Bu Blogda Ara

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Özgürlüklerimiz 2


Tehlikeli bir yol ayırımı

Cunda Adasında ki balık lokantasında artık yalnızca kahve ve çay içildiğini bir önceki yazımda hatırlarsanız yazmıştım.  Paranın satın alma gücü ve ilave vergilerle ülkemizde alkol kullanımı her geçen gün biraz daha zorlaşıyor, zorlaştırılıyor. Şimdilerde bir de yeni bir yasa geliyormuş. İçki ruhsatlarına artık belediyeler değil valiler bakacakmış. Sebep ise belediyelerin halka karşı kuralları uygulamaları sırasında çok zor durumda kalmalarıymış. Neden bilmem birden aklıma minare-kılıf ikilisi geldi. Hoş gelen tepkilerden sonra yasanın alt komisyona gönderildiği ve bu ve benzeri düşüncelerin geri alındığı söyleniyor ama ne kadar bir zaman için böyle kalır belli değil. Önemli olan aslında bu tür düşünceler için toplumun nabzının tutulmaya başlanmış olması.

Bir ülkede kuralların, regülasyonların olması ve dahası uygulanması çok yerinde ve önemlidir. Gereklidir de. Gerçekten de alkollü içecekler on sekiz yaş altına satış yapılmayabilir ya da alkollü sürücüye en büyük cezalar verilebilir. Bence verilmelidir de. Ehliyetsiz araba kullanana, kırmızı da geçene, aşırı sürat yapana da verilmesi gerektiği gibi. Bunlara karşı tek kelime etmem hatta alkışlarım ama açık havada artık içki içilmeyeceği gerçeği içimi acıtır. Yalnızca kişisel nedenlerle değil, ülke çıkarları açısından da. Ama daha çok ilkesel olarak.

Ülkemizi diğer Müslüman ülkelerden ayıran bazı özellikler vardır. Bunların belki de en önemlisi laik, demokratik bir Müslüman ülke oluşumuzdur. Belki mecburiyetten belki başka bir takım sebeplerden ilk dönemlerde laik bölümü ön plana çıkarılmış, parlatılmış olabilir. Mesela hatırlarım Müslüman ülke denmez  %98 nüfusu Müslüman olan halk ifadesi tercih edilirdi zamanında. Günümüzde ise demokratik ve Müslüman bölümleri daha bir parlatılmakta, laik kelimesi yerini sekülere bırakması için girişimler yapılmakta. Laiklik çok mevzu edilmemekte. Laik, demokratik bir Müslüman ülke olmak tüm dünyada aynı zamanda ilk ve tek olmak da demek. Başta Araplar olmak üzere bir çok ülkeyi bize hayran bırakan içimizde oluşturduğumuz bu dengedir. Farklı, özel, ve tek oluşumuzdur. Başka bir ifadeyle aslında hayat tarzımızdır bu gıptayla bakışın sebebi. Sahip olduğumuz özgürlüklerimizdir. Ya da en yalın ifadeyle laik ve müslüman kelimelerinin dengeli olabilmesi, cümlede bu iki kelimenin birbirlerine ağır basmamasıdır. Eğer birisi ağır basarsa ve denge bozulursa bu cazibe merkezi olma durumumuz da bir son bulur. Sıradan ve muhtemelen mutsuz bir ülke olur çıkarız.

Ramazan ayında eğer alışveriş merkezlerinde öğle yemekleri yenilebiliyorsa ve yemeklerini bitirenler koltuklarını iftar için ötekilere değil, kardeşlerine, komşularına, arkadaşlarına, sevdiklerine devredebiliyorlarsa o ülkede denge sağlanmış demektir.  Ülkemiz inancın her bir derecesinin yaşanabildiği bir ülke olduğu için değerli, özel ve tektir. On bir ay içki içip Ramazan ayında içmeyen niceleri vardır aynı namaz kılmayıp bu kutsal ayda niyetlenenler gibi. Hac görevini sürekli ötelerler ama zekatlarını hiç aksatmazlar. İçimiz iyidir ve genelde sevgi doluyuzdur. Dinimizi farklı farklı derecelerde uyguluyor olsak da yoktur aslında birbirimizden çok farkımız. Hepimiz ulu bir dağın üzerlerindeki taşlarız. Farklı faklı, çeşit çeşit ama hepimiz o dağı meydana getiren unsurlarız.  Bütünü meydana getiren zerreleriz.

Jean Jacques Rousseau’nun sözü yine hatırlanması gerek bir söz olarak karşımıza çıkıyor: "Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır..."

Kişisel tercihlere ve hayat tarzı seçimlerine müdahale, regülasyon ve kanunlarla şekil ya da ayar vermeye çalışma hem çok tehlikeli ve hem de günümüzün özgürlükçü, çağdaş, liberal felsefesi ile tezattır. Tek tip insan ve tek tip yönetilebilir toplum görüşü aynı zamanda bir o kadar da korkutucu gelmektedir bana. Kendi bireysel seçimlerimiz sonucunda oluşan bir hayat tarzında hem çok daha mutlu ve huzurlu ve hem de çok daha barışçıl ve üretken olabiliriz diye düşünüyorum. Ben kurallar olmasın demiyorum ama o kurallar hayat tarzlarımız için bir yol ayırımı teşkil etmesin demek istiyorum. Bu kişisel yakarışım benim için tabii ki önemli ama bir sonraki neslin mutluluk, özgürlük ve yaratıcılıkları için çok daha önemli ve zaruri. Başka bir ifadeyle benim bu satırları kaleme almam kişisel bir keyfiyetin tehlikeye girmesi sonucunda oluşan mutsuzluk ve karamsarlık üzerine değil daha çok ilkesel bir yakarış, bir uyarı üzerine.

Dilerim farklı farklı olsak da hepimizin ulu bir dağın birer taşları olduğumuz gerçeği unutulmaz ve özgürlüklerin başkalarına saygı zemininde yaşandığı bir toplum olmayı sürdürebiliriz.


16 Mayıs 2013 Perşembe

Özgürlüklerimiz 1


Utanç: İnsan hayatı tercih ettiği renk kadar

Bu sıralar canım oldukça sıkkın, hiç bir şey yapmak istemiyor. Yazı da yazmak istemiyorum, televizyon da seyretmek istemiyorum. Varsa yoksa hep kötü, hep uğursuz haberler. Ben belli bir yaşa geldim ama oğlum daha yolun hem de çok başında. Nasıl bir gelecek onu bekliyor bilemiyorum ama ben oldukça karamsarım. Kaçıp gidesim var da nereye, kim alır bizi, nerelere gideriz bilemiyorum. Geldikçe her şey birbiri ardı sıra geliyor. Her biri birbirinden kötü, birbirinden düşündürücü olaylar sürekli hayatlarımızda, bizlere dokunma mesafelerinde. Her biri sahip olduğumuz en büyük hazine olan özgürlüklerimizi biraz daha kısıtlar, biraz daha yok eder seviyelerinde. Gün gelecek bu ve benzeri örnekler neticesinde belki de özgürlükten hiç bahsedemeyecek noktalara geleceğiz.

İlk örnek ve bugünün yazı konusu futbol maçı seyredememe, sokaklarda istediğin renklerle dolaşamama, futbol ile ilgili haber ve programları okuyamama, izleyememe ve hatta dilediğin takımı tutamama ile ilgili olan özgürlüğümüz. Pazar akşamı malum derbi maçı vardı. Olmaz olaydı. Her şey durdu, her şey unutuldu, her şey ötelendi. Tek bir duygu hariç: Fanatizm. Maç hakkında çok şey yazacak değilim zaten içimden de gelmiyor. Yenilmişiz umurumda bile değil. Elbette tarih şampiyonlukları yazar ve şampiyonluk tüm maçlardan önemlidir. O sezon içinde oynanan maçlar sadece şampiyonluğa giden yolda bir taştır. İyi de kardeşim artık bir önemi var mı ki diye haykırmak, isyan etmek istiyorum. Gerek maç öncesi, gerek maç sırasında ve gerekse maç sonrasında öyle olaylar oldu, öyle tahrikler yapıldı ki bugün ne şampiyonluğun önemi kaldı benim için ne de kaybedilen maçın bir üzüntüsü. Futbol saha içinde ve dışında yapılan tahriklerin toplumumuzu getirdiği durum tek kelime ile utanç vericiydi. Şampiyonluklar gelir gider, maçlar kazanılır, kaybedilir önemli olan sportmenliktir diye kimse düşünemedi. Düşünenlerin de her zamanki gibi ya sesleri kısıldı ya da sessiz kalmayı tercih ettiler. Ortam gözlerini aça aça konuşan reyting canavarlarına kaldı.

Statlardaki hiç bir renk bir candan daha değerli olamaz, olmamalı ama oldu işte. Bir can, körpecik bir can kayıp gitti aramızdan, annesinin sevgili kollarından üstelik anneler gününde. Üstüne titrediği, canını seve seve vereceği biricik oğlu bir hiç uğruna yitip gitti aramızdan. Üstüne giydiği formadaki bir rengin farklı olmasından sebep üstelik. Lacivert yerine kırmızı olsaydı bugün maç hakkında arkadaşlarına takılıyor ve önemli olanın şampiyonluk olduğunu söylüyor olacaktı belki de. Diyemedi. Zamanında babası belki de laciverdi tercih ettiğinden ya da belki dayısı bugün aramızda değil artık. Bu kadar basit işte aramızda olmama hikayesi  ve bu kadar da acı. İnsan hayatı tercih ettiği renk kadar işte.

İlk taşı günahsız atsın derler ya, bu olayda taş atacak kimseyi bulamayız. Düne kadar beraber maç seyredenleri bugün böyle kanlı bıçaklı duruma getirenler utansın. Bu gerilimden çıkar sağlayanlar utansın. Keşke 6222 uygulansaydı, keşke sorumlular, yöneticiler ve yorumcular gerginliği tırmandırmasalardı, keşke saha içinde futbolcular birbirlerinin gırtlağını sıkmasalar ve birbirlerine tırnak geçirmeselerdi (Milli Yasak getirilecekmiş, umarım gelir de tüm oyunculara bir ders olur) ama maalesef keşkelerin hiçbiri olmadı ve nefes alan, seven, sevilen, hayalleri olan biri aramızdan ebediyen ayrıldı. Bir topun peşinde koşan yirmi iki adam dünyaları kazanırken o şimdi artık aramızda değil. Bu işte bana çok saçma geliyor. Hiç ama hiç adil değil. Olmaz olsun böyle bir endüstri, olmaz olsun böyle bir spor dalı, olmaz olsun böyle bir düzen. Yazıklar olsun buna çanak tutan tüm sorumlular. Futboldan da soğudum, futbolu bu derece yok eden fanatik oyunculardan, yöneticilerden, yorumculardan ve taraftarlardan da. Son pişmanlık tabii içinizde birazcık pişmanlık varsa fayda etmiyor işte. Giden geri gelmiyor. İşin en kötüsü de zamanla bu olay yine unutulacak. Herkes yeni transferlere, yeni çileklere odaklanacak ve belki de yeni canlar sırf bu nedenle yine aramızdan ayrılacak. İşte sırf bu nedenle en keyif aldığım bir kaç şeyden biri maçları seyretmekken evimizde takım olayını çıkarmayı düşünüyorum ki riski oğlum adına en aza indirebileyim. Kimin ne hakkı var bu özgürlüğümü elimden almaya ama alıyorlar işte.

Bir hiç uğruna ölen sporseverimize Allah’tan rahmet, kederli ailesine de sabırlar dilerim. Dilerim bu acı olay bir milat olur, yukarıda saydığım tüm keşkeler hayatımıza girer ve bir hiç uğruna değil, çok ulvi bir sebepten, diğer sporseverlerin bir daha ölmemeleri için bu hayattan ayrılmış olur.  

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Tasarlanmış Hayatlar 2


Bir nevi Komplo Teorisi: Sapartacus’lerin sonu

Farkında olalım ya da olmayalım başkalarının tasarlamış olduğu hayatları yaşamaktayız. Amacım komplo teorisi üretmek değil ama görünen köy de kılavuz istemiyor işte. Bırakın hayatlarımızı beyinlerimizin bile özgür değiller. Amacım ne siyasi bir yazı yazmak ne de bir medya eleştirisinde bulunmak ama bugün maalesef tüm gençlik ve hatta neredeyse tüm toplum depolitize edilmiş durumda. Dahası olmamış olanlar da sindirilmiş, sessizleştirilmiş durumda. Tüketime odaklanmış, kaliteli kitap, şiir ve müzik yoksunu bir toplum hedeflenmiş ve kötüsü başarılmış durumda. Tüm dünya için cahilleştirme, sıradanlaştırma ve bizimkine ilave yeşilleştirme gayet başarılı bir şekilde uygulanmış ve uygulanmaya her daim devam ediliyor. Kimseler kafasını kaldırmasın, farklı yollara sapıp, hayaller kurup, bu düzenden ayrılmaması için günlük bazen ufak bazen ise yüksek dozlarda endişe kapsülleri verilmeye başlanmış. Yalan değil hepimiz geleceğimiz için endişeliyiz. Geleceğimizi garanti altına almaya çalışıyoruz. Çocuklarımız için en iyi okulları seçmek için uğraşıyoruz. Yılda zaten bir kere tatilim var, en iyisi olmalı diyoruz. İyi bir evde oturmak, güzel eşyalar sahip olmak istiyoruz. Çeşit çeşit markalar için harcadığımız zamanları ve paraları düşünün. 

Endişe, sürekli endişe şırınga ediliyor bizlere. Hayatlarımız endişelerimizi gidermek için yaptığımız uğraşlarla geçip gidiyor. Başarı bile kriterlere bağlanmış aynı performans gibi. Kimin hayatında Key Performance Indicator bugün yok ki? Neye ve kime göre başarı? Kim bu tanımlamayı yapabilir ki? Kullandığımız arabanın markası, evimizin bulunduğu semt, çocuğumuzu gönderdiğimiz okul nasıl bizlerin başarısını ölçebilir ki? Tek kriter maddiyat nasıl olabilir? Kriterler bu olunca bir optimizasyon da sağlanamıyor işte. Varımızı yoğumuzu çocuğumuzun okuluna gömüp yalancı bir fedakarlığın sağladığı his ile kendi mutluluklarımızı minimize edebiliyoruz. Oysaki amaç ailenin mutluluk optimizasyonu olması gerekmez mi? Yaratılan kişisel milatlar içimizdeki bu eksikliklerden değil mi? Kaçımız aslında aldığımız bir gömlek, gittiğimiz bir kurs ya da okuduğumuz bir kitap ile yeni bir başlangıç yapmak istiyor ama her defasında aslında duvara toslayıp kendimizi kandırdığımız gerçeği ile yüz yüze geliyoruz.

Düşünün ki sosyal medyayı kullanan bizler, ne zaman ve neden nickname kullanacak kadar çekingen ve mesafeliyken bugün bu kadar tüm hayatımızı paylaşır ve dahası paylaşmaktan keyif alır ve bunun için çaba sarf eder olduk? Aslında her birimiz büyük bir oyunun yalnızca küçük birer parçalarıyız. Biliyorum kulağa çok komplo teorisi gibi geliyor ama aslında amaç hiçbir zaman bizim sisteme ulaşmamız olmamıştı, sistemin bize ulaşabilmesiydi. Bugün artık kullandığımız sosyal medya ve medyayı kullandığımız araç ve gereçler sayesinde, ne içiyor, ne tüketiyor, hangi kitapları okuyor, ne zaman nereye gidip, ne kadar kalıyor, ne konuşuyor ve hatta ne düşünüyor, hayata nasıl bakıyoruz hep ama ama hep biliniyor. Gerçekleştirilen ve geliştirilen tüm pazarlama, satış ve yönetim stratejileri aslında hep iplerimizi tutanların menfaatlerine. Bir kaç hareketle altın düşebiliyor, borsa çıkabiliyor, Araplar baharlaştırılabiliyor, depremler olabiliyor, nükleer denemeler yapılabiliyor. Bizler mi? Kaptan mı? Yok canım, bizler yalnızca piyonlarız. Kabul etmek gerekiyor ki bizler yalnızca matrixin birer parçalarıyız. Söz konusu matrixin hayalini kuran kişilerin çocuk ve torunları ise bizlerin belki de yeni ya da her daim yöneticileri, bizler farkında olalım ya da olmayalım, kabul edelim ya da etmeyelim.

Dünyada en çok kullanılan ilacın bir anti depresan olduğunu biliyor muydunuz? Depresyon ve stres dolu hayatlar yaşamaktayız ve bulabildiğimiz tek çözüm maalesef kimyasallar.  Tüm bu endişe ve sıkıntılardan, stres dolu koşuşturmacalardan siz de sıkılmadınız mı? Tüm bunları içinizde yaşarken dışarıya karşı başınızı dik tutmaya çalışmaktan yorulmadınız mı?

Jean Jacques Rousseau zamanında ne de güzel söylemiş: “Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır..." Ben tüm bu endişelerden, koşuşturmacalardan, stres dolu hayattan yoruldum. Özgür olmak ve bu mekanizmanın bir parçası olmak istemiyorum. Ama bunu nasıl gerçekleştirebileceğim, işte bilemiyorum.

Bundan yıllar yıllar Fransız halkı evrim geçirmiş, büyük bir bilinçlenme ve aydınlanma hareketiyle başta saray ve kral olmak üzere seçkinlerin denetiminden çıkma başarısını göstermişti. Soylu sınıfı ile burjuvalar arasındaki amansız savaşı burjuvalar kazanmıştı. İhtilalin ve devrimin mottosu ise özgürlüğün tüm alanda olması gerekliliği idi. Dile kolay yüzlerce yıl önce Descartes, Montesquieu, Voltaire, Rousseau, Diderot, d’Alambert ve daha niceleri kol kola girip, omuz omuza yürüyüp düşünce ve ifade özgürlüğü için savaşmışlardı. “Senin düşüncelerine katılmıyorum ama düşüncelerini özgürce ifade edebilmen için hayatımı bile verebilirim…” düşüncesinin hakim olduğu yıllar ve bu yılların ürünü Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik idealleri ve bu ideallerin vücut bulduğu 1789 Fransız İhtilali.  

Ya da daha eskilere gidin ve gerçekleştirilen Rönesansı bir düşünün. Ya da daha da eskilere gidip koskoca Roma İmparatorluğuna kafa tutan Spartacus’leri düşünün. Toplumumuzda bugün de nice Spartacusler, nice Voltaire’ler mevcut. Eskinin kişilerden gerçekleştirilen ve tüm topluma mal olan kıvılcımları bugünün erkleri tarafından maalesef parlamadan söndürülüyor. Nasıl mı? Az önce bahsettiğim endişe kapsülleri ile. Nice Spartacus’ler daha arenaya bile çıkamadan sıradan bir Roma askerine dönüşüyor. Bu dönüşüm o kadar başarılı ve bir o kadar sistematik ki takdir etmemek ve kaderimiz için acı duymamak içten değil.

Kendimi düşünüyorum mesela. İçimde biliyorum ve hissediyorum 1000 Spartacus yatıyor. Bir kalksa ne de güzel olacak ama sürekli pinekleyip duruyor işte. Kaldır kaldırabilirsen. Miskin miskin tembellik yapıyor zar. Ne Voltairevari düşünceler gelip geçiyor. En az Da Vinci kadar mühendis olduğumu da biliyorum. Buradaki en az kelimesi sonrasında da ufak at da civcivler yesin demek istedim bir anda. Ama işte ne bedenen ne de ruhen rahatlayıp da fikirlerimi hayata geçiremiyorum, hatta çoğu kere fikirlerimi odaklamayı bile başaramıyorum. Ben de Newton gibi ağaç altında yatıp, keyif çatmak ve bir şeyler keşfetmek isterdim. Ya da ne bileyim hamamda keyif yapıp, sonrasında Evreka diye bağırarak koşup çıkmak isterdim. Bir şeyler keşfedebilmek için çalışmanın, öğrenmenin, deneyimlemenin, yaratıcı olmanın yanı sıra ruhsal ve fiziksel bir detox da gerekiyor bence. O kadar yorulmuş, o kadar kirlelenmiş, o kadar stres yüklüyüz ki yeni bir şeyler ortaya çıkarıp, fikirler geliştiremiyoruz atamıyoruz. Daldığımız, bizi sürekli tüketen, alışageldik hayatlarımızı yaşamaya devam ediyoruz.
  
Çok şükür ben ve ailem sağlıklıyız, para kazanıyoruz, işte ve evde belli bir seviye mutlu ve huzurluyuz da daha ne olsun diyoruz ve aynı hayatı, bizim için tasarlanmış olan hatayı yaşamaya devam ediyoruz.  Sonrasında da işte sessiz çığlıklarımız sağır duvarlardan yansıyıp ve tekrar yansıyıp  ve hatta tekrar yansıyıp duruyor hiç durmadan. Birbirinin kopyası olan evden işe, işten eve günlerimizi bozup bozup harcıyoruz. Monotonluğun ve sıradanlığın dayanılmaz hafiflik ve gücü karşısında ezilip tükeniyoruz, yok oluyoruz, marinalaşıyoruz.  Anı yerden alınan sebzeler, sürekli tercih edilen aynı veya birbirinin benzeri tatil mekanları, aynı sınıf arabalar,birbirinin kopyası benzer hayatlar. Her birimiz birer makine aksamı olup çıktık, her geçen gün birbirimize biraz daha çok benzemeye başladık. Her şeyin nedeni endişe topları nedeniyle arayışlarımız ve amaçlarımızda zaten hep aynı: Güvenlik ve Garanti. Stres yüklü, yılgın ve yorgun hayatlar ve karşılığında kısıtlı seçenekler ve zincirlenmiş beyinler. Bir tshirt ve kot giyip Starbucks’a ya da Caffe Nero’ya oturmak, amaçsız saatlerce boş boş yürüyebilmek, geleceği en azından bir saat olsun düşünmemek öyle kolay değildir, en azından alışılmadıktır. Ben demiyorum bahçelerdeki sularla dans edip ıslanalım, elbiselerle denize atlayalım ya da saatlerce balık tutup, kumsallarda gitar çalalım. Ben yalnızca zincirlerimizi ve zorunlu dayatılan şeylerden bir an olsun uzaklaşabilelim diyorum. Tek ihtiyacımız olan şey aslında özgür olabilmemiz.

Ne zamandır istediğim bir eve taşınmak, yine istediğim bir hayatı yaşamak istiyorum ama iş ciddi planlamaya gelince hemen bu hayallerime bir son veriyorum. Başlıyorum elimde olanların artılarını yazmaya. Hayalini kurduklarımın birden hiç düşünmediğim kadar eksileri gözümün içine kadar girmeyi başarıyor. Üzümün sapı, armudun çözü derken bir anda mevcut sisteme yine dönüş yapıp duruyorum her seferinde. Amaç, hayal, istek, donanım tabii ki olmalı ama başka bir şey daha olmalı. Başlayabilme cesareti. İlk adımı atabilme çılgınlığı.

Herkesin hayatı benzer de olsa, şartları ve sahip oldukları açısından kendi mikro dünyamızda kendine göre. Bu nedenle herkes kendisi için en iyi yolu yine kendisi bulacaktır. Bununla beraber siz siz olun kişilik alanlarınızı yaratın ve sahip çıkın. Kurmuş olduğunuz empatinin fazlasının sizden götürdüğünü bilin. Kendinize zaman ayırın. Hobiler edinin. Bol bol hayaller kurun ve bu hayallerinizin peşinden koşun. Kendinizin değerini bilin. Sizden bir tane daha yok bu dünyada. Kendinizi sevin ve dahası gurur duyun. Mutluluğunuz varsa sıkıca sarılıp nedenini düşünmeden, sorgulamadan tadını hem de sonuna kadar çıkarın. Size heyecan veren, hayatınıza neşe ve anlam katan ne varsa düşünmeden peşinden gidin hatta koşun. Unutmayın bu dünyaya yalnızca bir kere geliyoruz. Hayat bizlerin hayatları olmalı. Nasıl olacağına ilişkin kararı da bir başkası bizim adımıza değil, ancak bizler verebiliriz.

Tercihlerimizin hayal dünyamıza giden yollar olması dileklerimle ...


2 Mayıs 2013 Perşembe

Tasarlanmış Hayatlar 1


Mevsimlerden Kış sonrası ruh halim

Bir kaç hafta evvel Mevsimlerden Kış diye bir yazı kaleme almıştım. Karamsar hatta depresif özellikler taşıyan bir yazıydı. Kendimle yüzleştiğim bir yazı olmasından sebep kişisel olarak yazdıklarımı beğenmiştim ama sonrasında nedenlerini düşünmeden de edemedim. Aslında yazdığım kelimelerin anlatmaya çalıştığı asıl hikaye, o kelimelerin o anda nerede ve hangi şartlarda seçilirse seçilsin, kendi iç dünyama yaptığım yolculuğun ip uçlarını verebilmeleriydi. Kelimeler yalnızca bir araçtı. Zihnimin bilinçli olarak unutmayı tercih ettiğim, çoğu zaman görmezden ve duymazdan geldiğim en ücra köşelerine beni taşıyan araçlardı. Önemli olan okunan ya da yazılmış olan satırlar, ezberlenen cümleler değil, bunlardan geride kalması gereken tortular, atılması gerekli olan safralardı. Beynimin, zihnimin bu sayede tetiklenmesi ve bu tetiklenme sonucu olarak üretilen düşünceler, fikirler ve hayallerdi. İşin ilginç, rahatlatıcı, ve muhteşem olan noktası ise yaratılan tüm düşünce, hayal ve fikirlerin yazılmış olan satırlardan bağımsız olabilmesiydi. Yazı yazmak, kitap okumak gibi, her bir yazanın ya da okuyanın ayrı bir hikayedir aslında. Yazı yazmak aynı kitaplar gibi kişiselliktir. Yazı yazmak kendi iç dünyana yaptığın yolculuğun altın anahtarıdır. Kimsenin bilmediği sığınağındır. İnsanlardan, olaylardan, dertlerden veya seni rahatsız eden ne ise onlardan bir kaçış ya da bazen kaçmaktan sıkılıp çözüm arayışına geçebilme cesaretidir. Bu yazı işte böylesi bir ruh hali sonrasında kaleme alınmıştır. Mevsimlerden Kış yazımın bende tetiklemiş olduğu duygu ve düşüncelerin paylaşılması adına kaleme alınmıştır.  

Geçenlerde incelediğim bir kitabın içerisinde çok değil yalnızca yüz yıl önce çekilmiş bazı resimleri gördüm.  Ortalama bir insan ömründen biraz daha fazla bir süre. Başka bir ifadeyle o devirleri ve günümüzü gören insanlardan bazıları hala bizimle beraberler. Resimlerdeki giysilerini, üstünde yürüdükleri caddeleri, binaları görünce şaşırmadan edemedim. Eminim böylesi fotoğraflar sizler de çoğu kere görmüşsünüzdür. Bu resimleri daha doğrusu resimlerdeki hayatı günümüz şartları ile karşılaştırdım. Üstelik çok uzağa gitmeme gerek de yoktu. Değişimin büyüklüğünü ve hatta korkutuculuğunu görebilmek için resimdeki binaları Uzakdoğudaki uzaya yükselen binalarla karşılaştırmama gerek bile yoktu aslında. Yalnızca bir insan ömrü süresinde değişim ve gelişim bir hayli fazlaydı. Sonra oğlumun belki de ev telefonu gören son nesil olacağı gerçeği geldi bir anda aklıma. Elveda Rumeli dizisinde (çok sevdiğim, içimi titreten bir diziydi) nehir kenarlarında çamaşır yıkayıp, türküler söyleyen kişiler geldi sonrasında aklıma. Geçmişin televizyonsuz, radyosuz ve hatta elektriksiz  günleri ve o günlerdeki hayatın zorlukları ile günümüzün bilgiye nasıl da kolay ulaşılabilirliğini, karşılaştırdım ister istemez. Tüm bu gelişimin tek nedeni insan hayatının daha da kolaylaşması ve bizlerin daha bir mutlu olmamızdı. 

Peki sahi, bizler mutlu muyuz? Bir çok kez sordum, tekrar sormak istiyorum. En son ne zaman içten gelerek kahkaha attınız? Neden insanlar kendilerinden dahi sıkılır oldular? Ailemiz dışındaki kişilere karşı şefkatli olmayı ne zaman, neden ve nasıl bıraktık? Şartsız sevgimize ne oldu? Her şeyin iyi yanını görmeye ne zaman son verdik? Ne zaman beynimiz hislerimizin yerini aldı? Bir zamanların insanı insan yapan özelliklerinin yerini neden başka başka, tanımadığımız, yadırgadığımız ve dahası hiç alışamadığımız özellikler gelip yerleştiler? Neden daha bir panik, daha birdepresif özellikler sergilemeye başladık? Yaptıklarımız neden daha çok bir fedakarlık olarak görülür oldu? 

Bugün tango yüklü bir hayat yaşayan, davetkar bir hüzün denizinde yüzüp, umut ile çıkış yolu arayan yalnız ben değilim. Çevremde farklı eğitim, farklı vizyon ve farklı sosyo-ekonomik seviyelere sahip bir çok insan benimle aynı durumda. Eminim bu durum yalnız ülkem için de geçerli değil. Avrupa, Asya ve Amerika’da da durum çok farklı değil bence. Tamam tabii ki şartlar, imkanlar ve beklentiler farklı ama yaşanan gerçekler büyük resim açısından pek de farklı değil. Kimse aslında mutlu değil. Ya mutluluk oyunu oynuyor ya da içinde bulunduğu durumu tanımlamaya çalışıyor. Şanslı olanlar ise tanımlama fazını geçip çözüm aramaya başlamış olanlar. Bataklık gibi, girdap gibi bizi içine çeken ve orada tutup enerjilerimizi, hayallerimizi ve umutlarımızı yok eden bir mekanizma sanki görev başında. Beklenti düzeylerimizi her geçen gün biraz daha sığlaştıran acımasız bir tasarlanmış düzen. Kendi hayatlarımızın kaptanları olmalıyız haykırışları güzel de hayatlarımız ne kadar bizlere ait ki!

Ben hemen peşin peşin ifade edeyim. Bize ait olanı değil, bizim içi,n tasarlanmış olanı yaşıyoruz. Doğallık bence artık bizim için mevzu bahis değil. Sanayi Devrimi ile artık yeni bir dönem yaşanmakta ve bizler sadece birer piyonuz. Hoşunuza gitmiyor değil mi? Benim de hem de hiç ama düşünün en son ne zaman hiçbir şey düşünmeden, sonrasını umursamadan çılgınca, yalnızca siz istiyorsunuz diye bir şey yaptınız? Sorumluluklarınız var, endişeleriniz var, alışılageldik doğrularınız ve sizin sandığınız bir hayatınız var.

Bu konu bu yazı ile bitmeyecek kadar derin ve kapsamlı. Tadında bırakalım. Bir sonraki yazımda bu konuya yine devam edeceğim. Yorumunuz ile katkı yapsanız da yapmasanız da ...

Selam ve sevgilerimle,