Bu Blogda Ara

17 Şubat 2014 Pazartesi

Ödem dolu karanlık geceler 2

Bol sucuklu yumurta... Hatırlarsanız bir önceki yazım bu leziz yemekle sona ermişti. Sonrasında ne mi oldu? Ben yine tıpış tıpış odama geri döndüm. Sonrasındaki bir kaç gün, sancılı ve raporlu bir şekilde yine yatakta yine tavanı seyreder vaziyetteydim. Yine bir önceki yazıda olduğu gibi ne gücüm vardı yataktan çıkacak ne de isteğim. Moral de gitmişti, neşem de mutluluğumda. Arada bir içtiğim salep zaman zaman beni mutlu etse de sıkıntım bir hayli fazlaydı. Tek eğlencem ise tüm bu olayların 17 Aralık tarihlerine denk gelmesiydi. Ortalık flaş haberden geçilmiyordu ve ben hiç bir dönem olmadığı kadar tüm bu haberleri takip edebildim. Hoş ettim de ne oldu? Başım göğe mi erdi? Ettim de bir işe mi yaradı? Koca bir hiç ama yazının konusu bu olmadığından sıkıntılarımı yine içime atıp başımdan geçenleri anlatmaya devam edeceğim.

Tahmin edebileceğiniz üzere bundan sonraki aşama zor hem de çok zor oldu. Siz hiç iki büklüm, acılar içerisinde işe gitmek durumunda kaldınız mı? Ne yalan söyleyeyim ilk iş günleri acıyla geçti. Ne oturabiliyor ne de yürüyebiliyordum. Araba bile kullanamıyordum. Tüm gideceğim yerlere sağ olsunlar arkadaşlarım gönüllü olarak alıp bıraktılar beni. Acınacak haldeydim. Sürekli belimde bir acı ile yaşamaya başladım. Yine böyle acılarla dopdolu iken doktorun talimatları sonucunda fizik tedaviye ya da daha bilimsel ismiyle fizyoterapiye başladım. Öncesinde ufak bir araştırma yaptığımdan başıma gelecekleri hemen hemen biliyordum. Belim ile ilgili fonksiyonel hareketleri geri kazandırma amaçlı olarak vücuduma elektrik akımı verilecek, duruma göre sıcak duruma göre soğuk uygulama (çok şükür benim şansıma sıcak düşmüştü) yapılacak, tüm bu süreç masaj ve egzersizlerle desteklenecekti.  Desteklendi de. Bugün çok şükür günlük hayatın içerisindeysem bu süreç sayesindedir.

Amerikan filmlerinin acil servislerindeki gibi büyükçe bir oda sağlı sollu olarak ufak bölmelere bölünmüş ve her bir bölme perdelerle birbirlerinden ayrılmışlardı. Beni işte böylesi odacıklardan birinin içine buyur edip, sen kendine bir içki koy, ben de üzerime rahat bir şeyler giyip geleyim tadında siz soyunun fizyoterapistiniz birazdan gelecek dediler. İlk aklımdan geçen hımmmm burayı seveceğim galiba düşüncesi oldu. Yine böyle düşüncelerin geçtiği bir masaj öncesinde gelen masör (ben bir masöz beklemekteydim) ile tüm hayallerim yıkılmıştı. Tarih tekerrürden ibarettir derler ya gelecek olan kişiyi bilmediğimden bir anda irkildim. Sonuçta Türk erkeği soyunmayı pek sevmez. Yavaş yavaş hareketlerle üst tarafımı çıkardım. Bu kadarı yeterli olmalıydı. Pantolon benim özelimle aramdaki koruyucumdu ve sağlık nedenleriyle bile olsa ondan vazgeçmek niyetinde değildim.

Sonunda fizyoterapistim teşrif ettiler.  Çok şükür gençten bir bayandı. Yüzüstü uzanmamı söyledi. Yattığım yer spa merkezlerindeki o rahat masaj olmadan bile uyunası yataklar gibi değildi. Paradan tasarruf için midir bilemem oldukça sert zeminli yataklardı. Zaten sırf bu nedenle isterseniz yastık koyup üzerine yatın diye uyarıda bile bulundu fizyoterapistim. Ben gerek görmediğimi söyledim. Ne olabilirdi ki. Dayanabilirdim. Ben bir erkektim. Acı benim için önemli olmazdı. Oldu canım, iki de çay söyle istersen. Ertesi akşam (bir kez daha yastıksız yatmam sonrasında) göğüs bölgemde sürekli bir ağrı hissettim. Bir anda çok doğal olarak yaşım da uygun olduğundan kalp krizi geçiriyorum sandım. Sonra her iki bölgenin de ağrıdığını fark edip rahatladım. Böylesi sert zemin üzerinde geçirdiğim zaman sonrası resmen bu bölgedeki yerlerim incinmişti ve ağrı yapıyordu. Neyse biz tekrar ilk güne geri dönelim. Gençten bayan belimi iyice açığa çıkardı ve soğuk , kıvamlı bir sıvıyı bel kısmıma bolca boca etti. Hareketleri ne iş yaptığını biliyor kararlılığında idi. Bir yandan da nasıl böyle bu hale geldiğimi soruyordu. Benim gibi değildi, hem iş yapıp hem de sohbet edebiliyordu yani. Sonrasında o kıvamın üzerinden bir aletle ki ben sonradan ultrason cihazı olduğunu öğrendim, kulağımın işitemeyeceği kadar yüksek frekanslı ses dalgaları vermek suretiyle belime masaj yapmaya başladı. Ses de sonuçta bir enerji türüydü ve cisimlerin titreşimi sonucunda meydana gelmekte. Korunumu yasasından hareketle de taaa dış uygulamalarla ulaşılamayacak yerlere bu akustik dalgalar sayesinde ısı verilmeye başlandı.

Yaklaşık bir on dakika sonrasında çalan ve bu kez duyabildiğim bir uyarı sesi ile masaj bir son buldu.  Sonrası insanın kendini kötü hissettiği bir şeydi. Elinde bir kağıt havlu ile belime sürdüğü kıvamlı cismi silmeye başladı. Kendimi tekrar bebekliğe dönmüş gibi ya da hadi size doğruyu yazayım yaşlanıp da tuvaletini tutamayan bir kişi gibi hissetmeye başladım. Hani dışa vurum sonrası beni temizlemeye çalışan bakıcı gibi gördüm bir anda onu. Umarım böylesi bir durum ileride başıma gelmez.

Bu ruh halini üzerimden daha atamamıştım ki üzerime kablolar bağlanıp içi sıcaklık barındıran ve hiç de hafif sayılmayacak bir yastık belimin üzerine koyuldu. Hemen akabinde de elektrik akımı verilmeye başlandı. Milyonlarca karınca bel kısmımda rezonans olmuş bir şekilde yürüyüşe geçmişlerdi sanki. Aslında yürüyüş de değil de oldukları yerde sayıyor gibilerdi. Karıncaların bu çilesi 20 dakika sürecekti. Karıncaların dinlenmeye geçmesi sonrasında muhtemelen SPA’da çalışacağı yalanlarıyla kandırılıp uzakdoğunun bağrından koparılan bir bayan, masaj için odacığıma teşrif etti. Masaj yalnızca 10 dakika sürüyordu ama ben her defasında yattığım oldukça sert zemine rağmen uykuya dalacak kadar gevşiyordum. Ne işi vardı onun burada hala anlamış değilim. Param olsa onu özel masözüm olarak sürekli yanımda tutardım.

Masöze yarı uykulu bye dedikten sonra doğaldır giyinmeye başladım. Bu kadar çıplaklık yeterli olmalıydı. Masajımı da olmuştum. Teşekkür edip gidecektim. Öyle olmadı efendim. Fizyoterapistim yine odada beliriverdi. Giyindiğimi görünce pek mutlu olmadı hatta şaşırdı da. Meğer daha yapılması gereken sportif hareketlerimiz varmış. Lafı uzatmayacağım utanmasam ağlayacak kadar canım yandı. Basketbolcu olması beklenen kaslarım meğerse cüceymişler. İyi de bunda benim ne kabahatim var. Tanrı onları öyle yaratmış. Yaratılanı hoşgör yaradandan ötürü diyecektim ki kazın ayağının öyle olmadığı açıklandı. Çalışma belki 20 dakika sürüyordu ama ben her defasında ter içinde kalıyordum. Bugün artık usta birer basketbol oyuncusu olan kaslarımla gurur duyuyorum. No pain no gain dediklerini ben bizzat yaşayarak öğrendim. Bir çok defa çığlık atıp yandım Allah diyecektim ama fizyoterapistimi zor duruma sokarım diye hep frenledim kendimi her defasında.

İlk gün çalışmasının sonunda fizyoterapistim yarın size bir şort verelim pantolon ile zor oluyor dedi . Bu bir dönüm noktasıydı aslında. Yerimde sıkı durup asla diye bağırmalıydım ama başıma geleceklerden habersiz kafa sallamakla yetindim. Ertesi gün gerçekten de üzerinde ismim yazan bir torbanın içersinde bel ve bacak kısımları lastikli mavi bir şort verildi. Vücudumun şekli  bir zamanlar iyi idi. Beğenirdim, beğenenler de vardı ama son 20 yıldır kötü konumunu hep korumayı başardı. Yine de mavi şort sonrası ben ben olmaktan çıkmıştım. Mavi şortlu yaratık tadında ve çaresizliğinde odacığımda kalakalmıştım. Mavi şort bir çok şeyi rahatlaştırmıştı. Pantolonun yarattığı doğal koruma şekli şemali olmayan zavallı bir şortla son bulmuş ve ben adeta çatalı ile yedi düvele nam salmış muslukçu kıvamına gelmiştim. Bu savaşta yenilmiş, çatalımın görünmesini engelleyememiştim. Gelen gördü, giden gördü. Odacığım doldu taştı, görmeyen kalmadı.

Odacıklar perdelerle ayrılmış olunca doğal olarak her bir odacıktaki konuşma diğer odacıkta konuşuluyor gibi duyulabiliyordu. Size peşinen tek diyebileceğim 15 seans gittim ve tek bir seansta bile sıkılmadım. Böylesi istemeden de olsa kaçak duyumlar elde ettiğimden her duyduğumu yazmayacağım ama ben de yer etmiş bazı konulara da değinmeden de geçemeyeceğim. Bölüm toplam da 3 fizyoterapistten, 1 masözden (hoş ben sanki bana ilk gün masaj yapan ile diğer günler yapanın farklı olduğunu hep düşündüm ama emin de olamadım hani) ve 2 yardımcı roldeki ablalardan oluşuyordu. Ve tabii bölüme renk katan bir de biz hastalar.

En renkli kişilik dalında bir numaralı ödül tabii bence meslekte 20 yılını çoktan devirmiş, bu işi para için değil ama insanlara yardımcı olmak adına yapan, Kemerburgaz’da oturan bir ablaydı. Motivasyon yöntemi kesinlikle çok farklı ve sıra dışıydı. Eski Doğu Alman antrenörlerini muhtemelen kendine örnek almıştı. Sertti. Ödün vermiyordu. AÇÇÇÇÇ, KAPAAAA, İTTTT, ÇEKKKK, TUT ORADA gibisinden kesin talimatlarla hastayı bir anda çepeçevre sarıyor ve hastanın ama ağrıyor, ama titriyor gibisinden boş ve bir o kadar anlamsız yakarışlarını yok kabul ediyordu. Hakaret dolu bir şikayet mektubunu Sevgiler diye bitirmek nasıl komik kaçarsa, bu ablanın da sert emir komutları sonrasında kullandığı Bitanem kelimesi de bir o kadar komik kaçıyordu. Bazen dozu kaçırıp bak sen aynı böyle yürüyorsun gibi taklitleriyle oldukça farkındalık yaratıyordu. Çok şükür benimle çalışmadı. Birbirimizi kesinlikle çok kırardık.

Diğer bir abla ise Bayan Canım’dı. Ben cümlelerin arasına onun kadar canım lafını sıkıştıranı görmedim. Kendisi nokta, virgül yerine canımı tercih ediyordu. Tercih onundu tabii. Bir de bir hasta bir abla vardı. Şivesi nereli olduğunu hemen belli eden cinsten. Bir seansta bana elektrik verildiği 20 dakika süresince yan odacıkta oğluyla beraber alacakları ayakkabıyı konuştular. Konuştular dediysem füzyon konuşmuyorlardı. Oğlundaki ayakkabının aynısından kendine de istiyordu ve konuşmalarından anladığım ayakkabının 2 farklı rengi vardı: yeşil ve mor. İnanın 20 dakika süresince sınırlı parametreli (aynı ayakkabı, 2 farklı renk ve ayakkabı ölçüsü) bu konuyu konuştular. Bir ara üzerimdeki akımları söküp, yan odacığa dalıp, ablam 37 numara mor renkli ayağındakinden istiyor diye bağıracaktım. İşin ilginci sonradan yeşil renkte olanı giydiğini öğrendim. Muhtemelen son anda karar değiştirmiştir.

Son bir kaç kelimede fizyoterapistim  için etmek isterim. Çok ama çok şanslıydım; benim fizyoterapistim süperdi. Daha yeni mezundu. Bu işteki tecrübesi bir yıl bile değildi. Olaya meslekte geçirdiği yıl bakımından yani nicelik olarak bakacak olursanız çömezin tekiydi. Ama işte o olayın nicelik değil nitelik olduğunu gösteren kişilerdendi. Hani farklı olup fark yaratanlar vardır ya benim fizyoterapistim diye söylemiyorum ama işte öyle kişilerdendi. Mesleğinin başındaydı ama ne sorsam mantıklı bir cevap alabiliyordum, işinin ehliydi. Oldukça titiz, takipçi, nazik ve bir o kadar da kendinden emindi. Kaslarımın kopacağına adeta emin olduğum zamanlarda bile zorla dese zorlamaya devam ediyordum. Biliyordum kopmazdı çünkü o kopmayacağını söylemişti bir kere. Cüce kaslarım sayesinde sırım gibi oldular. Beni bayağı bir terletti, canımı da acıttı ama gerekliydi. Sayesinde bir hayli düzeldim. Geçmez dediğim acılarım oldukça azaldılar. Mesleğinde çok başarılı olacağını biliyorum, dilerim olur da.

İşte böyle.  Bir kar savaşı yapalım dedik ve karşılığını mislisiyle gördük. Siz siz olun savaştan kaçın. Savaşın kazananı olmuyor.  Tek bir gerçeği de siz siz olun sakın ama sakın unutmayın: Her şeyin başı sağlık.


 Bol sağlıklı mutlu, huzurlu günler dileklerimle ...

4 Şubat 2014 Salı

Ödem dolu karanlık geceler 1

O gün aslında her şey ne de güzel başlamıştı. Uzun zamandır beklenen kar yağışı başlamış, etraf bir anda bembeyaz olmuştu. Dışarıda olanlar için pek olmasa da bizim için etraf bir anda romantikleşmişti. Çalıştığım firma rahat rahat evlerimize dönebilelim diye paydos saatini hatırı sayılır bir oranda geri çekmişti. Tüm bunlar bir yana Galatasaray bir önceki gün başladığı işi başarıyla tamamlamış ve Juventus gibi bir devi elimine edip bir üst tura adını yazdırmıştı. O gün aslında her şey o kadar güzeldi ki maçın tek golünü bile eve yetişip kendi televizyonumdan oğlum kucağımda seyretmiştim. Dedim ya o gün her şey o kadar güzeldi ki taçlandırılmalıydı. İşte bu nedenle iyi b.. yiyip, oğlumla eşime hadi aşağı inip kar topu savaşı yapalım dedim. Yaptık da. Çok da eğlendik. Oğlum ve karımın içten gülüşlerini seyretmek başlıca bir mutluluk kaynağı zaten. Eve çıktık. Ayakkabılarımı çıkardım. Paltomu çıkarırken bir şeyler şüphelenmeye başlamıştım ama hiç dokundurmadım. Odama girip üstümü değiştirirken bir şeylerin ters gitmeye başladığı anlamıştım. Anlamak da zor olmamıştı zira belim de büyük bir baskı, basınç ve sancı hissetmeye başlamıştım. Canım hem de bir anda ve hiç bir şey yapmamışken öyle bir ağrımaya ve beni hareketsiz bırakmaya başladı ki ilk hissettiğim şaşırma olmuştu. Yavaşça kendimi yatağa bıraktım. En başta bizzat ben, şahsım, kendim olarak olanlara bir anlam verememiştim, siz bir de evdekileri düşünün. İnansalar ve bana hakkettiğim üzere hizmet etmeye başlasalar bir türlü, inanmayıp hadi canım sen de deseler bir türlü. Çok şükür ki doğru olan oldu ve ben yatmaya başladım. Yapılan servisin kalitesine rağmen güzel başlayan ve güzel devam eden gün bulutlanmıştı artık.

Geçtiği onca filtre sebebiyle oldukça hijyen olmasına rağmen, toplum tarafından hak ettiği saygıyı yeterince görmeyen ve dahi işe bile yaramayan içinizdeki sıvı atıklarını siz hiç pet şişesine tahliye ettiniz mi? Bu dönemde hayat bunu da tecrübe etmemi istedi ve ben de ettim efendim. Bırakın banyoya gitmeyi yatakta sağdan sola dönemiyordum bile. Güç bela nefes nefese kalarak ve büyük acılarla doğrulup yine güç bela pet şişeye tahliye işlemini gerçekleştiriyordum. Gerek bu işlem ve gerekse eşimin çoraplarımı giydirmesi ve dahi çıkarması evdeki karizmamın tükendiği an olarak kişisel kayıtlarıma geçmiştir. Ama siz siz olun yine de bu iki işlemin başınıza gelebilecek en kötü olay olduğunu düşünmeyin. Başınıza gelebilecek daha da kötü şey, içinizdeki sıvının pet şişenin alabileceği hacimden çok daha fazla birikmiş olması. Çektiğim acıdan ve olayın zaten yeterince sevimsiz olmasından sebep ben tahliye işlemini tutabildiğim kadar tutuyordum her seferinde. Doğal olarak bazı zamanlarda ufak bir pet şişesi tüm tahliye için yeterli olamıyordu. Böylesi berbat anlarda zorunlu olarak tahliye işlemini sonlandırıp bu seferlik bu kadar yeter mantığı içerisinde ve yine ağrılar eşliğinde yatağımdaki yerimi alıyordum.

Belimin ağrısı iştahımı kesemedi ve ben yapmamam gereken bir şeyi yaptım: Yemeğe devam ettim. Malumunuzdur, her tahliye sıvı olmuyor. Zamanı geldiğinde işe yaramaz atıkları da vücuttan atmak gerekmekte. İşte kabus böylesi anlardaydı. Yataktan kalkmak başlı başına bir ızdırapken, banyoya kadar yürümek tam bir işkence oluyordu. Üstelik tüm bu acıları yaşarken oğlunuz hiçbir şeyi anlamasın ya da en az şekilde etkilensin diye hem kan kusup kızılcık şerbeti içtim tadında rol kesmeniz ve hem de birbirinden yaratıcı oyunlar bulmanız gerekmekteydi çünkü ben bırakın dik olarak yürümeyi dik olarak ayakta duramıyordum bile. Çocuk dostu tatil köylerine gidenleriniz bilirler, çocuk kulüpleri akşamları çocuklar için eğlenceler düzenlerler. Her eğlencenin olmazsa olmazı ise köprü ve altından geçen trendir. Siz ve diğer anne babalar el ele verip köprü oluşturursunuz ve müzik eşliğinde dans etmeye başlarsınız. Birbirinden yakışıklı ve güzel vagonlar da tren olup köprünüzün altından geçerler. Katı atım projesinde de biz bunu gerçekleştirdik. Suratımda büyük bir mutluluk ifadesiyle iki büklüm olmamı minimum gösterecek şekilde eşimin ardına takılan bir vagon olup söz konusu çocuk şarkısını mırıldanarak banyonun yolunu tuttum(k) her defasında. En büyük korkum ise oğlumun hoşuna gidip de bize katılabilecek olmasıydı ki yeterince ilgisini çekmeyi çok şükür başaramadık. Bir başka pembe yalanım ise oğluma sürekli olarak dinleniyorum dememdi. Ne yorulduysam artık bir türlü tam olarak dinlenemedim.

Çarşamba yatışım sonrasında Perşembe biraz hava şartlarından biraz da yatayım nasılsa geçer vurdumduymazlığından evde kaldım. Cuma günü sabahı değişen ve geçen hiç bir şeyin olmaması sonucundaki karamsarlık ve dehşetimden hastanenin yolunu tuttuk. Hastane girişindeki tekerlekli sandalyeye oturmam mecburiyeti durumun vahametini gösterir nitelikteydi. Acil kısmından bu şekilde girişim doğal olarak tüm dikkatleri üzerime topladı. Kısa bir ilk kontrol sonrası konu ile ilgili bir Prof.’a gönderildim. Oysaki ben bir iğne yapıp beni düzeltirler sanıyordum. Oysaki çilem daha bitmemişti. Yaşarken tabuta girmek gibi gördüğüm MR beni bekliyordu. Sanırım ben de klostrofobi var. Hem sancım vardı ve hem de oradayken oldukça gerildim. İlk MR’ım değildi ama en çok bu kadar gerildiğim MR’ımdı. MR neticesinde disk kaymasına bağlı bel fıtığı teşhisi kondu. Bildiğiniz fıtık işte. Hani bazı hastalıklar alengirli, fiyakalı olurlar, bu bildiğiniz fıtıktı işte. Sonrasında bana bir serum bağladılar. İçine artık ne koydularsa kalp atışımı dinlemeye aldılar. Zaman zaman oldukça hızlandı kalp atışım. Meğer koydukları ilaç narkozda da kullanılan oldukça ağır bir ağrı kesiciymiş, hani fillere yapılanlardan. İster inanın ister inanmayın serum bitti ağrım bitmedi. O kadar ödem yapmış vücut. Gören de bir şey kaldırdım çok zorladım sanır. Bildiğiniz aşağı eğilip kar topu savaşı için kar almaktı suçum.

Sonrasında evime ve yatağıma geri döndüm. Tüm hafta sonu yine yataktaydım. Zaten ne gücüm vardı yataktan çıkacak ne isteğim. Moral de gitmişti, neşem de mutluluğumda. Hasta olmak zor zanaat. İnsan asla iyileşemeyecek gibi geliyor bazen. Her şeyin başı sağlık diyor başka da bir şey demez oluyorsunuz bir kaç gün sonra unutacağınızı bilmenize rağmen. Keşke unutmasak, keşke tek gerçeğin bu olduğunu hep hatırlayabilsek.

Pazartesi işe başlarım diyordum ama ben yine kendimi Pazartesi sabahı ofis yerine hastanede buldum. Değişen bir şey yoktu. İki büklümdüm, acılar içerisindeydim. Prof. vah vah demek geçmemiş dedikten sonra beni Ağrı bölümüne gönderdi. Bölüm zaten adından belli, ağrıyı kendine arkadaş edinmiş kişilerden oluşuyordu. Her yer sıkıntısı yüzüne yansımış kişilerle doluydu. Ben de tekerlekli sandalye üzerinde onlardan biriydim işte. Tek farkım ben neredeyse ağlayacak bir ruh haliyle aralarına katılmıştım. İlgilenecek doktor henüz gelmemişti. Öğrendiğimiz kadarıyla trafikte mahsur kalmıştı. Tüm randevular birbirine girmiş, acı çeken bir çok insan ve onların yanında yer alan eş, dost, ve akrabaları sıralarını kaptırmamak için aportta beklemekteydi. Biz o kadar sefil ve bir o kadar da zavallıydık ki bırakın sıramızı kaptırmayı bizden önceki adam yerini bile bize önermişti. İçimdeki şövalyelikten olsa kabul etmedim. Sıra bize geldiğinde olayları kısaca anlattık. MR’ımıza bakan doktor, abim benim, sen hiç dert etme tadında ve umursamazlığında, eğer yemek yememişseniz, önce sizi uyuturuz, sonra omurilikten iğne ile girer ödemi yok ederiz. Üstüne bir de size özel ozon tedavisi yaparız. Nasıl ama? demez mi. İnanın dedi. Bu kadar soğukkanlılıkla bu zalimce yaklaşımı bana öneri olarak sundu. Bu kadarıyla korkutmuş olması yetmiyormuş gibi bir de kafatasına girmiş koca, koskoca bir iğne röntgen resmini bana gösterdi. O noktadan sonra adamo tam duymuyor, çevremde olanları tam duyumsayamıyordum. Adam konuşmaya devam ediyordu. ... “riskleri tabii ki de var, bunları söylemek zorundayım ama bunca senedir başarıyla...” Uzaklardan hem de çok uzaklardan doktoru duyuyordum sanki. Kafa sallıyordum ama işte öylesine. Ya eli kayarsa, titrerse, ya hapşırırsa, ya da öksürürüse, o iğne nereye doğru yol alırdı. Diğer yandan sancım dayanılmaz boyutlardaydı. Bir ara nasıl oldu bilmiyorum, titrer bir ses tonuyla tamam hemen bugün yapalım şu işi zaten yemek de yemedim dedim. Eşim şaşkınlık dolu bir ifadeyle bana bakakalmıştı. Belki de hayatında beni ilk defa bu kadar cesaretli görüyordu. Doktor tamam öyleyse hemen sigortadan onayları alalım dedi. Eşim beni kafetaryaya doğru itmeye başladı. Yerleştikten sonra farkında mısın suratın bembeyaz dedi. Tüm kanım bilmediğim bir yere çekilmişti ve geri dönecek gibi görünmüyordu. Neden dedi? Neden istedin, hem de bugüne? Bir araştırsaydık ... Sonra babamı arayıp gelişmeleri anlattım. Benzer cümleler ondan da geldi. Neden dedi? Neden istedin, hem de bugüne? Bir araştırsaydık ... Bir günde bu kadar kısa süreyle aynı cümleleri duymak bana fazla gelmişti. İnsanların cesaretlerinin bir anda geldiği anlar olduğu gibi bir anda yok olduğu anlarda vardır. Ne ilginç benim bu gelgit aynı günde başıma gelmişti. Hemen bir şeyler yemeliyim diye düşündüm. Öyle ya iğne girişini ancak yemek girişi ile engelleyebilirdim. Bu parlak fikrimi eşime açtım: “Şimdi bol sucuklu bir yumurta yerim sonra da doktora gidip bol sucuklu yumurta yemekten sayılır mı diye sorarım, ne dersin?”. Cevabı alıştığım tarz bir laf sokmaktı. Ooo hoşgeldin yine aramıza bay cesaret. Ben de şaşırmıştım bu kahraman gözüpek tavrına. Kırıcı oluyorsun diye sitem edip, esip gürleyecektim ama onun yerine onu açıklama yapması için doktora gönderdim. Gelişi ile de hastaneden belimde yine sancılarla güzelce uzaklaştık. Eve kurt gibi acıkmış bir şekilde girdik. Tahmin edin ben ne yedim? Evet tabii ki de bol sucuklu bir yumurta.

Anlatacak daha yığınla şey var. Başlarken tek yazı ile tamamlayabilirim diye düşünüyordum ama olmadı işte. Ağrılı ilk iş günlerim ve Fizik Tedavi anılarım mutlak surette yazılmalı diye düşünüyorum. Bu nedenle aranızdan şimdilik ayrılıyorum.


Sizlere ödemden uzak, sağlıklı ve mutlu bir ömür dilerim ...