Bu Blogda Ara

29 Haziran 2012 Cuma

Haydi hep beraber gülümseyelim ve bir gökkuşağı oluşturalım


Tarihin tozlu sayfalarına yapılan her bir yolculukta gördüğümüz genelde hep aynı şeydir: insanlığı birleştirmek, fikir ve inanç farklılıklarını ve bunlardan doğan çekişme ve kavgaları ortadan kaldırmak, insanın sömürülmesine, başka insana  köle olmasına engel olmak için ortaya çıkan bütün dinlerin, ideolojilerin ve felsefe akımlarının, neticede başka bölünmelere, başka kamplaşma ve kutuplaşmalara, yeni yeni kavga ve uyuşmazlıklara yol açmışlardır. Bu nasıl yaman bir çelişkidir değil mi?

Düşünün ki bırakın farklı din ve ideolojileri, aynı dinin bünyesi içinde dahi çeşitli mezhepler, mabetlerini ayırabilmekte, mezarlıklarını bölebilmekte ve hatta  hatta ahirette dahi cennetin sadece kendileri gibi inananlara mahsus olduğunu ileri sürebilmektedirler. Dünyayı hadi geçtik, cenneti bile parsellemekten geri kalmamışlar. Bugün ülkemizdeki ortak dile, köke, görünüşe, örf ve adetlere hatta dine sahip olmamıza rağmen Sünni-Alevi yapay ve provakatif bölünmesi ya da Ortadoğu’daki ülkelerde yaşanan kargaşanın sebeplerinden birinin bu olması – en azından bir birliğin, bütünlüğün sağlanamıyor olmasının arkasında yatan sebebin bu olması -  bunun belki de bize en yakın örnekleri olarak karşımıza çıkmakta.

Tüm bu ayrıştırma, bölünme ve ötekileştirme çabasına ek olarak bugünün insanının, devamlı gelişen teknoloji, gittikçe artan işsizlik, her geçen gün zorlaşan kentsel yaşam, toplum dışı bırakılma, ırkçılık, terörizm, manevi değerlerdeki anarşi, ferdin robotlaşması gibi daha bir çok problemle karşı karşı olduğunu görmekteyiz.

Karamsar ve her geçen gün kötüye giden bir yapılanma. Amacımız insanlar arasında dostluk ve sevgi bağlarının güçlenmesi, insan kişiliğinin yüceltilmesi, insanlığın özgürlük ve barış içinde gelişmesi olmalıyken düştüğümüz duruma ne kadar da acıydı. İşte böylesi karanlık bir gecede doğan bir güneş, yeşeren bir filiz gibiydi oğluma okuduğum kitap.
  
Kitabın ismi Gökkuşağının Tüm Renkleri. Tübitak Popüler Bilim Kitaplarından çıkmış sıradan 3+ yaş kitabı gibi görüntüsünün ardında tüm yukarıda saydıklarımdan kaynaklanan sıkıntılı ve gri havayı aydınlatacak türden bir kitaptı. Orjinal ismi The Colors of the Rainbow. Yazan Jennifer Moore-Malinos ve resimleyen ise Marta Fabrega. Kitabın çevirsini ise Umut Hasdemir gerçekleştirmiş.

Oğluma bugüne kadar okuduğum en güzel, en anlamlı ve en umut verici kitaplardandı. Büyük keyif aldım. Aslında tüm yaş gruplarına okutulması gerekli olan kitaplardan.

Gökkuşağında birçok renk vardır ve her bir renk diğerinden farklıdır. Her renk tek başına eşsiz ve özeldir, ama yan yana geldiklerinde en güzel, harika bir manzarayı, yani gökkuşağını oluştururular”.

Her insan, her toplum, her ırk, her ülke kendilerine göre önemli ve özeldir. Farklıdır ve ayrıcalıklıdır. Her bir insan evrenin kendisidir aslında. İnsan Tanrı'dan ayrı bir varlık değildir. Onun görünümlerinden sadece bir tanesidir. Bugün bu gerçeği, bu hissiyatı, unutmuş olsak da insan; potansiyelinde, özünde Tanrısal özelliklere sahip olan ilahi bir varlıktır. Parça bütüne aittir. Daha tasavvufi bir ifade ile gerçek olan “Bir”di. Tüm evren “Bir”in farklı biçim ve nitelikteki yansımalarından ibarettir. Gerçek sır, Tanrısallığı insanın içinde görebilmesidir. Unutmamalıdır ki “Kendini bilen Tanrı'yı da bilir...”

Kitaba geri dönecek olursak, “İnsanlar her ne kadar dıştan farklı görünseler de içlerinde hep aynıdırlar. Derilerimizin çok farklı renkleri ve renk tonları vardır. Fakat derilerimiz ne kadar farklı görünürse görünsün, açık ya da koyu hepimizin rengi güzeldir”.
Kitap göz renklerimizden, saçlarımıza, giydiklerimizden, yediklerimize ve konuştuğumuz dillere kadar farklılıklarımızı ve tüm farklılıkların aslında güzelliklerinden ve ortaklıklarından bahsederek devam etmekte.  

Bazı kişiler birden çok dil konuşur ama hepimiz iletişim kurmak için dilden yararlanırız. Başkalarının ne söylediğini anlamıyorsak bile, bir gülümsemenin ne demek olduğunu hepimiz anlarız. Haydi hep beraber gülümseyelim”.

Ufacık, miniminnacık yavrularımıza daha anlamaya başladıkları ilk dönemlerde verilmeye, anlatılmaya, öğretilmeye calışılanların güzelliğine ve ulviliğine bakar mısınız?

Daha küçük yaşta her gökkuşağının eşsiz olduğunu ve/fakat her birinde aynı olan bir çok şeylerin de olduğunu öğreniyorlar, aynı insanların da kendi içlerinde eşsiz oldukları ve mutlu olmak, üzülmek, sevmek, acı duymak, mutluyken gülmek, üzgünken ağlamak, düşüldüğünde acı duymak, kötü bir rüya gördüğümüzde korkmak ve bizim için özel olan birisiniz bizi kucakladığında sevgisini ve sevgimizi hissetmek gibi bir çok ortak yönlerinin de olduğu gibi.

Tıpkı bir gökkuşağında olduğu gibi, bizim de hem eşsiz hem de benzer yönlerimizin olduğunu gördük. Hepimizin derisi, saçı ve gözleri var. Hepimiz giysi giyiyoruz, iletişim kurmak için dil kullanıyoruz ve yemek yiyoruz. Hepimizin hisleri, düşünceleri, umutları ve düşleri var. Canımız acıdığında ağlıyoruz, mutlu olduğumuzda da gülüyoruz”. Yani diyor kitap tüm farklılıklarımıza rağmen aslında aynıyız, biriz ve eşsiziz.

Tekrar başa dönecek olursak aynı din içindeki mezheplerin mabet ve mezarlık ayrımlarından, ötekileştirmelerinden, insan alt ya da üst (nasıl tanımlarsanız tanımlayın) kimlik üzerinden birleşmesine. Italo Calvino kitapları okuduğun kitaplar ve okumadığın kitaplar (okumana gerek olmayan kitaplar) olarak iki bölüme ayırır. Kişisel fikrim bu kitabın çok değerli ve mutlaka okunması ve okutulması (hatta bol bol, tekrar tekrar okunup, okutulması) gereken bir kitap olduğu yönündedir.

İngiliz filozof ve sosyolog olan Herbert Spencer, bir insanın değerinin okuduğu kitaplarla ölçülebileceğini söylemiş.  Bu kitabı okuyun ve okutun. Kendinizi değerli hem de çok değerli hissedeceksiniz.

Haydi, farklılıklarımızı kutlayalım! Haydi, eşsiz oluşumuzun değerini bilelim! Haydi, bir araya gelelim ve bir gökkuşağı oluşturalım” diyerek kitap sona eriyor. Farklılıkları ötekileştirmek için değil, kutlamak için ön plana çıkarmak, her bir bireyin ne kadar özel olduğunun altını çizmek ve bir olmak, birlik olmak, kardeşce, barışça, huzur içerisinde yaşayıp ışık olmak, gökkuşağı olmak, olabilmek, en azından bunun için emek harcamak, en azından aynı yöne bakabilmek, bir amaç birlikteliğine sahip olabilmek.

Aynada gözlerimizin taa içlerini mutlu ve güvenle bakıp, kendimizle ve çevremizle barışık yaşayabilmek için gerekli olan bir kitaptı. Okumanızı içten tavsiye ederim.

Haydi hep beraber gülümseyelim! Haydi, farklılıklarımızı kutlayalım! Haydi, eşsiz oluşumuzun değerini bilelim! Haydi, bir araya gelelim ve bir gökkuşağı oluşturalım.

25 Haziran 2012 Pazartesi

Minimum güç maksimum etki

Her şey eve geldiğimde televizyonun hemen yanı başındaki komidinin üzerinde duran tanıtım broşürünü görmemle başladı. Ben ki tüm bu tür işleri eşime bırakan biriyimdir o gün şeytan dürttü ve broşürde yazan numarayı çevirip ilgili kişiyle belki bir yarım saat konuştum. Dört gün sonrasında bir Cumartesi günü kahvaltılarımızı ettikten sonra yola revan olduk. Yaklaşık 15 dakika süren araba yolculuğundan sonra arabayı izbe, tenha ve araba tamircilerinin olduğu bir yere park edip, yük asansörleriyle bir hanın 3.katına, 9: 45’teki randevumuza ulaştık. 


Oldukça geniş, güneş alan ve temiz bir yere benziyordu.  Girişte ayakkabılarımızın üzerlerine geçirdiğimiz galoşlar sıkıntıdan çok bana mutluluk hissi vermişti. Eşim her zamanki gibi bir yandan elinden düşürmediği Ipad’i ile oynuyor bir yandan da mekanda oğlumuz için sakınca yaratabilecek şeyleri arıyordu. O ararsa genelde bulur da ama bu kez bulamamıştı. Yine de sinirliydi. Suratı asıktı ve bırakın benimle konuşmayı, yüz yüze bile gelmek istemiyor havalarındaydı. Oğlum ise çok mutlu görünüyordu. Ben ise oğlumun yarattığı pozitif enerjiyle, eşimin saçtığı negatif enerji arasında boğulmak üzereydim. Hoşuma mı gitsin, yoksa ortaya çıkıp nedenini bilmeden küfürler edip rahatlasam mı bilemiyordum. Eşime bir ara beğendin mi diye sorma gafletinde bulundum. Bana midesini bulandırıyormuşum gibi bakıp burası berbat dedi yalnızca. Nedenini sorduğum zaman ise pek cevap alamadım ya da belki de aldım da pek tanımlamayı tercih etmedim.

Bir süre sonra oğlumla ben, kendimizi olabildiğince büyük bir salonun ortasında diğer oğlumdan biraz daha büyük çocuklarla beraber bekleşirken bulduk. Salonun en iri çocuğu bendim çünkü diğerleri benden en an 34 yaş (yanlış okumadınız evet, yazı ile dile kolay tam otuz dört) küçük çocuklardan oluşmaktaydı. Kenarda bekleşen veliler garip garip bana bakmaktaydılar. Diğer bir farklılığımız ise tüm çocuklar beyazlar içinde giysiler giymişken, biz boğazda yürüyüşe çıkmış havasında gri eşofmanlarımız ve t-shirtlerimizle boy gösteriyorduk. Genç irisi olarak daha fazla dikkat çekmemek adına oturarak beklemeyi tercih ediyordum. Oğlum ise alabildiğine mutluydu. Tüm salonda koşup duruyordu. Arada bir yanıma gelip sonra tekrar kendini koşmaya veriyordu. Diğer çocuklar ise daha sakin ve çok daha disiplinli olarak beklemekteydiler. Çok geçmeden tüm haşmeti ve azameti ile hoca aramıza katıldı. Yalnız Türkiyenin değil tüm dünyanın en genç 4.dan siyah kuşak aikido hocalarından olan hoca aynı zamanda telefonla konuştuğum da kişiydi. Yakın zamanda 5.dan olacakmış ve böylelikle dünyanın en genç bu ünvana sahip olan kişisi olacakmış. Allah başarılarını daim etsin!

Uzun bir süredir oğlumun hobisi ne olmalı diye düşünüp duruyordum. Bir süreden beri piyano derslerine zaten başlamıştık ama ben enerjisini rahatlıkla savurabileceği fiziksel bir hobisi daha olsun istiyordum. Yüzmeyi hala aradan çıkaramamıştık ve bu zaten canımı sıkıyordu. Sonunda ani bir kararla televizyonun hemen yanı başındaki komidinin üzerinde duran Aikido tanıtım broşürünü değerlendirmeye aldık ve sonrasında kendimizi bu salonda buluverdik.

Aikido sadece kendini korumak için değil aynı zamanda ruhsal gelişim için de yapılan bir öğreti olarak kabul edilmekte. Ai, birleşme, uyum; ki, yaşam gücü, ruh, enerji ; do ise yol anlamlarına gelmekte. Yani aslında anlamı Hayat enerjisi ile bütünleşme gibi düşünülebilir. Kökeni 1930’lara kadar gitmekte. Kurucusu ve ilk hocası Morihei Ueshiba olarak kabul edilmekte. Aikido geleneksel Japon Budo'sunun bir örneği, savaş sanatı, "budo"yu en yakın ifade eden bir kavram aslında. Bu sanatta önemli olan doğru zamanda doğru stratejiyi kullanabilmek. Eve 4 hırsızın girdiğini ve salonun ışığını açtığınızda 8 gözle karşı karşıya kaldığınızı düşünün. Orhan Abi, pompalıyı kap hemen gel diye bağırmak ve 4 hırsızın 3 tanesini kaçırmak bu sanatın uygulanması (minimum güç harcayarak maksimum etki sağlama)- tabii hırsızlar yerse. Kalan kişiye Aikido tekniklerini uygulamak ise kaçmaktan bile sonra tercih edilen  yol kabul edilmekte. Farkındalık, zamanlama ve teknik bütünlük bu dalın en önemli 3 bileşeni. Başka çok daha yalın bir ifadeyle bu disiplinin amacı ortama ve yaşanan duruma uyum sağlama ve o ana ve duruma en uygun tepkiyi verebilme.

Yaşlar 4’lere 5’lere indiğinde ise Aikido koşturmaca, taklalar atma, birbirini kovalama, yerlerde sürünme, bol bol gülme ve enerjisini boşaltma anlamlarına daha çok gelmekte. Tüm bunları yaparken de ayakta kalmayı öğrenip, yere daha bir sağlam basabilmekte ufaklıklar. Oğlum beni takip edenlerinizin bildiği üzere daha 3,5 yaşında ve bu spora ancak 4 yaşından itibaren başlanabilmekte. İlk ders bizim için deneme niteliğindeydi. Çok şükür gerek boy ve gerekse mücadele anlamında ilk dersi geçmeyi başardı. Oğlumla bir kez daha hem de büyük gurur duydum. O benim kahramanım. Babası olarak doğumunda, sünnetinde, hastalıklarında olduğu üzere yine yanındaydım. Üstelik salonda hemen dibinde. Yalnızca onunla bu hobiyi yapıp, farklı bir şeyler paylaşabilmek adına kolumun omuzdan 3 kere çıkmış olmasına aldırış bile etmeden ben de aikido yapmaya başladım.

Oğlumun mutluluk ve pozitif enerjisi ders sonunda eşime de yansıdı ve derslere devam etme kararını verdik. Beraber beyaz giysilerimizi de aldık. Şimdilik ikimizde beyaz kuşağız ama kuşaklarımızı renklendirmeye oldukça istekliyiz. Küçükler sınıfından sonra yetişkinler dersi vardı. Ben salondan ayrılmadan diğer derse katıldım. Hocamıza yani sensei’yimize kolumun durumunu anlattım. Bana da oğluma davrandığı gibi davranacağına söz verdi. Hayır bu söz canımı sıkmadı daha çok rahatlattı. Tabii durumumu riske atamazdım. Öyle ya amacı ortama ve yaşanan duruma uyum sağlama ve o ana ve duruma en uygun tepkiyi verebilme ile uğraşıyordum. Her önüme gelene adımı söyledikten hemen sonra kolumun durumunu anlatmaya başladım. Ağlamaklı ve acınası bir ifadeyle bana acıyın ve öyle davranın mesajını verip durdum sürekli. İşe de yaradı. Diğerleri paldır küldür yerlere düşüp, canları acırken ben sanki demo gösterimi yapılıyormuş gibiydim. Yine de tüm dersi yerlerde sürünerek geçirdim. Bir sonraki ders benim için Pazartesi idi. Ben ise kendime ancak Perşembe günü gelebildim. Spor yapmayalı tabii yıllar olmuş ve hem spor beni ve hem de ben sporu çoktan silmişiz hayatlarımızdan.

Oğlum keyif aldığı sürece çalışmalarımıza devam etmeyi düşünüyoruz. Onunla zaman geçirmek her şeye değer. Bir sonraki Cumartesi kalkmamız, hazırlanmamız, giysilerimiz giyip spor salonuna gitmemiz, beraber bir şeyleri paylaşmamız o kadar keyifli ki anlatılması zor. Bu belki de oğlumla beraber yapabileceğimiz ender sporlardandı. Ne mutlu bize ki fırsatı kaçırmayıp, başladık. Önemli olan oğlumun gözlerindeki mutluluk ve ışıltı. Önemli olan anı kesemize bir kaç gün daha atıvermek. Daha nicelerine ...

19 Haziran 2012 Salı

Şaraplara Veda


Frederic Henry,  İtalyan ordusu ile savaşan ABD'li bir teğmen. Birinci Dünya Savaşı sırasında hastanelere yaralı taşınmakla görevli. Umursamaz, tasasız ve eğlence hayatına düşkün bir karakter. Catherine Barkley ise ölen sevgilisinin ardından yas tutan İngiliz bir hemşire. Güzel, doğru, samimi, ve duygusal bir karakter. İki genç tanışır ve birbirlerine aşık olurlar. Hayata olan bakışları da bu tanışmayla beraber bambaşka bir şekil alır. Bizim teğmen mesela artık daha duyarlıdır. İkisi de gelecek kaygısı taşımaya başlarlar. Savaş kahramanı, cesur, dayanıklı bir karakterden sevgilisini düşünen bencil bir tip olur mesela Frederic. Savaşın ortasında yaşanan bir aşk hikayesidir Ernest Hemingway’in Silahlara Veda'sı ve hiç de hoş bir sonu yoktur.

Benim Şaraplara Veda’m ise 2012 yılında geçer. Firmadaki şarap sever arkadaşımın da etkisiyle eşim ve ben adımızı bir anda Kayra Wine Center’ın Mimolett’te gerçekleştirdiği “Wine & Dine Bahar Yemekleri” organizasyonunun katılımcı listesinde bulduk. Adımızın listeye eklenmesiyle kendimizi hiç bilmediğimiz bir dünyanın da içinde buluverdik. Bir yemek listesi geldi ki evlere şenlik. Kelime kelime evet Türkçe ve anlaşılır ama bir araya geldiklerinde bizim için hiçbir şey ifade etmiyorlar. Anlaşılmayan şeylerin yarattığı şıklık içerisinde menüden anlaşılmayan ve anlatılamayacak bir keyif bile aldık. Listenin uzunluğu ise beni özellikle ayrıca mutlu etti, hem bol bol içecek ve hem de doyabilecektim.

MENU
Soğuk Patlıcan Çorbası,Uçan Balık Yumurtası ile
Cameo Doro
***
Kuşkonmaz Salatası,
Kurutulmuş Yeşil Zeytin ile
Mar de Frades Albarino
***
Domatesin Her Hali,
Marine Domates Salatası,Domates Konsome,Domates Sorbe,Domates Cipsi,Salatalık Köpüğü ile
Terra Kalecik Karası
***
Karamelize Enginar,
Bodrum Manadalinası Köpüğü ve Karides ile
Nobilo Sauvignon Blanc
***
Oğlak Karkas,
40 Saat Pişirilmiş Oğlak Ön Kol, Oğlak Pirzola, Kemik Aralarından Yapılmış Oğlak Köfte, Şalgam Sos ve Patatesli Turunç Reçeli ile
Vintage Cabernet Sauvignon
***
Üzüm Üçlemesi,
Riesling Şaraplı Yeşil Üzüm Çorbası, Madre ile Lezzetlendirilmiş Kırmızı Üzüm Sorbe, Üzüm Konfi
Leona Bloom

Organizasyon her yönüyle çok da güzel başlamıştı. Bundan yaklaşık 1 yıl önce, Taksim’deki 5 yıldızlı otellerden bir tanesi, bir arkadaşımın saftır, kolay avdır, hemen üye yaparsınız demesiyle beni aramış ve boş bir anımdan yararlanarak beni belli bir ücret karşılığı otellerine üye yapmıştı. Karşılığında 1 sene içinde hem de hiç kullanmadığım ama dinlerken neden bilmem yapabileceğime inandığım bir sürü ayrıcalığı bana sunmuşlardı. Bunlardan bir tanesi de hem delux ve hem de boğaz manzaralı odalarında çift kişilik konaklama idi. Üyeliğimin bitmesine günler kala ve tamamen rastlantısal olarak, eşim Wine & Dine Bahar Yemekleri” organizasyonunun yapılacağı Taksim’deki bu otele bizim için rezervasyon yaptırmıştı (eşimin anne ve babası bu sıralar bizimle ve biz de bol bol gezip tozuyoruz). Bol bol içip, güzel yemekleri tıka basa tüketip, yürüme mesafesindeki otele gidip, otelin güzelliklerinden faydalanacağız ve tüm bunlar üyeliğim bitmeden yani parası yaklaşık 11 ay önce ödenmiş olarak gerçekleşecek. Win-win bu olsa gerek dedim ve o gün ve ertesi gün yarımşar gün olmak üzere toplam 1 gün izin aldım.

Otelin 11 katında bulunan, muhteşem manzaralı ve gerçekten de şık odasına giriş yaptık. Dile kolay hani neredeyse bir gün burada kalıp keyif yapacaktık, arada da güzel güzel yemekler tüketip, lezzetli şaraplar içecektik. Mutluyduk, en azından ben. Keyif benim de hakkımdı ve ne zamandır ihtiyacını duyuyordum. İlk saatler ne yalan söylemek lazım ki güzel geçti. Yürüyerek Mimolett’in yolunu tuttuk. Sanki tatildeydik. Hatta yurt dışında tatilde. Havaya çok çabuk girmiştik. Bir süre sonra eşim, ben, arkadaşım ve arkadaşımın sanki Kürşat Başar’ın sunduğu bir programdan kopup gelen zarif bir masasının etrafında diğer tanımadığımız damak tutkunu şarap severlerle beraber Kayra’nın Cameo Doro isimli soğuk ve leziz sparling beyaz şarabını yudumluyor ve ne olacak ülkemizdeki şarapçılık tadında gereksiz konuşmalar gerçekleştiriyorduk. Garsonları görmeliydiniz. Hani bir ara Allah aşkına siz çok ayakta kaldınız, biraz dinlenin ben ayakta beklerim diyecektim. Hepsi hem yemek ve hem de şarap konusunda uzmanlar. Zaten bir tanesini katılımcı olarak bir önceki tadımdan da hatırlıyorum. Ortam ise çok şık ve zarifti. Hani kalite resmen görünür olmuş, gözümüze sokuluyordu. 

Ortam, servis ve şaraplar çok ama çok güzeldi ama açtık hem de çok açtık. Listenin yalnızca show’a yönelik olarak uzun olduğunu bilseydik öncesinde en az 2 tane çift kaşarlı tostu yerdik ama bilmiyorduk. İçtiğim içkilerle doyarım sanıp aç karnına içmeye başladım. Masanın her köşesinden kültür dolu konuşmalar yükselirken ben yalnızca midemden gelen çığlıkları duyuyordum. Neyse ki sonra ilk servis yapıldı. Zaten o zaman doymayacağımı da anladım. Hani kuşa versen doyamayacağı bir miktar ile başlanmıştı servis. Tabağıma fırlattığım acı dolu bir bakış sonrası tek seferde içindekileri yedim ve sonrasında bilmem kaçıncı defa yeniden ekmek istedim. Gece ilerledikçe açlığım ve kanımdaki alkol seviyesi aynı oranda arttı, durdu. Mevcut şarapların yanına ilave şaraplar açıldı. Amaç seçilen şarabın ne kadar yerinde olduğu ve diğer şarapların ne kadar daha lezzetli olurlarsa olsunlar, seçilenlerin yerini tutmaktan uzak olduğu yönündeki savı ispat içindi. Muhtemelen ispatlamışlardır bilemiyorum zira ben sürekli dönüp duran başım ve bulanan midemle uğraşıyordum. Zor hem de çok zor bir akşam olmaya başlamıştı. Kontrolü kaybetmek üzereydim ve yıllardır böyle olmamıştım. Kendimi Kürşat Başar’a karşı mahcup hissetmeye başlamıştım ki bu düşünce bile benim ne kadar kötü olduğumu ortaya koyuyordu. 

Eşimin ipleri eline alıp bizi otele götürmesiyle gece bir son buldu. Ne yemekten, ne içkilerden, ne de otelden faydalanabilmiştik. Bitmez dediğimiz keyif saatlerimiz elimizden kayıp gitmişti. Firmadaki arkadaşın durumu da benden pek farklı değildi. Son hatırladığım anlattığı şeyleri sürekli tekrar etmesiydi. Yeni tanıştığım eşi ise muhtemelen beni pek tutmamıştır. Eşimi ise çok sevmiş. Yine muhtemelen beni artık bu tür organizasyonlara da kabul etmezler. Malum ortamın ahengini eşim sayesinde bozmamış olsam da çok da intibak sağlayamamıştım. Hoş firmadaki arkadaşım bu şekil düşünmüyor. Ayrıca firmanın bu tür organizasyonlarının başındaki kişi de bizim liseden mezun ve hemencecik ağabey-kardeş oluverdik. Hem aynı liseden mezun olduğumuzdan eminim kendisi de alışıktır bu durumlara. Yine de çok hoş olmadı tabii. Tüm bunlara sabah eşimin tutan migren krizini de eklediğimizde kendi kendimize program yapmak bizim neyimize, otur oturduğun yerde ve seyret Muhteşem Yüzyılı demekten alamadık.

İçki bütün kötülüklerin anası. Şarap bile olsa :) Mevcut konjonktürde benimkisi sanırım şartlı refleks. İnsanın kendini kendinden koruması adeta. Bir anda içkiden soğudum resmen. Sonrasındaki belli bir dönem tek bir damla dahi içmek istemedim. Tabii ki bu dönem çok kısa sürecek ve ben ne zamandır planladığım İtalya tarım seyahatimi (güzel yemek ve leziz şarapları tatmak için Toskana’ya gitmek) gerçekleştireceğim. Lise yıllarındaki gibi bir duruma düşmek benim için adeta geçmişe bir yolculuk gibiydi. 40’lı yaşlarıma aylar kala itiraf etmek gerekiyor ki böylesi bir durumu yaşamak bana çok iyi geldi. Bazen hayatı hafife almak ve üstlendiğimiz rolleri bir kenara bırakıp yeniden rolsüz günlere dönebilmek insana iyi geliyor. Rolsüz dedim ama aslında yaşadığım başrolde olmak gibiydi. Tavsiye tabii ki edemem ama pişman da değilim. Sizlere tek tavsiyem olur da böylesi bir organizasyona katılacak olursanız mutlak surette karnınızı doyurup gidin.

İşte benim şaraplara kısa süreli vedam Hemingway’in romanının tersine mutlu sonla bitmesi bekleniyor. Birbirimizi çok özleyeceğiz ve dönüşümüz muhteşem olacak. Zaten sırf bu kavuşma anı için Fransa’dan şarap havalandırma cihazı sipariş ettim. Planım son adımı ise CHATEAU NUZUN’dan, Chateau Nuzun Pinot Noir 2010 siparişinde bulunmak. Sonrası ise Yeşilçam Filmleri tadında bir mutlu son. Umarım planladığım gibi de olur.

Hayatlarınızın sağlık ve hakikat dolu olması dileklerimle ...

12 Haziran 2012 Salı

Bir şarap tadımının ardından ...


Toskana bölgesi denince aklıma ilk şarap gelir benim ama hemen sonrasında da birbirinden lezzetli yemekler ve tarih.  Bu harikulade bölgede tarih, kültür, sanat, gastronomi yani beni ilgilendiren ve ilgilendirebilecek hemen hemen her şeyi bulabilirsiniz. Tarım turizmi (agriturismo) bölgede çok yaygındır. Buralarda artisan olarak zeytin yağı, şarap ve peynir üretimleri yapılır ve dahası bu ürünler sebzelerle karıştırılmak suretiyle ziyaretçilere sunulur. Bu lezzet şölenine devam etmek isteyenler için kiralanan çiftlik ve/veya şato odaları da oldukça meşhurdur. Her şey bir yana yalnız bu birbirinden leziz yemekleri yine birbirinden leziz şaraplar eşliğinde denemek için bile tercih edilmesi gereken bir yerdir bu bölge. Hadi hepsini geçtim dinlenmiş bir kırmızı şarap eşliğinde tüketilen sarımsaklı ve zeytin yağlı kızarmış ekmek olan bruschetta bile muhteşem bir deneyim olabilmekte bu bölgede.

Bölgenin başkenti Floransa kabul edilmekte ki kişisel fikrimdir zaten bu onuru fazlasıyla hak etmekte. Medici ailesinin bu muhteşem şehri, rönesansın doğduğu, hayat bulduğu bir şehir, başka bir özelliğe zaten gerek var mı. Zamanın neredeyse bütün büyük sanatçı ve dehaları bu şehirden hem geçmiş ve hem de geçmekle kalmayıp şehre muhteşem eserler bırakmışlar. Devasa kubbesi ile Duomo Santa Maria del Fiore Katedralı, Palazzo Vecchio Sarayı, Offici Sarayı, Santa Croce Kilisesi, Arno Nehri üzerindeki Ponte Vecchio köprüsü bunlardan yalnızca bir kaçı.

Yüzyıllar boyunca Floransa’nın büyük rakibi olan tepeler üzerindeki Siena bölgenin diğer bir önemli ve tarihi şehri, bir kültür merkezi. Meşhur Remus’un oğlu Senius tarafından kurulmuş. Onu emziren Romalı dişi kurt, sembolü şehrin her bir yerinde. Eğik Piazza del Campo yada 102 metrelik Torre del Mangia kulesi en az Floransa’dakiler kadar görülesi yapılar. Ama şehirde asıl görülmesi gereken Campo meydanı ve 16.yüzyıldan beri her sene, Temmuz ve Ağustos aylarında iki kere yapılan geleneksel Palio at yarışları.

Last but not least San Gimignano’da ise hala Orta çağ devam etmekte. Dünyanın muhtemelen en pitoresk kasabalarından biri.

Bölgenin dünyaca tanınan, bilinen ilk şarabı ise meşhur Chianti. Üzümü lokal sepaj olan Sangiovese. Toskana denince akla ilk gelen üzüm türü de zaten Sangiovese. Brunello di Montalcino, Vino Nobile di Montepulciano ve Carmignano bırakın Chianti’yi, bölgenin hatta ülkenin en prestijli appellation’u olan şarapları ama başkaları da yok değil. Toskana bağları 85 000 hektarlık bir alanı kaplıyor. Hani neredeyse adım başı şarap degustasyonu yapabileceğiniz bir mahzene rastlamanız mümkün. Chianti halk şarabıdır, fakir halkın içmesi için zamanında yapılan bir şarap. Bir de Süper Toskan olarak kabul edilen ve zamanında asillerin Bordeaux şaraplarından hareketle üretip, tükettikleri ve bugün muhteşem tatları ile hala varlıklarını sürdüren İtalyan Grand Cru’ları var. Bu tür şarapların en önemli özelliği, kuvvetli aromalara ve bunun yanı sıra kadifemsi bir lezzete sahip olmaları. Bölgede pek bulunmayan Cabernet Sauvignon, Merlot ve Cabernet Franc üzümlerinin bir karışımından üretilirler. Oldukça yüksek puan alan bu şaraplar oldukça sınırlı sayıda üretilirler ve oldukça pahalıdırlar.

Tüm bunları niye mi anlattım? Geçenlerde Süper Toskana İtalyan şaraplarının en iyilerinden olan Ornellaia’nın tadımı vardı ve katılma şansını elde edenlerdendim. Üstelik tadımda Ornellaia’nın bir değil, iki ayrı rekoltesi tadılıyordu. Ayrıca aynı şarap üreticisinin ikinci ve üçüncü kademe şarapları da yine tadım listesindeydi. Aslında aynı firmanın Masetto adını taşıyan şarabı da olsaydı listede tadından yenmezdi ama yine de liste oldukça etkileyici bir listeydi.

Ortam, servis ve sunum çok şıktı. Aç karnına gitmemek adına beraber katıldığım arkadaşımla beraber önce tostçuya gittik. Böylesi rafine bir organizasyon öncesi oldukça sıradan bir karnını doyurma yöntemi olsa da bence yine de çok iyi ettik. Sonrası oldukça keyifliydi. Önce oldukça lezzetli bir sparkling beyaz şarap olan Beni di Batasiolo Moscado Spumante  ile başladık. Misket üzümünün muhteşem tadı her bir yudumda hissediliyordu. Tost ile doymayışımdan olsa gerek bir yandan da zeytinyağına batırılmış ekmeğimi kemiriyordum. Sonrasında sırasıyla aşağıda ki şarapları yudumladık. Aslında bir çok kişi yudumlarken ben hazır bulmuşken ciddi ciddi içiyordum.  

Sonrasında ise tadımın en can alıcı yanı başladı: Muhteşem Ornellaia'ların tadılması. Üstelik hem yatay ve hem de dikey tadım (farklı sınıflar ve farklı yıllar). Önce düşük seviye Ornellaia Le Volte IGT 2009 ile başlandı ki bence yalnız bu bile beni uçurmaya yeterdi de artardı. Sonrasında sıra ile Ornellaia Le Serre Nuove DOC 2008 ve 2005 tadıldı. Şarapta yıllanmanın ne demek olduğunu, şarabu nasıl güzelleştirdiğini, konu hakkında uzman olmayanların bile anlayabileceği bir deneyimdi. Yıldızlar ise sona bırakılmışlardı: Uzun adıyla Tenuta Dell' Ornellaia, Ornellaia 2008 ve 2002. Güzel kelimesinin az kalacağı muhteşem bir şaraptı.  Büyük keyif alarak içtim. 

Tadım sonrası bir çok kişi mekanı terk etti ama biz soru sorma bahanesiyle kalıp para verseniz bile kolay kolay bulamayacağınız Ornellaia 2002’yi tüketmeye devam ettik. Lezzetli olmasına çok lezzetliydi ama bu kadar para verir miyim bu şaraba, hayır ben vermezdim. Daha doğrusu bu parayı hak edecek bir şarap olduğunu benim damağım anlamaktan çok uzak olduğundan bu parayı vermezdim. Tamam lezzetliydi ve içimi son derece yumuşaktı ama bana aynı gelen başka şarapların olduğu da bir gerçek.

Bu değişik ve kesinlikle son derece keyifli deneyim sonrasında ben de oluşan üç belirgin düşünce oldu. Birincisi böylesi rafine zevklere katılmak insanı kesinlikle çok iyi hissettiriyor. Yalnızca içilen şarabın özel olması değil, mekanın ve servisin de buna eşlik etmesi bu hissi sağlıyor. Diğer bir nokta ise rafine keyifler için paraya ihtiyaç olunması. Aslında bu fikrin bir alt fikri olarak da para aslında bu rafine zevkler için harcanabilecekse kazanılmaya değer (zaruri güvenlik seviyesinin karşılanması sonrasında kazanılan para seviyesi olmak kaydıyla). Son olarak da keyif de verse damağım rafine tadı anlamaktan şimdilik çok uzakta. Bu aslında şu andaki ekonomik seviyem ve şarap sevgim düşünüldüğünde benim için avantaj olmakta.

Dilerim daha nice rafine keyfi deneyimleme fırsatı yakalayabilirim. Dilerim öyle de olur!

8 Haziran 2012 Cuma

Cumhuriyet Kadınları



Artık kabul etmek gerekiyor ki yaşlanmaya başlıyorum. Çok değil bir kaç ay sonra kırklı yaşlara merhaba diyeceğim. Daha bir kırılgan, daha bir duygusal oldum son zamanlarda. Hala olgun olduğumu veya arayışlarımın bittiğini söyleyemem ama sanırım artık daha çabuk yoruluyorum. Alışkanlıklarım ve zevklerim çok değişmedi belki ama ufak bazı değişiklikler de hiç olmadı değil hani. Mesela geçen gün araba ile işe giderken tamamen şansa denk geldiğim Alaturka isimli bir kanalı hala bırakabilmiş değilim. Bir çok parçayı bilmiyor olsam da keyifle dinlediğimi ve dahası dinlerken dinlendiğimi fark ettim. Bu keyfi işte de sürdürmek istedim ve kendimi bir anda Youtube’dan şarkılar dinlerken buldum. İlk başta bildiğim, sevdiğim parçaları dinlerken sonra sonra yeni yeni arayışlara girip kendimi bu dipsiz kuyuda farklı farklı dünyalarda gezinirken buldum. Bazı parçalar beni özellikle çok etkiledi. Bugün bu parçaları sizlerle paylaşmak istedim. 

Beni farklı dünyalara taşıyan ilk parça aynı zamanda bir soundtrack parça. Başka Dilde Aşk filminden, Nazende sevgilim yadıma düştün. Parçayı seslendiren ise gerçekten muazzam bir ses Figen Genç. Eyvah Eyvah’da da aynı parça söylenmişti ama inanın bu sefer bir başka söylenmiş. Yalnız bu şarkı nedeniyle filmi bulup izleyeceğim ve eminim çok da seveceğim.

Şarkı meğer Azeri bir parçaymış. Ben Azeri parçalarını da çok severim.  Bu sayede bu şarkıyı yine enfes söyleyen büyük bir usta ile, Rashid Behbudov ile de tanışma fırsatı buldum. Tahmin edebileceğiniz üzere bu büyük ustanın bütün şarkılarını dinledim. Neredeyse hepsi zaten tanıdık ve çok sevilen, bilinen parçalar. Ama bir tanesi var ki beni ilk nota ile lise yıllarıma taşıdı. Ne zamandır dinlemiyordum. Hem o günleri ve hem de o günlerin benim için sembol şarkısını meğer ne çok özlemişim.
  
Nasıl oldu bilmiyorum ama birden kendimi yine benim için çok değerli olan Mahmure Hanım’ın Bir Çapkına Yangınım şarkısını dinlerken buldum. Yine çok sevdim, yine çok sevdim. Her dinleyişimde ayrı bir keyif alıyorum. Tanımadığım, yaşamadığım, bilmediğim geçmişime yolculuklar yapıyorum ama görüntülenilen bir anı yok yalnızca ortaya çıkan duygular hakim her defasında.
Hemen sonrasında Karşıyakalı’yı dinleyip Seyyan Hanım’a yumuşak bir geçiş yaptım. Mazi Kalbimde bir yara zaten enfes bir klasik. Bilmeyen yok ve beğenmeyen de herhalde az çıkar. İlk Türk tangosu kabul ediliyor. Çalıkuşu ve sonrasında ise Hasret Türküsü. Allahım ne duygusal, ne muhteşem bir parça. Ve Seyyan Hanım... bu nasıl hüzünlü, etkileyici, duru ve kırılgan bir ses. Sözlerini bile anlamadan insan tuhaf bir duygusal şölenin içerisinde buluyor kendisini ve tek yapabileceği tekrar tekrar dinlemek oluyor her son notasında.

İlk orada gördüm ismini. Bir kaç şarkısını dinledim ve her defasında daha da beğendim. Hasret Türküsünü bir yorumlamış ki hani neredeyse Seyyan Hanım ile karşılaştıracaksınız. Islık ve piyanoyla bu nasıl bir giriş. Sonrasında diğer enstrümanların katılımlarıyla nasıl bir müzikal derinlik. Sözler artık daha bir anlaşılır olmuş belki de daha günümüzde söylendiğinden.

O gözler bana eskisinden yabancı
Gönlümdeki bu sevda hiç dinmeyen bir acı
Ruhumun kederinden gözlerim yaşla doldu
İnliyorum derinden bana bilmem ne oldu
En candan arkadaşım ruhumu saran gece
Ben kime bağlanmışım ağlıyorum gizlice
Kimsesiz karanlıklar derdime şifa verin
Kalbimde ki yaralar daha çok daha derin
O gözler bana eskisinden yabancı

Sema Moritz unutulmuş bir çok eski parçaya muhteşem sesi ile yeniden hayat vermiş. Ben çıkarmış olduğu 2 albümü de aldım. İkisini de çok beğendim ama size tavsiye edeceğim ilk çıkardığı albüm. Bence çok başarılı ve gerek sesi ve gerekse parça seçimleri nedeniyle elinizin altında olması gereken albümlerden.  Yazımı albümde yer alan bir yazı ile bitiriyorum. Bakın Sema Hanım albümü için neler söylemiş:

“Anılarda hanımlar... Bu hanımlar teğmen eşlerine aşık olup, sahneleri terk edip, şarkı söylemekten vazgeçip eşleriyle şark hizmetine giden cumhuriyet döneminin kadınlarıdır... Sesleri, kimi kez hüzünlü, kimi kez kırılgan, kimi kez şen şakrak, kimi kez bir bahar çiçeği, kimi kez rüzgarda uçuşan bir kar tanesidir. Kimi kez de ben seni işte böyle baştan çıkarıveririm dercesine acımasızdır... Ağlarsınız... Gülersiniz... Eğlenirsiniz... Ve dayanamayıp kulağınıza çarpan sesleri tekrarlamaya başlarsınız.. Ve bilirsiniz ki bu sesler öyle bitip tükenecek gibi değildir... ve bilirim ki onların yankısıyım artık, yani EKHO'yum ben...”


Tüm Cumhuriyet Kadınlarına sevgi ve saygılarımla, varlıkları, tercihleri ve inançlarıyla farklı olup fark yarattıkları için...

4 Haziran 2012 Pazartesi

Gerçek şarapta, sağlık suda 2

Bir tatlı huzur almaya geldim, Galata’ya...
Hayatın %10'u , başımıza gelenler, diğer %90'ı ise bizim bu başımıza gelenlere nasıl davrandığımızla gelişir derler. Son zamanlardaki İzmir yazılarımdan anlayacağınız üzere İstanbul’u artık eskisi gibi sevmiyorum. Aslında kendisini, mevcut durumu, sürekli tuzak kuran, yoran ve uzak kılan şehri sevmiyorum yoksa düşlerimde, hayallerimde, zihnimde yaratmış olduğum İstanbul’u sevmeye halen devam ediyorum. Nazım Hikmet üstadın "yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?" mısrasında olduğu gibi adeta bu artık sevmediğim şehrin güzel yanlarını da görmüyor değilim hani. İlk başta briç kursum mesela. Başlı başına şehrin güzel bir yanı benim için. Nasıl keyifli devam ettiğimi zaten sizlerle paylaşmıştım. Şehir bana geçenlerde güzel bir yanını daha gösterdi.

Gerçek şarapta, sağlık suda adlı yazım bakın nasıl başlıyordu: “8000 yıl! Günümüze kadar ulaşabilselerdi (bu kadar yıllandırılması tabii ki imkansız ama bir de olsaydı tadından içilmezdi herhalde), ilk şarapların yaşı bu olacakmış. İşte böylesine eski , böylesine kadim bir dostluğu var insan ile şarabın. Tarihi dile kolay 8000 yıl öncesine dayanan şarap, insanların sevinçlerine, hüzünlerine, sofralarına karışıp günümüze kadar gelmiş, kendisine apayrı bir kültür yaratmış. O kadar ki şarap adeta bir tutkuya dönüşmüş, özel günlerimizde, sevdiklerimizle paylaşacağımız yemeklerde, sanatın tüm dallarında, efsanelerde, tarihi güzelliklerde görebilir olmuşuz. Benim kendisini gördüğüm yer ise genelde hatta sürekli ve yalnızca yemek masasının üzeri olmakta. Geçen akşamda bu kadim dostla beraberdik”.

Ben şarabı çok severim. Tamam rakıyı da, votkayı da ve hatta viski ve burbonu da çok severim ama şarabı diğerlerinden ayıran bir özelliği vardır. Şarap yalnızca içilen bir içki değil yaşayan bir organizma kabul edilir. Şarap dikkat edin hep başrolü kapar. Rakı sofrasının ana konusu rakı değildir (çok severim o ayrı) ama şarap severler şarap içecekleri zaman ana konu her zaman şarap ve türevleridir. Şarap kendisi hakkında konuşturtur. Yaşadığınız bir şarap gecesi de dikkat edin unutulmaz, yıllar geçse de hep hatırlanır. Pahalı hem de çok pahalı olanları da vardır, ucuz sofra şarabı olanları da. Zengini de içmeden koklar, fakiri de. Şarap yalnızca bir içki değil bir sanattır. Başlı başına bir hobi, bir uğraştır. Neredeyse sınırsız seçenekleri, sınırsız tatları vardır. Ben şarabı içmesini de kültürü ile ilgilenmesini de çok severim.

Şirketten bir arkadaşım ile laklaklık ederken ortak noktalarımızdan birinin şarap olduğu ortaya çıktı. Zaten sonrasında da hemen ister istemez samimi olduk. İtiraf etmek gerekir ki benden çok ama çok üstün bu konuda. Siz bakmayın ortak zevk dediğime, benim adeta bu konuda yol göstericim oldu. Hemen hemen her gün illaki bu konuda konuşur olduk. Bir gün gel seni bir yere götüreceğim dedi. Ben de konu şarap olduğundan hemencecik tamam dedim. Yarım ağız ile eşime de teklif ettim ve cümle daha bitmeden o da kabul etti. Bir iş çıkışı kendimizi Galata’da bulduk. Ne zamandır Galata’ya gitmemiş bizler, ağzımız açık bir şekilde burası hangi ara bu kadar değişti, bu kadar güzelleşti, bu kadar avrupai bir yer oldu demeye başladık. Sonra gideceğimiz oteli gördük. Aslında gideceğimiz yer otelin altındaki bir şarap eviydi: 
Galata Sensus Şarap ve Peynir Butiği

Beyoğlu Kuledibi'nde şarap tutkunlarına hizmet veren olağanüstü bir yer. 400’den fazla yerli şarap raflarda bizleri bekliyordu. Çok ufak bir farkla açtırtıp, üstelik karafta ve üstelik şaraba yakışan kadehlerde servis alabiliyorsunuz. Şişe çok mu geldi (ki böylesi bir ortamda su gibi gidiyor), kadeh seçenekleriniz var ve üstelik bir iki ile sınırlı da değil. Sonra peynir bölümüne gidip kendinize peynir tabağı da hazırlatabiliyorsunuz, yanında zeytin yağ servisi de cabası. Yetmedi mi, doymadınız mı, galeta, ufak börekler ve meyve yine seçenekler arasında sizleri bekliyor. İnsanı konuşurken yormayan ama dinlenebilir bir seviyede çalan rahatlatıcı bir müzik ve sanki bir mahzendeymişsiniz gibi bir ortam.
İyi şarap pahalı olmak zorunda değildir! Sloganlarıyla şaraba meraklı herkes ile buluşmayı hedefleyen romantik bir anlayış ve bu naiflik mekanda fazlasıyla hissediliyor. Yalnız Galata’da değil, Eskişehir, Marmaris ve Antakya’da da butikleri mevcutmuş.

Ben Sensus’u da gittiğim zaman içtiğim 2009 yılı Sabrina’yı da çok ama çok sevdim. Çıkarken tek dileğim buranın çok iyi iş yapması ve kapanmamasıydı. Benim artık süreklilik içerisinde gideceğim, şarap içip, müzik dinleyeceğim ve kitap okuyacağım bir yerim var. Tüm şarap severlere duyurulur ve içtenlik ve hararetle tavsiye edilir.