Ki kare denilen ve popülasyonun içinden rassal olarak seçilen öğelerden oluşan örneklem kümesinin popülasyonu temsil edip edemeyeceğini test etmemizi sağlayan istatistiksel bir test vardır. Elimizdeki bağımsız değişkenin verilen bir bağımlı değişken üzerindeki etkilerinin birbirleriyle ilişkili olup olmadığını anlamamızı sağlar. Benimki de o hesaptı. Aldığım bu son kursun önceki sahip olduğum düşünceyi destekleyip desteklemediğini görmekti tek isteğim. Temel düşünce hep aynıydı ama izlenen yollar değişiklik gösterebiliyordu.

Benim için her şey aslında Stefano E. D Anna’nın Tanrılar Okulu kitabını okuduğumda başlamıştı. Kendisinin efendisi olan, dünyanın da efendisi olur diyordu kitapta. Yıllar sonra Mandela’nın aynı şeyi söylediğini okudum: Ben kendi kaderimin efendisi, kendi ruhumun kaptanıyım.  Kitabın vermek istediği mesaj bundan yüzyıllar önce hak ettiği ölçüde tanınmayan, büyük bir düşünür ve felsefeci olduğuna inandığım Lupelius’un verdiği mesaj ile aynıdır:  İster bilinçli, ister bilinçsiz verilmiş olsun, kişinin başına kendi rızası olmadan hiçbir dış olay gelemez. Öncelikle psikolojisinden geçmeden, hiçbir şeyle karşılaşamaz. Düşünce bu yüzden çok güçlüdür. düşünüş yazgıdır. Varoluş bizim buluşumuzdur ve bu yüzden sadece bize bağlıdır. Bu dünyadaki yaşantı, bir Tanrılar Okuludur.

Bu kitap sonrasında yapmış olduğum araştırmalar, gittiğim kurslar/seminerler/eğitimler ve katıldığım toplantılar sonrasında ve sayesinde din ile bilimin aslında sanılanın tam tersi olarak hem de çok büyük bir payda da birleştiğini kendimce tespit ettim: Hepimiz birer küçük yaratıcılarız. İçimizde Tanrısal bu nüve, Tanrısal bu özellik bulunmaktadır. Kendi kaderlerimizi, kendi hayatlarımızı bizzat yaratmaktayız. Kabala’da da bu denmiştir, Tasavvuf’ta da bu vardır, Kuantum’dabunun üzerine kurulmuştur. Rahatlıkla görebileceğiniz üzere blogumun alt başlığı da bu düşünceyi destekler nitelikte özellikle seçilmiştir: Ben bu sayfanın hem yaratıcısı ve hem de takip edeni olacağım.  Zaten hepimiz birer küçük yaratıcılar ve takip ediciler değil miyiz?

Katılımında bulunduğum bu son eğitim yine bu düşünceyi destekler nitelikteydi. İlk günden yalnızca bir kaç kişi vardı. Bu işe devam etmek isteyenlerin katıldığı devam niteliğindeki kursun ikinci günü oldukça keyifli, öğretici ve şaşırtıcıydı. Yağmur yine yağmaktaydı, manzara aynı manzaraydı, eğitmen aynı eğitmendi, salon yine aynı salondu ama hava oldukça farklıydı. Henüz öğrendiklerimi uygulamaktan uzakta gibiyim ama uygulama ihtimalinin olması bile Ki kare testini başarılı kılar nitelikte.

Hayatın anlamını hepimiz öyle ya da böyle aramaktayız. Şanslı olanlarımız heyecan verici ipuçları bulurken bazılarımız kısa sürede vazgeçebilmekteyiz. Bana göre hayatın anlamı insanın kendisiyle tam anlamıyla barışık bir hayat yaşamasıdır. Barışma çabalarım ve bu uğurdaki yolculuklarım halen devam etmektedir. Bir gün biliyorum, kendimle karşılıklı gelip, gözlerimizin taa içlerine bakıp, huzur, mutluluk ve özgürlük hisleriyle dolu olarak kadeh tokuşturacağız. İşte o gün benim Tanrısallaştığım ilk günüm olacak. Sizlere de bu keyifli ve öğretici yolculukta içten başarılar dilerim ...

18 Ekim 2011 Salı

Bugün benim doğumgünüm ...


Bugün benim doğum günüm. 39 sene önce babam artık beklemeye ara verip tost yemeğe bir büfeye gittiği bir arada dünyaya merhaba demişim. Bir Salı günüymüş ve öğlene vaktine daha 50 dakika varmış. Halam babama haber verdiği zaman tostunun yarısında bile değilmiş. Ben aynı hataya düşmeyip oğlumun doğumunda eşimin elini tutuyordum. Yoksa yemeğimi yarıda bırakıp apar topar bir yere yetişmeye çalışmak kesinlikle beni kızdırırdı J. Bir daha ki sefer olur mu olursa bu mucizevi olaya tanıklık eder miyim bilemiyorum ama ikinci çocuk olursa ve erkek olursa bildiğim bir şey var: Ya 3 günlük iken sünnet ettirmeyeceğim ya da sünnet sırasında ben orada olmayacağım. Ben bu kadar etkilendiğim ve çıkışta hemen ve üstelik bu yaşta ağlamaya başladığım başka bir durum yaşamadım.

Eskiden doğum günü bana çok önemli görünmezdi. Tamam tabii ki sembolik bir önemi bir anlamı vardı ama beni kimin aradığı, kimin aramadığı hiç ama hiç etkilemezdi. Arayanı da aramayanı da düzenlediğim buluşmalara çağırır, bol bol içki içip, deliler gibi eğlenirdim. Artık belki de böylesi buluşmalar düzenlemediğimden, belki artık yaşlanıyor olduğumdan aranmak neden bilmem çok istiyorum. Sorun şu ki bir kaç yakın arkadaşım ve aramaya kendini mecbur hisseden akrabalar dışında ne arayan var ne de soran.

Bizlerin başarısızlığı başarısı olan Facebook’dan gelen mesajlar ise hiç fena sayılmaz. Günlük hesaplarına bakan ve sayfanın sağ üstte beliren bugün bilmem kimin doğum günü uyarısını dikkate alan bazı arkadaşlarım benim sanal duvarıma genelde aynı mesajları bırakıp durmuşlar. İlkokul arkadaşım da mesaj bırakmış, iki oda yanımda çalışan iş arkadaşımda. Bir önceki ve son iş yerindeki aynı hedef için bir yerde zorunluluktan ya da rastlantısal olarak bir araya geldiğimiz bir kaç  çalışma arkadaşımın da birbirinin kopyası mesajları yine duvarımı süslemekte.  Aslında yüzlerce arkadaşım içinden bu uyarı mesajını dikkate alanların sayısı az olsa da gün daha sona ermedi belki arar ya da mesaj çekerler. Ben beklemeye devam ediyorum. Aslında kimi ve neden bekliyorum onu da bilmiyorum. Davetiye göndermem zorunlu birçok arkadaşım var ama görüştüklerim el parmaklarımın toplamından daha az. O halde neyi bekliyorum?

Tüm hayatını kimseyi kırmama üzerine kurmuş ve bu uğurda aslında birçok kereler hem de hiç hak etmeyen insanları ve en başta da kendimi bir çok kereler kırmış biri olarak sanırım geride bıraktığım senelerin ne kadar işe yaradığını, kendimle ne kadar gurur duyacağım işler yaptığımı, kendimi ne kadar da çok sevdiğimi bana hatırlayacak telefonları bekleyip duruyorum. İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmayı başarabilmektir. Kendime ve hayata adil davranabildiğimi gösterecek telefonlar aslında beklediğim ama dediğim gibi ne arayan var ne de soran :-)

Doğum günüm artık benim için sıradan bir gün olmaktan çok uzakta. Hesap günü gibi oldu çıktı. Kendimi sorguladığım bir gün adeta. Aklımdan geçirdiğim düşünceler, vermiş olduğum ya da vereceğim kararlar, sürdürdüğüm, dört elle tutunduğum hayatım, tercih ederek, sözde bilinçli bir şekilde girdiğimi sandığım yollar, benimle, gerçek nüvemle, hani bir an yüz yüze geldiğim ama sonra hemen korkarak arkalara ittiğim gerçek benimle ne kadar uyumlu? Bunlar benim tercihlerim mi yoksa yalnızca kendimi bunlara mı uyarlamaya çalışıyorum? Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik düşüncesindeki gibi daha iyileri vardı da ben mi seçmedim mi diyorum yoksa halimden memnun muyum? Yaşadığım hayatım ne kadar gerçek? Gerçekten içimden geldiği gibi, kendimle barışık olarak mı yaşıyorum yoksa yalnızca tüm bunların benim kendi seçimim olduğu rolünü mü oynayıp duruyorum? İşte belki de beklediğim telefonlar bu sorulara, bu içsel tartışmalara cevap verebilecek nitelikte ki telefonlar.

Mazeret mi? Hem de tonla, ne kadar istersen ... Zamanım tabii ki yok. Yoğunluk had safhada. Sorumluluk hemi de istemediğin kadar çok. Ahh biraz daha varlıklı olacaktım da beni görecektiniz ... Mazeret mi yoksa utancımı, tembelliğimi, üzüntümü bohçalayıp saklayan ya da saklamaya çalışan birer sis perdeleri mi?

Doğum günlerim artık benim için tehlikeli olmaya başladılar çünkü dedim ya kendimi sorgulamaya başladığım günler haline dönüştüler. Sorgulama sonucunda ise ortaya çıkan ulaşılmayan hayaller ve vazgeçilen hobiler. Benzer bir yazıyı yine sizler ve kendim için yazdığı hatırladım birden. Şaşırmadım. Bu konu canımı çok sıkıyor ve sürekli bir şekilde çözüm arayıp duruyorum. Yazmış olduğum o yazıdan sizler için küçük bir bölüm alıyorum:

“ ... Mutluluyum mutluyum diye etrafa gülücükler saçarak dolaşıyorum ama sonra trafikte ilk fırsatta küfür edebiliyorum, hatta cesaretli olsam çıkıp yalnızca önüme geçti diye birini dövmeye bile kalkabileceğim. Siz buradan ne kadar mutlu olduğumu düşünün artık.

Ya siz mutlu musunuz?

Cevabınız öncesinde yapılan dedikoduları düşünün.. Zenginin malı züğürdün çenesi misali sermayeye olan düşmanlıkları düşünün. Terfi edenin hiçbir zaman hak etmemesini ve daima yöneticilerden birinin tanıdığı olduğu gerçeğini düşünün. Değişen hayatların suçunu insafsızca o bir tanecik bebeklere atıldığını düşünün. Bu doğal alışma dönemindeki zorlukların nedeninin nasıl kolayca onlara yıkıldığını düşünün. Hayatımı geri istiyorum diye bu yönde yazılan haksız ve insafsız yazıları düşünün. Eurovizyonu düşünün ya da. Siyasi nedenlerle bize oy verilmemesini ve elenmemizi düşünün. Birinci, üçüncü olmamız önemli değil, bizi sevmiyorlar işte diye söylenmelerimizi düşünün. İncir kabuğunu doldurmayacak sebeplerden evlerde edilen kavgaları, kırılan kalpleri düşünün. Basılmamış kitaplardan suçlananları düşünün. Suçları dahi açıklanmadan içeriye atılan aydınları düşünün. İçimiz bu kadar öfke doluyken, söyleyin, sahi biz mutlu muyuz?

Eskiden iki kadeh ile çakırkeyif olurdum. Şimdi aynı miktarı içtiğim zaman muşmula gibi oluyorum. Başım ağrıyor. Yorgunluk çöküyor. Yine eskinin gecelerinde önce hayaller dünyasında gezinir sonra mışıl mışıl uyurdum. Birbirinden güzel de rüyalar görürdüm. Şimdilerde ise ne gezindiğim bir hayal dünyam var ne de öyle eskisi kadar kolay uykuya dalabiliyorum. Hemen uyanıyor olmamda işin bir başka kötü yanı.

İyi bir işim var. Ortalamanın üzerinde bir kazancım ve kendime göre rafine diyebileceğim zevklerim var. Sevgilerini hissettiğim ve ne zaman ihtiyacım olsa yanımda yer alan ve alacak olan bir ailem var. Eşim hem hayat arkadaşım ve hem de en iyi arkadaşım. Hiç kimseye ve hiçbir şeye değişmeyeceğim oğlum ise hayatımın nuru, ışığı, her şeyi. Daha ne isteyebilirim ki? Doyumsuz muyum? Şımarık mıyım?
Peki ben mutlu muyum?

Fado gecesi de olabilirdi, operaların dinlendiği bir gece de. Alaturka da olabilirdi, rum gecesi de. Sonra baktım böyle tek bir gecemiz bile olmamış. Tek bir organizasyon bile yapamamışız bu şarkıları dinleyebileceğimiz. Ben boş bir hayal için saatlerimi harcayıp durmuşum.  Böyle tek bir toplantı bile olmamış çünkü böyle bir toplantıyı gerçekleştirmek içimden bugüne kadar gelmemiş. İçimden gelmemiş çünkü hayatımda öncelikle bir duruma hiç gelememiş. Hep bir koşuşturmaca ve birbirine kopya günler geceler içinde tek bir geceyi dahi özel kılamamışım, kılmak için çaba sarf etmemişim.  Ben de bıraktım toplamayı. Yeni hoşuma giden parçaları her duyuşumda bir an içim acıyor sonra geçiyor.

Briç kursuna arkadaşlarımla Jack içip briç oynayabilmek için gitmiştim. Hepimiz biraz biliyorduk ama geliştirmeliydik. Ben geliştirip durdum yıllar içinde ama bırakın briçi, king bile oynayamadık. Üç kişi bir araya gelip 3-5-8 bile oynamadık ve ben briç kursunu da bıraktım. Dedim ya hobilerim hayallerimle desteklendiler mi vardılar hayatımda. Hayallerim sona erince hobilerimde yok oldular. Hobiler ve hayaller yok olunca da mutluluk ancak yalancı yarim oldu...”

Doğum günleri sanırım belli bir yaştan sonra artık yalnızca takvimden koparılan bir sayfadan öteye geçiyorlar. Bir durum değerlendirmesi ister istemez yapmaya başlıyorsun. Ben nerede olmak istiyordum sorusunun cevabı ile ben şu an neredeyim sorusunun cevabını ister istemez karşılaştırmaya başlıyorsun. Sonuç çoğu kere parlak çıkmıyor. Çünkü çocukken her şey, gençken de bir çok şey yapılabilir sanılıyor.  Arkadaşlarım hala 35 yaşına girdiğim zaman onları götüreceğim Paris gezisini hatırlatıp duruyorlar. Hem de çok net hatırlıyorum. Çiçek Pasajı’nda vermiştim bu sözü. Üstelik yazılı olarak ve imzalı olarak bu sözü vermiştim. Çok şükür ortada bu yazılı ve imzalı kağıt dolaşmıyor. Kim bilir kimdeydi ve kim bilir ne zaman annesi pantolonunu yıkamak için ceplerini boşaltıp çöpe atmıştı. Oysaki bana o kadar yapılabilir geliyordu ki! Kazın ayağının öyle olmadığını gördüğünüzde de duvara toslamış gibi kala kalıyorsunuz. İster istemez başlıyorsunuz kendinizi suçlamaya. Suçlama hem de kendini suçlama kötü hem de çok kötü bir şey. Hani içki gibi tüm kötülüklerin belki de ikinci anası. Nasıl ki bir insanı ve özellikle de kendimizi sevmekle başlayacaksa her şey ve tüm güzellikler, yok oluş da bir suçlama ile kendimi suçlama ile başlıyor. Doğum günümde kendime verdiğim hediye işte bu: Tüm değerlendirme boyunca ne olursa olsun, sonuç ne çıkarsa çıksın, kendimi suçlamayacağım :-)

Yolun yarısının hem de çok geride kalmış olması ve değerlendirme sonucunun pek de parlak çıkmaması ve hatta hayalini kurduğum hayat için sürenin sürekli azalıyor olması beni zaman zaman üzüyor olsa da umutsuzluğa kapılmıyorum. Başarılı olduğum şeyler de hiç yok değil hani. Önemli olan değerlendirme sonrasında olumsuzların peşinde koşmak değil, olumlu noktalara tutunabilmek. Ben bu sene bunu yapmaya çalışıyorum. Arkadaşlarıma Paris gezisi sunamadım ama oğluma iyi bir eğitim sunmaya çalışıyorum. Profesyonel bir briç oyuncusu hala olamadım ama iyi bir kurs buldum. Bu hafta yine ve üstelik en alt seviyeden başlıyorum.

İnsan hayatı insanı mutlu eden mucize anlarla dolu. Bazen oğlunuzun bir gülüşünde bazen eşinizin bir dokunuşunda. Önemli olan bunları fark etmek ve kaçırmamak. Mutluluk bu anlar sonrasında zaten kendiliğinden gelecektir.

Kendime nice güzel yıllar diliyor ve doğum günümü en içten dileklerimle kutluyorum... :-)

12 Ekim 2011 Çarşamba

Tasarlanmış bir imparatorluk: Amerika Birleşik Devletleri 9

Teknoloji

Teknoloji ve demografik konular üzerinde konuşmaya başlamadan bir konuya daha dikkatinizi çekmek isterim: Kitapta Afrika'dan da bahsedilmiş durumda ama o kadar piyon gibi, o kadar gayrı-insani bir uslup vardı ki içim elvermedi ve bu özete hiç almadım. Özetle tüm Afrika için yalnız bırakılacak, yatırım yapılmayacak yer diye bahsedilmiş. Umarım gerçekten de hem onlar ve hem de Avrupalılar bu kara kıtayı yalnız bırakırlar da, onlarda mutlu mesut ve barış içerisinde yaşarlar. Ama bu yazdıklarım tabii boş bir temenniden öteye geçemeyecektir.

Bir yerden başlayıp artık bu kitap özetini nihayetlendirmek gerekirse, yazara göre gelecek on yıl, teknolojinin ihtiyacın gerisinde kaldığı bir dönem olacak. Zaten var olan teknoloji bazı durumlarda ilerleyebileceği sınıra kadar gelip dayanmış olacak ama eskilerin yerini alacak teknolojiler henüz hazır olmayacak. Bu fazla teknolojik değişiklik yaşanmayacağı anlamına gelmiyor. Elektrikli arabalar ve  yeni nesil cep telefonları inanılmaz bir bolluğa ulaşacak. Eksik kalacak olan, gerçek ekonomik büyümeyi sağlayacak ve zaten acil duruma gelmiş ihtiyaçları karşılaması gereken türde  çığır açacak teknolojiler.

Ekonomik kriz ve 2008-2010 durgunluğu, risk iştahıyla birlikte teknolojik gelişim alanına yapılacak yatırımlar için gereken sermayenin de azaltılmasına yol açtı. Gelecek on yılın ilk birkaç yılı yalnızca sermaye kısıtlamasıyla kalmayıp eldeki sermayenin daha az riskli projelere yönlendirilmesine ve var olan paranın oturmuş teknolojilere akmasına neden olacak.

İkinci sorun yeni icatlardaki oranın, garip bir şekilde orduya bağlı olarak gelişiyor olması. On dokuzuncu yüzyılda buhar motorunun geliştirilmesi ve İngiliz donanmasının gelişimi (ve emperyalist erişimi) el ele ilerledi. Yirminci yüzyılda ABD, küresel teknolojik gelişimin motoruydu; bu yeniliklerden çoğunun sermayesi ve amacı askeri satın almalarda ortaya çıkıyordu ve neredeyse hepsinin, bir kısmı sivil uygulamada kullanılan yan ürünleri vardı.

Hem uçak  hem de telsiz yoğun şekilde ordu tarafından teşvik edildi, bunun sonucu olarak da uçak endüstrisi ve yayın endüstrisi doğdu.

Mikro çipler hem nükleer füzeler hem de uzaya yük götürecek roketleri kontrol etmek için küçük dijital bilgisayarlarda kullanılmak üzere gerekliydi. Ve tabii son olarak internet, halkın kullanımına 1990’larda sunuldu ama aslında 1960’larda bir askeri iletişim projesi olarak başlamıştı. Gelecek 100 yıl’da yazılmış olan nüfus azalması bu on yıl içinde birkaç yerde birden belirmeye başlayacak. Ancak yine de bunu ilk işareti -yaşlanan bir toplum- hayatın sık rastlanan bir gerçeğiyle gelecek. Sadece emeklilik olarak değil, artan eğitim gereksinimlerinin insanları yirmili yaşların başı ve ortalarına kadar iş pazarının dışında tutmasıyla da işgücü azalacak.

Daha çok insan daha uzun yaşadıkça, Alzheimer, parkinson gibi hastalıklar,kalp rahatsızlıkları, kanser ve şeker hastalığı, insanları daha çok tedaviye ihtiyaç duyar duruma getirdikçe, ekonomiye artı yük binecek. Buna fazlasıyla gelişmiş teknolojiler gerektiren tedaviler de dahil.

1990’larda iki teknolojik dal, iletişim ve bilgi işlem, tek bir akıma dönüştü; elektronik ikili formu olan bilgiler, daha önceden var olan telefon hatlarından iletilebilmeme başladı. İnternet, Savunma Bakanlığı’nın isteği doğrultusunda büyük bilgisayarlar arasında bilgi transferi için geliştirilmişti ve bu hızla kişisel bilgisayarlara, modern aracılığıyla telefon hatlarından veri aktarımına uyarlandı. Bir sonraki yenilik fiber optikti, çok sayıda ikili verilerin ve son derece geniş grafik dosyaların aktarımı için geliştirildi.

Ama son on yılda ortaya çıkan ve gerçekten çığır açan bir teknolojik yenilik düşünmek çok zor. Yeni keşifler yapmaktansa, sosyal ağlar ve daha önceki bazı imkanları mobil platformlara dönüştürmek gibi yeni uygulamalar geliştirmeye odaklanıldı. iPad’den anlaşılacağı gibi bu çaba devam edecek. Ama aslında bu yeni bir yapı inşa etmektense, mobilyaları yeniden yerleştirmeye benziyor ve bu da en çok Steve Jobs’a yarıyor :-)

Gelecek on yılda, taşımacılık için kullanılan enerji, petrol tabanlı olmaya devam edecek. Bu da ortadoğunun hala önemini koruyacağını gösterir. Ortadoğu önemli ise de Türkiye jeopolitik yönden önemli olmaya devam ediyor demektir. Tabii bu da tüm ellerin yine içimizde olacağı anlamına geliyor. Var olan küresel filoyu başka bir enerji kaynağıyla değiştirmenin bedeli yüksek olur ve bu gelecek on yıl içinde gerçekleşmeyecek. Bazı taşımacılık araçları elektriğe geçecekler ama bu fosil yakıt tüketimini araçtan alıp elektrik santraline taşıyor.

Kesin anlamda geniş çaplı enerji tasarrufu ABD’de veya bir bütün olarak dünyada meydana gelmeyecek. Daha fazla petrol ürüteme imkanları kısıtlı ve petrol ekonomisinin İran gibi ülkelerin yasaklanıra karşı hassas olması bunu çok riskli bir teklif haline getiriyor. Bu on yılda alternatif enerjinin ciddi bir etki yapma şansı en iyi ihtimalle minimal. Şu anda başlanan bir nükleer enerji santrali ancak beş ya da altı senede çalışır duruma gelebilir.

Doğalgaz şimdiden birçok alanda ve nispeten daha ucuz bir maliyetle petrolün yerine geçiyor. Bu petrol ithal etme ihtiyacını azaltıyor ve yabancı bir gücün petrole ambargo koyarak savaşa neden olma ihtimalini azaltıyor.

Mitsubishi uzay tabanlı güneş enerjisine 21 milyar dolar yatırım yaptı. Avrupa’nın EAB’si de (Avrupa-Amerikan Bankası) yatırım yapıyor ve Kaliforniya’nın Pasifik Gaz ve Elektrik Şirketi 2026’da uzaydan güneş enerjisi almak için bir sözleşme imzaladı ama yazara göre çalışmaların zamanında tamamlanıp kontrat şartlarının yerine getirilmesi mümkün değil.

Gelecek on yıl süresince ABD İslam dünyasındaki keşmekeşi, yükselen Rusya’yı, küskün ve bölünmüş Avrupa’yı ve hem devasa hem de derinlemesine sorunlu Çin’i idare edecektir ki bence çuvallama şansı oldukça yüksektir. Buna ek olarak sadece kendisi değil, bütün dünya için şu andaki ekonomik sorunlardan bir çıkış yolu bulmalı.

Yazar kitabını ihtiyaç duyulan ve duyulacak 4 element ile bitiriyor. Bu çıkarım veya tavsiyeyeyi kabullenmemek mümkün değil. Ben de özetimi bu tür elementi ülkemiz için olmasını dileyerek tamamlıyorum.

  • Bulunulan duruma duygusal olmayan bir anlayışla kabullenecek bir devlet
  • İçinde bulunulan gerçeği ülkenin değerleri ile uzlaştırabilme yeteneğine sahip liderler
  • Güç ve ilkeleri anlayan ve her birinin yerini bilen ülke yöneticileri
  • Emperyalist roldeki cumhuriyet aktörlerini farkedip engel olabilecek olgun bir halk


Umarım yeri geldiğinde söz konusu bu muazzam irade hareketini gösterebiliriz.

2 Ekim 2011 Pazar

Tasarlanmış bir imparatorluk: Amerika Birleşik Devletleri 8

Güvenli bir yarı küre

Küba’da bir donanma gücünün Meksika Körfezi’nin giriş çıkış seyir yollarını kontrol edebileceği ve böylece New Orleans’ı da kontrol edebileceği gerçeği ABD’yi adaya karşı hep takıntılı kılmıştır. Ufak bir adanın gerçekten de bunu yapacağını nasıl düşünüyorlar, bu güvenlik konusunda neden bu  kadar takıntılılar hiçbir zaman anlayamadım. Korkaklık mı tedbir mi anlayamıyorum.

Önümüzdeki on yıla baktığımızda, Küba’nın büyük bir patronu olmayacağını görüyoruz, böylece başkan Küba politikasını Amerikan politik görüşlerine göre şekillendirebilir. Ama aklında tutması gereken şey, ABD’nin küresel bir rakiple yüzleşmesi durumunda Küba’nın, rakibin ABD üstünde baskı oluşturabileceği coğrafi noktada olduğu. Bu, Küba’yı hedefteki bir ödül haline getirir.

Venezuela ABD için önemli bir tehdit gibi görünerek dikkat çekmeyi başaran bir diğer Latin Amerika ülkesi. Ama tehdit değil.

İlk olarak, Venezuela ekonomisi petrol ihraç etmeye dayanıyor ve coğrafi ve lojistik gerçekler  petrolünü ABD’ye ihraç etmesini kaçınılmaz kılıyor.

İkinci olarak Venezuela’nın fiziksel tecridi -güneyde Amazon, kuzeyde (Amerikan donanmasının hükmettiği) Karayipler batıda, dağların ve ormanın diğer tarafında yer alan ve düşmanlık besleyen istikrarlı Kolombiya ülkeyi başka şekilde anlamsız kılıyor, İslamcı teröristler gelip ABD’yle olan şu andaki çatlaktan yararlanmak isteseler bile işe yaramaz. Eğer yeni bir küresel güç, Venezuela’yla ittifak kurup onu kötülük yapmak için bir kalkış rampası olarak kullanmaya kalkışacak olsa bile ülkenin konumu büyük bir hava veya deniz üssüne izin vermez. Konuyu sulandırma pahasına, ne olursa olsun, kızları çok hoş bu ülkenin.

Her ihtimalde, Hugo Chavez yarattığı rejimde gücünü kaybedecek. Eğer ABD, Küba’yla doğru zamanda anlaşma yapacak olursa bu anlaşmanın bir kısmını Küba’nın Hugo Chavez’e verdiği desteğin geri çekilmesi oluşturabilir. Ama Chavez iktidarda kalsa bile, kendi halkından başka hiç  kimse için tehdit oluşturmuyor.

Kendi çapında ABD’ye muhtemel rakip olabilecek bir tek Latin Amerika ülkesi var o da Brezilya.

Brezilya dünyanın en büyük sekizinci ekonomisi ve hem boyut hem nüfus olarak en büyük beşinci ülke. Gelişmekte olan ülkelerin çoğu gibi, ihracata yoğunlaşmış durumda ama ihracatları iyi dengelenmiş.

Brezilya şu anda ABD için özellikle tehdit edici veya önemli bir güç değil, ABD de Brezilya için bir tehlike oluşturmuyor. En az seviyede ekonomik sürtüşme var ve coğrafya Brezilya’nın  ABD’ye meydan okumasına engel oluyor.

Brezilya’nın ABD’ye meydan okuyabileceği tek durum eğer ekonomik gelişimi devam ederse ve yeterli hava ve donanma gücü inşa edip Atlas Okyanusu’nda kendi kıyıları ile Batı Afrika arasındaki, Hint Okyanusu veya Güney Çin Denizi gibi ABD tarafından güçlü şekilde devriye gezilmeyen alanı kontrol edebilirse gerçekleşir.

Gelecek on yılda bir yandan Brezilya’yla dostça ilişkiler sürdürürken öte yandan karşı ağırlık olarak hizmet verebilecek bir ülke olan Arjantin’i güçlendirmek için ABD  elinden gelen her şeyi yapmalı. Unutmamalı ki yirminci yüzyılın başlarında Arjantin, Latin Amerika’daki en  önemli güçtü. Şu andaki zayıflığı kaçınılmaz değil. ABD, Uruguay ve Paraguay için özel kaynakların da tahsis edildiği genel Latin Amerika’yı geliştirme planı çerçevesinde Arjantin’le özel ilişkiler geliştirmeli.

Brezilya ABD’nin Arjantin’e desteğini uzun vadede tehdit olarak görecektir ama tercihen kendi gelişmeleri ve bunu içeride yarattığı stresle meşgul olacaktır. Buna rağmen ABD Brezilyalıların Arjantin’e özel ekonomik teşvikler sunup ekonomilerini kendilerininkine yakınlaştırmalarına hazırlıklı olmalı.

Amerikan hedefi Arjantin ekonomisini ve siyasi olanaklarını yavaş bir tempoda artırmak olmalı, böylece gelecek yirmi-otuz yıl içinde Brezilya ABD için muhtemel bir tehdit olarak ortaya çıkmaya başladığında Arjantin’in büyümesi Brezilya’nınkine denk durama gelir.

Meksika 100 milyon nüfuslu bir ülke ve bu nüfusun çoğunluğu ABD’den yüzlerce kilometre uzakta yaşıyor. Şu anda -sadece yasal ticareti sayarsak- dünyanın en büyük on dördüncü ekonomisi konumunda. Açıkçası ABD en azından bir nesilden önce Meksika’dan ayrılmayı göze alamaz. Zaten bunu istemiyor da.

Ama ABD’nin karşısında iki sorun var: Meksika’nın yasa dışı göçmen işçi ve uyuşturucu ihracatı. İki konuda da altta yatan sorun Amerikan ekonomik sisteminin söz konusu iki ürüne de olan iştahı.

Amerikan ekonomisinin ucuz işçi olarak bu göçmenlere ihtiyaç duymasında bir ironi gizli. Bu kişilerin yasa dışı yollarla ABD’ye gelmelerinin tek nedeni iş bulma imkanının olması. Eğer bu işlerdeki boşluğu doldurmak için göçmenler gerekmeseydi, işler dolu olur ve göçmenler gelmezdi.

Meksika’ya uyuşturucu satışından akan para resmi tahminlere göre yıllık 25 ila 40 milyar dolar arasında. Resmi olmayan tahminlere göre bu miktar çok daha fazla ama 40 milyar doların doğru olduğunu kabul etsek bile bu miktar son derece yüksek. Uyuşturucularda mantıklı ve ılımlı bir tahminle kar oranı yaklaşık yüzde 90 bunun anlamı yasa dışı ticaretten gelen 40 milyar doların kar oranının yaklaşık 36 milyar dolar olduğu. Uyuşturucu serbest nakit üretiyor. Bu, Meksika’nın yasal ihracatının getirdiği 13 milyar doların neredeyse üç katı. Uyuşturucudan kazanılan para Meksika ekonomi sisteminin likiditesine büyük oranda yardım ediyor.

Ulusun uyuşturucu açlığını gidermek için sihirli bir çözüm bulunmayacağını varsayarsak başkanın üç gerçeği kabul etmek zorunda olduğunu görürüz: Uyuşturucu ABD’ye akmaya devama edecek, büyük miktarlarda para Meksika’ya akmaya devam edecek ve başka ülkelerdeki organize suçlarda olduğu gibi karteller sabit bir hıza ulaşıncaya ya da bir grup geri kalanların hepsini temizleyinceye kadar Meksika’daki şiddet sürecek.

ABD’nin bu sorunla başa çıkmak için kullanabileceği diğer tek strateji müdahale. FBI tarafından yapılacak küçük bir baskın veya Meksika’nın kuzeyinde yapılacak geniş çaplı bir askeri işgal son derece kötü bir fikir.

Bir Amerikan müdahalesi uyuşturucu kartellerini Meksika vatanseverliğiyle birleştirir. Bu Meksika’nın bazı bölgelerinde zaten var olan bir fikir ve bu durum sınırın iki tarafında da tehdit oluşturur.

Başkanın önceliği Kuzey Meksika’daki şiddetin ve güvenlik görevlilerinin yolsuzluğunun ABD’ye sıçramamasını sağlamak olmalıdır. Bu yüzden bu kusurlu bir strateji olsa bile şiddeti bastırmak için kuzey sınırına etkili bir güç yerleştirmeli.

Burada, ABD’yle en uzun sınırı paylaşan ve Amerika’nın en büyük ticari ortağı olan Kanada için son bir söz söylemek gerek İngilizlerin Kuzey Amerika’ya ilgisinin azalmasından sonra Kanada, ABD için ikinci planda kaldı. Bu durum, Kanada’nın ABD için önemli olmadığından değil, sadece coğrafi sebepler ve Amerikan gücü yüzünden ülkenin bulunduğu yerde çakılı kalmasından kaynaklanıyor.

Haritaya bakıldığında, Kanada geniş bir ülke olarak görünüyor. Ama nüfusun yoğunlaştığı bölgeler açısından aslında oldukça küçük.

ABD için, Kanada tek başına tehdit oluşturmuyor. En büyük tehlike Kanada’nın küresel bir güçle ittifak kurması sonucunda ortaya çıkardı. Bunun için bir tek mantıklı senaryo var ve bu da Kanada’nın bölünme durumu. Kanada’nın batısında yoğunlaşmış olan doğal gaz önem kazandıkça Kanada’nın önemi de artacak.

Yolculuğumuz tamamlanmak üzere, umarım sıkılmamışsınızdır. Bir sonraki ve son bölümde teknoloji ve demografik konular üzerinde konuşuyor olacağız. İlginizi çekecek bazı konular var gibi. Umarım yanılmam ve kitap özetini bu şekilde tamamlayabilirim.