Bu Blogda Ara

31 Mayıs 2011 Salı

Hayallerim, hobilerim ve ben - 1 Şimdi bana kaybolan hayallerimi verseler ...

Bu yazı bir özeleştiridir. Kişisel bir sorgulamadır. Hani ben bu sayfanın hem yaratıcısı ve hem de takip edeni olacaktım ya işte o yönde yazılmış bir yazıdır. Objektif değildir, hatta tamamen subjektiftir ve üstüne üstlük hafif depresif bir modda yazışmış bir yazıdır.


Az önce Steel Heart’tan She’s gone’ı dinledim. Yıllardır dinlemiyordum. Saçlarımı uzatıp, siyah t-shirt’ler giydiğim ve bol miktarda bira içtiğim dönemlerden kalma bir parça idi. Madem o dönemlere girdim devam edeyim dedim ve şimdi Deep Purple’dan Child in Time’ı dinliyorum. Bu şarkıyı çok severim. Bir kaç kez daha dinlemeyi düşünüyorum. Yıllar önce bir Milliyet Şarkı Yarışması’nda bu parça ile birinci olmuştu bizim lise. Hemen sonrasında da Kabataş Erkek Lisesi ile kavgaya tutuşmuştuk. Kavga tabii ki güzel değildi ama o yıllar gerçekten de çok güzeldi. Şimdi ne kadar da uzakta geliyor bana. Sahi her bir anını bu kadar net, bu kadar dünmüş gibi hatırlayıp ama bu kadar uzakta olmasını bilmek dahası bunu hissetmek başlı başına bir ikilem değil mi?
Diyeceğim o ki, yazı depresif öğeler taşımaya müsait bir ortamda yazılıyor. Bu nedenle gününüzü karartmayın, canınızı sıkmayın, isterseniz hemen okumayı bırakın. Dışarıda güzel , aydınlık, güneşli bir gün var. Tadını çıkarın. Ben sizin sonuna kadar okuduğunuzu ve aferin bak çok güzel yazmış dediğinizi düşüneceğim. Bu nedenle gönül rahatlığı içerisinde sağ üst köşedeki çarpıya basabilirsiniz. Alınmak gücenmek benim adıma olmayacak.
Aslında nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Bu sıralar hayatımda canımı sıkan ve yüzleşmekten korktuğum bazı noktalar var ve bunun bu şekilde içimde devam etmesini istemiyorum. Bir şekilde yüzleşmek ve gerekirse savaşmak istiyorum. Kim galip gelir ise de onun dediği olsun icabında. Nasıl başlayacağımı bilmemekle beraber nasıl devam edeceğimi ve nasıl sonuçlandıracağımı da bilemiyorum. Aslında tek istediğim bir şekilde başlamak, sonrasının çorap söküğü gibi gideceğini yalnızca umabiliyorum. Belki tek bir yazı olur belki ise yine bir seriye giderim, kim bilir.

Köprüden önceki son çıkış. Bence devam etmeyin, bırakın okumayı, ben çünkü yazmaya devam edeceğim. Eğer okumaya devam ediyorsanız  beklenti düzeyinizi lütfen düşük tutun çünkü ilk defa sonunda nereye varacağımı düşünmeden yazıyorum.

Geriye dönük baktığım zaman, hatırladığım kadarıyla ilk hayalimi, ilkokulun beşinci sınıfında iken kurmuştum. İlk dört seneyi aynı şubede okuduktan sonra, son sene başka bir şubeye transfer olmuştum. Dört sene boyunca beni okutan öğretmenimin mezun olmamıza bir sene kala tayini Antep’e çıkmıştı. Transfer olduğum şubenin öğretmeni ise özellikle test olaylarında çok iyiydi. Zaten öğretmenim de gittiğinden ailem müdür ile görüşüp transferimi hemencecik ayarlamışlardı. 
Sıra arkadaşım yuvadan tanıdığım bir çocuktu, bu nedenle yeni gittiğim sınıfta hiç yalnızlık çekmedim. İlk aşık olduğum seneydi. Görür görmez elim ayağım karışmıştı birbirine. Sıra arkadaşım sürekli yanımda gözler kalbin aynasıdır şarkısını söyleyip söyleyip duruyor, benimle dalga geçiyordu. O şarkı bugün artık pek söylenmez oldu. Ender de olsa duyduğum zaman o eski, saf ve çocuksu günleri mutlulukla hatırlıyorum.
5.sınıf aynı zamanda ilk hayalimi kurduğum seneydi. Belki ilk hayalimi çok daha öncesinden kurmuşumdur ama en azından benim gerilere yönelik olarak hatırlayabildiğim ilk hayal o yıla aitti. Neydi  tam olarak onu bile hatırlamıyorum ama aşık olduğum kız ile ilgili olduğu kesindi. Muhtemelen ya yakalamaç oyununda, onunla aynı takımda olmak ve onu kurtarıp kahramanı olmaktı ya da kimsenin yapamadığı soruları yapıp onun beğenisini kazanmaktı. Yakalamaç  oyununda ben tam bir yıldızdım. Oldukça hızlıydım ve çok ani yön değiştirebilirdim. Kısacası yakalanmaz armadaydım. Soru çözmekte de oldukça ustaydım. Yani aslında boş hayaller kurmamıştım. Olması yüksek ihtimalli olayları kafamda önceden yaşamıştım o kadar.
Ben hiçbir zaman mesela uçma hayali de kurmamışımdır. Ne süpermen olmayı hayal ettim ne de ışın kılıcı kullanmayı. Ama okul takımının yıldızı olarak el üstünde çok taşınmışımdır. Kurduğum tüm hayallerim olması mümkün olan olaylardı. Kimisi oldu kimisi hala olmayı bekliyor.
Hayal dünyasına girdiğim o seneden sonra ne hayaller beni bıraktı ne de ben hayallerimi. Yatmadan önce uyumam sırf bu nedenle uzun dakikalarımı alırdı. Ama değerdi sonrasında ne rüyalar görürdüm. Her ruh halime, her duygusal anıma başka bir hayalim vardı.
Hayaller ile tercih edilen hobilerin birbirleriyle hep alakalı olduğuna inanmışımdır. Hayallerim için hobilerim oldu ve hobilerimdeki durumun yeni hayallerimi yarattı durdu senelerce. Neler neler yapmadım ki. Yüzme ile başladı, sonrasında su topu ve kürek. Derken Galatasaray minik, küçük ve yıldız takımında oynayacak kadar basketbol. Galatasaray’ın her branşında faaliyet gösterip durdum. Başarılı da oldum ama sonunu bir şekilde hiç getiremedim.  Getiremedim çünkü hayallerim değişti ve buna bağlı olarak da hobilerim. Maymun iştahlı olduğumdan değil ama değişen hayallerdi beni bu şekilde hobilerimi değiştirmeye iten.
Sonra bir şeyler oldu. Ne zaman ve nasıl oldu ve daha da önemlisi ne oldu bilemiyorum ama bir şeyler oldu ve ben hayallerimden ve hobilerimden vazgeçmeye başladım. Yavaş yavaş uzaklaşmaya ve sonrasında da tamamen kopmaya başladım. Beni neden bıraktılar, ben onlara ne yapmıştım bir türlü anlayamadım ama hayatımdan bir anda çıkıp gittiler ve ben sonrasında kendimle bir daha hiç barışamadım. Boş vermiş gibi davrandım durdum, önemsemedim, ilgilenmedim dahası düşünmemeye çalıştım ama olmadı. Yavaş yavaş her şey değerini yitirmeye başladı çünkü en başta benim kendime atfettiğim değer azalmaya başladı.

Sonra ne mi oldu?

Bir sonraki yazıda devam edeceğim.

İnsanın kendiyle yüzleşmesi kolay değil, ufak bir mola rica ediyorum.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Sonsuzluğun küçük parçaları - İsim, Şehir, Hayvan

Ben oldum olası kitapları çok sevmişimdir. Yalnızca okumasını değil bizzat kendilerini de. Mümkün olduğunca ödünç kitap almak ve okumak yerine satın almam ve sonrasında okuduğum (ve alıp henüz okumadığım) kitapları yanımda tutmam bundan olsa gerek. Onların varlıkları beni mutlu eder. Evimizdeki değişiklikler 1 - Her şey oğlum için yazımda da belirtmiş olduğum gibi kitaplarımı ve onlara olan düşkünlük ve hassasiyetimi oğluma göstereceğim belki de en önemli hayat dersi olarak görüyorum. Kitaplarımdan kaç tanesini kendine ayırır, ayırdıklarının kaç tanesini okur bilemiyorum ama ben kendime göre ona oldukça güzel bir arşiv bırakacağımı düşünüyorum.
Bu yönden kendimi hep çok şanslı görmüşümdür. Çok küçük yaşlardan bu yana kitap okumayı hep çok sevmiş ve mümkün olduğu kadar da çok okumaya gayret etmişimdir. Bazen bu sayede filozoflarla sohbet etmiş, bazen peygamberlerle ve hatta Tanrılarla konuşmuş, bazen ülkeleri gezmiş, bazen savaşlar öncesinde kralların neler hissettiklerini öğrenmiş, bazen de insanların düşünsel dünyalarında yolculuklar yapmışımdır. Kimisinden az keyif almışımdır, kimisinden çok keyif almışımdır. Evet okuduğum kitaplarla yeni hayatlar kur(a)madım kendime, ya da yalnızca okuduğum için toplumsal bir hareketin parçası da olmadım. Ama çoğunda birçok soruma cevaplar bulabildim. Onlar benim basit yol göstericilerim, sessiz öğretmenlerim oldular.
Günümüzün hızlı ve bilgiye çok kolay ve ucuz erişilebilir dünyasında bile kitaplar, en azından benim için, yerlerini ne bilgisayara ne de televizyona kaptırmamışlardır. Onlar aslında kanımda yok edilme korkusu olmadan, lay lay lom dolaşan bir  virüs ya da bakteri gibiler. Oğlumun bugün oyuncaktan daha çok kendine ait kitapları var. Resimlerine bakmayı, onları boyamayı, ya da üzerlerine bastığında sesler çıkarmalarını seviyor.  Bir kere o selüloz yığınının tadını alması çok önemli. Bir kere aldı mı kolay bırakılamayacak bir keyiftir kitap.
Muhteşem Cin Ali serisini bir kenara bırakacak olursak ilk okuduğum kitaplardan Afacan Beşler ve Gizli Yediler’i hala hatırlarım. İkisinin de yazarı İngiliz çocuk kitapları yazarı Enid Mary Blyton’dur. İlkokulun ilk yıllarının yaz döneminde okuduğumu bile hatırlıyorum. Büyük keyif ve merakla okumuştum her iki kitabı da.  Aynı yazarın diğer bir ünlü kitabı olan Yaramaz Kızlar’ı  ise kendimle bağdaştıramadığımdan almamıştım bile. Belki de okuduklarımdan, kendi hayatımdan bölümler bulamayacağımı düşünmüştüm. İnsanoğlu aslında –tabii bence – farkında olsunlar ama olmasınlar oldukça bencil yaratıklar ve aslında okumak istedikleri yalnızca kendi hayatları.
Hepsi birer ayrı ayrı hikaye olan kitaplardaki asıl hikaye, kitabı o anda nerede ve hangi şartlarda okunursa okunsun, okuyan insanın hikayesidir. Kitap yalnızca bir araçtır. Zihninizin sizin bile unuttuğunuz en ücra köşelerine yaptığınız yolculuklardır kitap okumak. Okunan ne kadar keyifli olur ise olsun, en azından büyük bir bölümü bir, bilemedin bir kaç hafta içerisinde unutulacaktır. Önemli olan zaten okunan satırlar, ezberlenen cümleler değildir. Bunlar geride kalması gereken tortular, atılması gerekli olan safralardır ancak. Kitap okuma da önemli olan beyninizin, zihninizin bu sayede tetiklenmesi ve bu tetiklenme sonucu olarak üretilen düşünceler, fikirler ve hayallerdir. İşin ilginç, rahatlatıcı, ve muhteşem olan noktası ise yaratılan tüm düşünce, hayal ve fikirlerin okunan satırlardan bağımsız olabilmesidir. Kitap her bir okuyan ayrı bir hikayedir aslında. Kitap kişiselliktir. Kitap kendi iç dünyana yaptığın yolculuğun altın anahtarıdır. Kimsenin bilmediği sığınağındır. İnsanlardan, olaylardan, dertlerden veya seni rahatsız eden ne ise ondan bir kaçıştır.
Üstelik birleştirici bir tarafı da vardır. Kişisel olduğu kadar aynı zamanda insanlığın da hafızasıdır kitaplar. Paylaşmaktır. Hissedilenin, yaşanmışlıkların, mutluluk ve zorlulukların başkalarına şartsız olarak bildirimleridir.
Stefan Zweig kitapları, günlük yaşamın altında ezilen ruhunu çekip kurtaran Tanrı mıknatısları olarak tanımlar. Ona göre kitaplar insan ruhunun karanlığını aydınlatan araçlardır. Sonsuzluğun bu küçük parçaları olan kitaplar, yan yana ve suskun, evimizin duvarına sıralanmış öyle dururlar. Fakat bir el ne zaman onları çekip alsa, yürek bize dokunsa, mekânları kırıp parçalar, çılgınca ileri atılan bir araba gibi bizleri sonsuzlara taşırlar. Tanımdaki, anlatımdaki şiirsellik gerçekten de büyüleyici.
Sunay Akın’ı çok severim. Tanısa eminim o da beni çok severdi. Aslında birgün bir yazımı yalnızca ona ayırmak çok isterim. Usta olmak kolay değil bakın benim neredeyse bir sayfa tutan yazdıklarımı o bir paragraf ile nasıl da güzel özetlemiş: “Zeynep Değirmencioğlu'nun Türk filmlerinde oynadığı Ayşecik'i eğitmek için, piyano hocaları tutulurdu ona yemek yemeyi öğretirlerdi, bir de dik durabilsin diye başına kitap koyup yürütürlerdi. Ben o zamandan sonra anladım ki, kitap insana hayatta doğru yürümesini öğretir”.
Italo Calvino kitapları okuduğun kitaplar ve okumadığın kitaplar (okumana gerek olmayan kitaplar) olarak iki bölüme ayırır. Bu kadar satır kitaplar hakkında bu methiyeleri yazmamın tek nedeni yalnızca onları çok sevdiğimi sizlere anlatmak değildi.
Bazı kitapların yalnızca tadına bakılmalı, bazıları hap gibi yutulmalı, bazıları ise ağır ağır, sindirilerek okunmalıdır. Bir kitap okuyorum ve büyük ama büyük keyif alıyorum. Her satırında kendimi buluyorum. Her cümlesinde pişmanlıklarımı görüyorum. Her kelimesine imzamı atabiliyorum. Bazen yalnızca tadına bakıyorum, bazen de hap gibi yutmaya çalışıyorum. Biliyorum bitirsem de tekrar tekrar alıp okumaya devam edeceğim ta ki yeterince sindirene kadar.
Yılmaz Özdil’in İsim, Şehir, Hayvan adlı kitabını herkese tavsiye ederim.
Kitapta hayranlık uyandıran o kadar çok nüve var ki hangisini öne çıkarmam gerekiyor onu bile bulabilmiş değilim. Ama yine de bana göre çok çarpıcı olan 3 noktayı sizlerle paylaşmak isterim.
Öncelikle konulara, olaylara farklı gözle, farklı açılardan bakabilmesinde ki başarı. Ortada, herkesin görebildiği bir olaya bu kadar farklı bir yaklaşımda bulunması, yaratıcılığının da ne kadar da üstün olduğunun en büyük göstergesi. Ceviz Ağacı’na bakarsınız tek bir ceviz dahi görmeyebilirsiniz. Sonra bir adım sağa, ya da bir adım sola kayarsınız ki tüm cevizler ortaya çıkar. Önemli olan bulunduğunuz, baktığınız yerdir. Seth Godin gibi Yılmaz Özdil hep doğru yerde ve hep doğru açıdan bakabilmekte. Keşke Fenerli’de olmasaydı.
Bir diğer özelliği faklı açıdan baktığı konuları o kadar yalın, o kadar sade, o kadar kolay anlaşılabilir satırlar yazıyor ki basitliğin neden bu kadar zor ama aynı zamanda bu kadar muhteşem olduğunu kanıtlıyor her bir yazısında.
Son, ancak bir o kadar da önemli nokta da cesareti. İçinde bulunduğumuz konjonktürde, bu kadar içinden geldiği gibi, bu kadar müdanasız, yalnızca hissettiklerini, yalnızca fikirlerini, yalnızca düşüncelerini yazabiliyor olması, bende büyük bir hayranlık uyandırıyor. Korkusuzca ve büyük bir cesaretle adeta meydan okurcasına yazabiliyor olması ve bunu kapalı küçük bir zümreye değil de milyonlara yapabiliyor olması yalnızca hayranlık duymama değil aynı zamanda kendimi sorgulamamı da sağlıyor. Günümüzün artık her türlü menfaatin hiçbir çekinme olmadan, adeta kör gözüne parmak sokulacak bir tarzda sunuluyor olmasına tüm dürüst insanlar adına bayrak açıyor olması onu ve yazdıklarını çok daha da önemli ve ayrı kılıyor.
Tek kitaplı insanlardan korkmak gerekir ama mutlulukla ifade etmeliyim ki Yılmaz Özdil’in bu yönde attığı tek bir geri adım bile yok.
Fransız düşünce hayatının büyük yazar ve filozoflarından Voltaire, yabani uluslar dışındaki her ülke kitaplar tarafından yönetilir demiş bundan yüzyıllar önce. Sonrasında da zaten Fransız Devrimi gelmiş. Umarım ve dilerim ki bu düşünsel evrim bizim toplum için de bir gün gerçekleşir.
Biliyorum bugün çok alıntı yaptım ama son bir alıntı ile yazımı bitirmek istiyorum. İngiliz filozof ve sosyolog olan Herbert Spencer, bir insanın değerinin okuduğu kitaplarla ölçülebileceğini söylemiş.
Yılmaz Özdil’in İsim, Şehir, Hayvan adlı kitabını okuyun. Kendinizi değerli hem de çok değerli hissedeceksiniz.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Bir saç kesiminin gurur dolu hikayesi ... Mahalle berberi

Ben oldum olası hem kadınlarda ve hem de erkeklerde uzun saçı çok sevmişimdir. Bu huyumu çok iyi bilen eşim ise fırsat buldukça saçlarını kestirir. Hatta fırsatı olmasa da bir şekilde zaman yaratır ve gider kestirir. O saçlar biraz uzamaya görsünler, eşim şartlanmış gibi hemen kuaförünün yolunu tutar. Sonra da nasıl olmuş diye sorar üstelik. Gerçek fikrimi mi öğrenmek ister yoksa yalan konuşmaya devam etmemi mi arzu eder anlamış değilim. Sanırım bu tür bir inatlaşma ile ona olan sevgimi test ediyor. Onu bugüne kadar anlamayı bir kerecik olsun başaramadığımdan tabii ki benimkisi yalnızca kişisel bir düşünce olarak kalmakta. Aslında kim bilir neler düşünüyordur saçlarını acımadan her kestirmeye gidişinde.

Üniversitenin 2.sınıfından bitirme tezimi sunacağım günün bir önceki gününe kadar saçlarımı uzattığım altın yıllarım benim de oldu. Hani neredeyse omuzlarıma kadar ulaşmayı başaran saç tellerimin zafer çığlıkları bugün hala kulaklarımdadır. Sevgi, özlem, hasret ve mutlulukla yad ederim o güzel günleri. Bitirme jürimdeki hocalardan bir tanesi muhafazakar kesimdendi ve benim de hemen okulu bitirip üniversitede araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlamam gerekiyordu. Biraz korkakça davranıp saçlarımı bir önceki gün kestirdim. Biraz daha uzatabilir, o keyfi biraz daha yaşayabilirdim ama cesaretli davranamadım işte. Pişmanlık için bile çok geç olduğundan bu konudaki duygularıma çok girmeyeceğim. Saçlarımın kesilmesinde farkında olmadan başrolü oynayan hocam ise bitirme sınavıma bile gelmedi. Yani anlayacağınız adamın yarattığı korku bile yetmişti bana. Kim bilir gelse neler olacaktı. Ama diğer taraftan saçlarım bu dönemde çok zayıfladılar. Belki de kestirtmemiş olsaydım, bugün taranacak bir saçım bile olmayacaktı diye kedi ve uzanamadığı ciğer tadında çıkarımlara devam eder dururum.

Oğlumun saçları tahmin edebileceğiniz üzere uzun. İlk 18 ay boyunca bana saygılarından olsa gerek hiç kimse yanımda kestirme lafını bile kullanmadı. Buna karşılık sürekli yüzüne  gelen ve rahatsızlık yaratan saçları beni üzüyordu. Bir yandan onun rahatsız olmasına engel olmamanın tarifsiz sıkıntısını yaşarken ve dahası rahatsızlığının giderilmesindeki başlıca engel olarak ayakta dimdik dururken bir yandan da ona çok ama çok yakışan saçlarının koruyucusu olmanın benzersiz keyfini sürüyordum. İkilemin güzelliğine paradoksun bu kadarına bakar mısınız?

Sonunda mücadeleci şövalye tarafım, yumuşak aile babası tarafıma boyun eğdi ve bakıcı ablanın yüzüne gelen bölümleri hiç olmazsa biraz ben düzelteyim saçmalıklarına boş bulunup kandım ve izin verdim. Kandırılmıştım. Bir babanın asla boş bulunmaması gerektiğini de bu şekilde öğrenmiş oldum. Kesim sonrası oğlumu ilk gördüğümde ilk ve tek düşündüğüm bakıcı ablayı kovmaktı.  Yaşaran gözlerimi gizlemeye çalışaraktan uzun uzun sarıldım oğluma. Bakıcı abla hala bizlerle tabii ki. Her düşündüğümü yapamıyor olma durumu, benim evlendikten sonra kanıksadığım bir durumdur. Bu konuda üzülmeyi de bırakalı çok olduğundan şu an konu bile etmek yersiz olacaktır. Çok şükür ki benim sinirlerim çabuk geçer, çok da çabuk unuturum. Çabuk unutmak, unutabilmek, unutmak için çaba sarf edip başarabilmek çok önemli bir meziyettir. Biliyorum ki ruh sağlığımı bu şekilde, kendime sürekli unutabilirsin telkinlerinde bulunarak sürekli ve düzenli olarak koruyabiliyorum.

Bu kötü ve ip gibi dümdüz kesim sonrasında çok şükür ki zamanla saçları uzadı. O kadar uzadı ki oğluma yeniden rahatsızlık vermeye bile başladı. Bu sefer bir çocuk berberi (aslında berber tanımı bu ortamı anlatabilmek için çok basit, yetersiz ve eksik bir kelime olarak kalır)bulduk. Her bir çocuğun önünde TV olan, kendiliğinden piyanolu koltuklu ve TV’de çocuğun o an istediği DVDler oynatılan (listeden seçiliyor ve TV’de hemen Caillou başlıyor mesela)bir saç kesim merkezi. Aynalar bile Mickey Mouse aynaları. Her şey çocuklara göre düşünülmüş. Oğlum şaşkınlıktan ne yapıldığını bile anlamadı. Zaten anlayabileceği kadar da oturmadı açıkçası. Düşünün ki bir Caillou bölümünü yarılayamadık bile. Yapılan zaten 2 bilemedin 3 kere makas hareketi idi. Bunun ama suçu onlarda değildi. Biz yine dayanamamış ve yalnızca önlerini düzelttirmeye karar vermiştik. Ne kadar diye fiyatı sorunca bana gayet pişkin ve çok doğalmış gibi 40 YTL demez mi adam!! Ne yıkama var, ne sakal traşı, ne fön, ne perma, ne balyaj, ne maske, ne el bakımı ne de cilt bakımı. Hepi topu 2 kere ya da bilemedin 3 kere makasını açtı ve kapadı, hepsi bu.

Eşim ve oğlum orada olmasa sen çıldırdın mı be adam? Para bu kadar kolay mı kazanılıyor? Sen ne yaptın ki 40 YTL istiyorsun derdim  ama kötü örnek olmak istemediğimden sinirimi bir güzel yuttum. Dahası kredi kart bile kabul edilmiyordu. Ödedik ve çıktık. Oğlumun artık gözüne girmeyen saçları sinirimi zamanla unutturdu. Ama daha o zamandan ben söylenmeye başladım. Sürekli benim küçüklükten beri gittiğim mahalle berberini övmeye, orada oğlumu nasıl da el üzerlerinde tutacaklarından ve nasıl da ihtimam göstereceklerinden bahsedip durdum. Öyle ya benim saçlarımı kestirteceğim birgün oğlumu da götürür, onun saçlarını da düzelttirir ve ilave bir 40 YTL’den kurtulmuş olurdum.

Dinlenmedim. Yine konuşmalarım havada asılı kaldılar. Baktım konuşmalarım bir adım öteye geçmiyor ben de tabii ki tepki gösterdim ve sustum.

Bir sonraki sefer yine başka bir 40 YTL verdikten sonra tepkimi haklı olarak sonlandırdım ve tekrar mahalle berberimi övmeye başladım. Başarı için usanmamak ve süreklilik çok önemlidir. Hem iş dünyasının bu altın kuralını bildiğimden ve hem de bir şeyi 40 kere söylersen olur sözüne olan inancımdan bıkıp usanmadan konuştum durdum. İşin ilginci ben bile bir ara söylediklerime inandım. Hani duyanlar mahalle berberimin moss olduğunu zannederler. Konuştum, konuştum,konuştum ve tabii dinlenmedim,  dinlenmedim ve yine dinlenmedim.

Ben hep Allah’ın sevgili kulu olduğuma inanırım. Genelde benim istemediğim şeyler bir şekilde gerçekleşmez. Başka bir 40 YTL vermek için yine aynı yere gittiğimiz bir zaman bir de ne görelim? Çocuk berberi kapanmış, yerine bir erkek berberi açılmış.

Suratlar düştü (benim de düştü, düşmüş gibi olmalıydı ki sorun yaşamayalım), moraller bozuldu. Ne yapacağımızı bilemez durumda, şaşkın şaşkın ortada kaldık. Hemen komşu mağazalarda gidip araştırmalara başladık. Bulabilirdik, bulmalıydık, bulacaktık. Bir kaç kendini bilmez, sivri zekalı yardımsever kişilerden tarifler alındı. Hemen yola koyulup bulmaya çalıştık. Sonrasında internet üzerinden araştırmalara başladık ama nafile. Yok, yok, yok. Ben bir 40 YTL daha vermek istemediğimden malum yeri çok şükür bulamadık.

Yaklaşık 2 haftalık uğraşmalar sonrasında eşim de pes etti ve kendi kuaförüne götürme kararı aldı.

 Sonrasındaki gelişmeler ise gerçek olamayacak kadar şaşırtıcı ve hızlı gelişti. Filmi hızlı bir şekilde biraz ileri saracak olursak, biz bir anda kendimizi  - babam, eşim, ben ve oğlum – benim meşhur mahalle berberinde bulduk.

Oğlum ayna karşısında berberdeki en yakışıklı, en zeki ve en küçük adam olarak yerini almıştı. Suratına şaşkınlığından da ağır basan gurur ifadesi yerleşmişti.  Berberdeki herkes işini gücünü bırakmış ya bizi seyrediyor ya da bizzat bizimle ilgileniyordu. Kolay değil yılların berberi yeni bir müşteri kazanıyordu ve yaşı gereği uzun süreli bir ilişki olacak gibiydi. Nereden baksanız tarihi bir olaydı ve herkes bu ana tanıklık etmek için akın akın berbere akıyordu.

Oğlumun sünnetini daha o 2 günlük iken hastanede gerçekleştirmiştik. İleride o travma yaşamasın diye ben büyük bir travma yaşamıştım. Oğlumun bacaklarının bağlanmasına ve savunmasız ve bu kadar mini minnacıkken bu tecrübeyi yaşamasına sinirlerim isyan etmişti. Sünnet sonrası sinirlerim boşalmış ve herkesin içinde ağlamaya başlamıştım. Benzer şekilde ilk ciddi saç kesiminde yanında yer almış ve elini tutuyordum.
Erkek berberini bilenler bilirler öyle bayanlardaki gibi bir ortam yoktur. Maço ve sert bir ortam vardır. Limon kolonyası ağırlıklı olan kokudur. Konuşulan tek ve yegane konu ise spordur. Spor dediysem atletizm ya da eskrim değil tabii. Ne kortlardan haberler verirler insanlar birbirlerine ne de voleyboldan. Yalnızca ve yalnızca futbol veya çok büyük bir rekabet varsa (o da belki )basketbol. Tepelerde, görünen ama ellenemeyecek kadar yukarıda olan bölümlerde kalfa ve ustalık diplomaları gururla asılıdırlar. Güvenli ellerdesiniz demenin, belki de en pratik yolu. Büyük ve ipeksi (kesin ipek değildir ama kaygan olduğu kesin)bir örtüyü boğazlarınıza bağlarlar ve saçları alışıldık bir şekilde çoğu kere nasıl olsun diye bile sormadan kesmeye başlarlar. Model sormak mı? Mahalle berberinde mi? Onlar en iyi modeli senin için zaten bilirler, merak edilecek bir durum yoktur.

Oğlum işte böylesi bir ortamda ses bile çıkarmadı. Bırakın sesi, zorluk bile  çıkarmadı. Cesur ve kendine güvenir bir ifadeyle etrafa gülücükler bile saçıyordu. Fizyolojik olarak bana benzemesinin dengesini bu şekilde etraftaki herkese gösteriyordu. O kadar rahat ve yerine alışık gibiydi ki hani görenler sanki yıllardır buraya geliyor bile diyebilirdi (buradaki yıllar ancak 2,5 yıl ile sınırlı olmak  durumundadır).Hatta berberin göremediği bazı fazlalıkları burada da bir şey var diyerek eliyle bile gösterdi. Berberimizde hemen tabii o yerleri kesiyormuş gibi yaptı. Hatta bazı yerleri kesti de.

Bir ara oğlumun başına berberin sahibi olan kıdemli berber de geldi. Çok komik bir manzaraydı. İki berber oğlumun saçlarını kesiyorlardı. El üstünde tutmak bu değildir de nedir? Senyör berber olanı, ben bu yaşta senin oğlun kadar uslu duran başka bir çocuk görmedim dedi. Sonra onu ne kadar iyi yetiştirdiğimiz gibi çok ama çok haklı ve yerinde övgülere başladı. Kaçınılmaz olan tabii ki oldu ve benim de neredeyse daha bu yaşlarda o berbere geldiğimden bahsedildi. Fenerli olması dışında çok iyi adamdır bizim berber. Para tabii ki alınmadı. Sonra benim saçlar kesildi. Belki benden de almazlar dedim ama aldılar.

Oğlumla bu ilk ciddi saç kesimi esnasında büyük gurur duydum. Onun babası olmanın tarifsiz mutluluk ve gururunu yaşadım. Yanındaydım. Umarım ki daha nice böylesi ilklerde yine yanında olacağım. Hayatı güzel ve yaşanabilir kılan nice böylesi gurur ve mutluluk anlarından daha nice güzel anıları hep beraber toplamaya devam edeceğiz.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Hafta sonu üzerine sohbetler-6 Pazar çılgınlığı

Pazar günü. Haftanın yedinci ve son günü. Huzur günü. Leziz, bol çeşitli, insanda izler bırakan uzun kahvaltıların yapıldığı, masa başında kahvaltı sonrasında kahve içerken gazetelerin okunduğu, stresin minimum olduğu kendimizi yenilediğimiz gün. 
Parklarda amaçsız yapılan yürüyüşler, erken ve keyifli yenen akşam yemekleri, ertesi gün için yapılan hazırlıklar, uzun ve keyifli banyolar, bacaklar uzatılarak izlenen yorucu olmayan hafif filmler. Dinlenmiş, yenilenmiş olarak yeni bir iş haftasına denen sakin ama huzur dolu bir merhaba. 
Şimdilerde ise yukarıdaki Pazar tanımları benim için Nannini Gianna ‘dan “I maschi” adlı şarkısını dinlemek kadar uzak ve bir kadar nostaljik. 
Erken yatmak eşime iyi gelmiş olsa gerek çünkü saatler henüz 06:10 iken gelen  Babaaaaa, uyku bitti” çağrısına ilk eşim karşılık verdi ve yataktan kalkmak için harekete geçti. Şaşkın ve ne yapacağını bilemez bir durumda kalmıştım. Ben de uyanıktım ve oğlumun çağrısına eşimden önce cevap verebilirdim ama bu tarihi olaya tanıklık etmek ve bu mucizeyi yaşamak çok daha sıra dışı geliyordu. Sonrasında ki dönemde yatakta kah mutluluktan ağladım, kah uyuyakaldım, kah daha ne kadar uyuyabilirim onu hesapladım.
Bir saat sonra salondan çağrılıyordum. “Hadi gel, seni çok özledik, sensiz sabahın hiç keyfi yok” tadında bir çağrıdan ziyade daha çok bir yardım çağrısı tadında idi. Şaşırmadım. Sakinliğimi korumalı ve salonda ne ile karşılaşırsam karşılaşayım metanetle kabullenmeliydim.
Hazırlıklı bile gitmiş olsam, gördüğüm manzara kabul sınırlarımın çok üzerinde idi. Çaresizce ve yenilgiyi çoktan kabul etmiş gözlerle oğlumun ellerini tutmaya çalışan eşim ilk gördüğümdü. Oğlumun elleri sapsarı idi. Çılgınca ve büyük hem de çok büyük keyif alarak ellerini her yere sürmeye ve sürdüğü her yeri sarı yapmaya çalışıyordu. Önündeki mama iskemlesinin her yeri sarı idi. Onlara yaklaşınca yerdeki halıda da sarı ve kırmızı boyaları gördüm (ne yalan söyleyeyim bu ikiliye kızamadım :-)
Oğlumun pijamaları birbirinden ilginç ve değişik sarı şekillerle dopdoluydu. Bu arada salonda ki zemin neredeyse görünmeyecek kadar oyuncaklarla kaplanmıştı. Tamam bizim ev hiçbir zaman son derece toplu olmamıştı. Toplarken bile kurtarılmış bölgeler zihniyetine göre hareket ederdik. Belli başlı göz önünde bulunan yerleri toplar diğer yerlerle zaman kaldıkça ilgilenirdik ki genelde istediğimiz bu zaman hiç kalmazdı. Haftalık temizlik için gelen kadının toparlamasıyla ancak ev kendine gelirdi. Gördüğüm manzara ile dağınıklık konusunda yeni bir rekora imza atmış oluyorduk. Böylesini  taşınma zamanları haricinde şimdiye kadar hiç görmemiştim.
Hazırlanmış ama daha yenilmeye başlanmamış kahvaltı,masanın üzerindeki tepsi de beklemekteydi.
Tüm bu sahne nasıl olur da bir saat içerisinde meydana gelebilirdi? Yalnızca bu bile başarı sayılabilirdi. Fazladan yattığım bir saat bana saatler olarak geri dönmüştü.
“Parmak boyalar” dedi şaşkın ve sinirleri bozulmuş bir halde. Oğlum hala gülüyordu. Bir süre çok iyi bir takım çalışması gerçekleştirdik ve kısa sürede durumu kontrol altına almayı başardık. Artık boya sorun olmaktan çıkmıştı ama etrafın dağınıklığı daha da artmıştı.
“Sen kahvaltısını ettirirsin değil mi?” diye sorduğu zaman ben de safhane bir şekilde herhalde etrafı toplayıp bize kahvaltı hazırlayacak diye düşünüyordum. “Tabii  canım” dememle “ben biraz yatıyorum çok yoruldum” dedi ve benim konu hakkındaki söyleyecek binlerce yorumumu dinlemeden yatağa doğru yöneldi. Sonrasındaki iki saat boyunca da sesi çıkmadı.
Çok profesyonel, bir o kadar kendinden emin ve bir hayli başarılıydım. Önce oğlumun kahvaltısını verdim, sonra etrafı toparladım. Bizim için kahvaltıyı hazırlarken artık yorulmuştum. Bir yandan da oğlumu oyalıyor ve onun tehlikeli bir şey yapmaması için göz kulak oluyordum. Arada bir ise işlerime ara verip ona kısa kısa kitap okuyor, sonra ilgisini başka bir yere çekip işlerime devam ediyordum.
Eşimi uyandırdığım zaman, oğlumun üzerini değiştirmiş, altını temizlemiş, etrafı toplamış, kahvaltıyı hazırlamış, yalnızca onun için demlediğim (ben her zaman kahveyi tercih etmek zorundayım ki uyanık kalabileyim) ıhlamur-tarçın-karanfil karışımlı çayını fincanında hazır hale bile getirmiştim.
Kahvaltı sonrasında kendimizi direk dur-geç’e attık. Bir süre sakin sakin ve amaçsızca dolaştıktan sonra adrenalin salgılamak istedik ve oğlumuzu bir oyuncak mağazasına götürdük. Ne keyifti. Çalışanların hali aynı benim evdeki halimdi. Kendimi sanki dışarıdan seyrediyordum. Oğlum dağıtıyor onlar topluyorlardı.
Bir süre sonra acıktık ve bir dur-geç klasiği olan Rossi pizza yemek için Mezzaluna’nın yolunun tuttuk. Yine nefesti yine enfesti.  Fırsat bu fırsat dedim ve pizza ile birlikte bir kadeh de olsa şarabımı da içtim. Üstelik eşim de bu kez bana eşlik etti.
Sonrasında kardeşim, eşi ve kızlarıyla buluştuk. Birer kahve içtik hep beraber. Sonrasında yine biraz rahatlamak için merkeze çocukların hepsinin bir arada bulunup azdığı yuvarlak alana gittik. Herkesin ayaklarıyla basıp yürüdüğü yerlerde oğlumuzun yerlerde yuvarlanmasını büyük keyif ve gururla izledim. Akşam kesinlikle yıkanmalıydı. Onu izleyen bir kaç çocuk da onun gibi yuvarlanıp durdular güle güle. Bir kaç tanesinin annesi bize içlerinden eminim küfürler ederek bizimkini örnek alıp yuvarlanan çocuklarını alıp uzaklaştılarsa genel çoğunluk varsın kirlensinler gülüp eğleniyorlar ya gerisi önemli değil modundaydı.
Bu arada sevgi ortamında büyüyen oğlumuz, herkese sarılarak içindeki sevgiyi dışa vurmaya da başladı. Kendi yaşları cıvarında kız erkek herkese sarılıp sarılıp duruyor. Tüm gün uyumadığından daha çok sarhoş gibiydi zaten.O kadar keyifli ve bir o kadar tatlı görünüyordu ki içimden doya doya evreni yaratan o yüce mimara teşekkürlerimi sundum.
Programlar bununla da sınırla kalmadı. Dedim ya yaşadığımız Pazar çılgınlığı idi. Sonrasında eve döndük ve bize gelecek annemle babamı karşıladık. Daha dün görüşmüşlerdi ama anlatacakları yine yığınla konu birikmişti. Bol bol hasret giderdiler.
Uykusu o kadar çok gelmişti, ki kesin yemek yemez dedim ama hem yemek yedi ve hem de yıkandı. Normalde uyumadan önce ona iki tane masal anlatırım. Bu kez bir tanesini bile bitirecek zaman bulamadım. Masalın sonunu bildiğimden de kendi kendime sonuna kadar anlatmak istemedim.
Biz mi ne yaptık sonra? Sizce? Ne yıkandık, ne de televizyon seyrettik. Hemencecik gidip yattık ve yarın işe gidecek olmamızın verdiği büyük coşku,sevinç ve mutlulukla dakikasında uyuyakaldık.
Bir hafta sonu daha geçmişti. Evet biraz yorulmuştuk ama oğlumuzla anı biriktirmeye devam edebilmiştik. Bundan daha büyük bir mutluluk, daha büyük bir kazanım olabilir miydi hiç?

Daha nice hafta sonlarımız umarım ve dilerim bu hafta sonumuz kadar eğlenceli, değişik ve renkli geçer...

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Hafta sonu üzerine sohbetler - 5 Cumartesi ateşi

Daha önceki bir çok yazımda da belirttiğim üzere oğlumuz, üzerine güneşin doğmasına kesinlikle izin vermez. Kör karanlıklarda uyanır ve uyandırır. Artık konuşmaya da başladı.Önce yatağından sesler gelmeye başlar. Hemen anlarsınız ki kalkmaya başlamış. Sonra da tatlı mı tatlı o sesi duyulur: “Babaaaaa, uyku bitti”.
Bu cümlenin anlamı ise “hadi bakalım tembeller kalkın. Güneş neredeyse doğmak üzere. Gelin beni alın buradan. Karnım çok acıktı ve altım da pis. Önce beni temizleyin sonrada kahvaltımı hazırlayın”. Tabii hemen yataktan kalkarım ve dekoderden geçmiş olan söylediklerini hayata geçirmeye başlarım. Gün artık benim için başlamıştır. Şanslı isem yani eşim bir şekilde banyoya gitmek ya da su içmek için o sırada kalkmış ise kahvemi arada içebilirim yoksa ancak oğlumun kahvaltısını hazırlarken içebilirim.
Her ne kadar eşimle aynı anda yatmış olsak da ve ben tüm gece ya oğlum çağırdığı için ya da üstünü örtmek için sürekli kalkmış olsam da onun yatmaya devam etmesi bizim evde normal karşılanan rutin bir olaydır. Aslında nasıl bu duruma geldik sürekli düşünüyorum. Diğer taraftan bu şekilde olmamızı sağlayan eşimin hakkını da vermek lazım. Bu anlamda kendisine gizli bir hayranlık ve saygı da duymuyor değilim hani. Sen kalk aynı saatte yat, tüm gece bırak kalkmayı uyanma bile ve akşamı sürekli ayakta geçiren eşin sabah gün ışımadan kalkıp güne başlarken, uyumana devam et ve dahası bunu normal kabul et daha da dahası hatta "oha"sı normal kabul edilmesini sağla. Tebrik edilmeyi gerçekten de hak ediyor.
Oğlumun erken uyanmasının önüne geçmek için her şeyi yaptık ama hiçbir sonuç alamadık. Son olarak odasında ki muhteşem şirin perdesi yerine güneş ışığı geçirmeyen yeni bir perde bile aldık. Sen misin bu perdeyi takan normalden de erken uyanmaya başladı.
Bu Cumartesi “Babaaaaa, uyku bitti” dediği zaman saatler daha 6:00 bile olmamıştı. Daha suratımı yıkamak için banyoya  bile gidemeden hırkasını ve çoraplarını giydirip altını değiştirdim. Baba yufka yüreği denilen şey de bu olmalı. Salona gidip ışıkları açtık. Sonra her türlü saldırıyı göze alarak televizyonu açtım ve kendime kahve koymaya gittim. Ben bir babaydım ve gün başlamıştı. Benim her şeye hazır olmam gerekiyordu, bunun için de kesinlikle kahve içmem.
Elektrikler kesildiği zaman oğlumun kahvaltısını daha yeni bitirmişti. Son zamanlarda bu arada elektrik kesintileri de bir hayli arttı. Milletin ayda koloniler kurmak için girişimlerde bulunduğu bir dönemde ülkemizde hala elektriklerin kesilebiliyor olması ne kadar geliştiğimizi de gösterir nitelikte. Aslında konumuz bu olmadığından bu ve türevi olan konulara girmek istemiyorum ama kesinlikle nükleer enerji  ve elektrik ihtiyacımız hakkındaki düşüncelerimi  bir gün yazacağım.
Bizim evde elektriklerin olmaması demek aç kalmak, üşümek ve susuz kalmak demek. Tehlikenin farkında mısınız reklamını izlediğim andaki gibi sarsılıp hemen çıkmalıyız diye düşündüm. Hemen eşimi uyandırdım, giyindik ve dışarı çıktık.
İstinyepark
Herkes farklı farklı yerlere gitmek istiyordu. Oğlum dur-geç’e gitmek istiyordu. Şimdi dur geç de nedir dediğinizi duyar gibi oluyorum. Anlatayım efendim. Malumunuzdur ki alışveriş merkezlerinde otoparklara girilmeden araçlar kontrol edilirler. Görevliler ellerindeki levhaların kırmızı tarafı ile önce bizleri durdurur, kontrollerini yapar ve sonra da levhaların yeşil tarafını göstermek suretiyle geçişimize izin verirler. Yani oğlumun özetlemesiyle dur-geç yaparlar. Bizim evde bu nedenle alışveriş merkezlerinin genel ismi dur-geç’tir. Nasıl ki kağıt mendil  yerine bir kağıt mendil markası olan selpak kelimesini kullanırız, benzer şekilde oğlum dur-geç dediği zaman aslında gitmek istediği herhangi bir alışveriş merkezi değil İstinye Park’tır. İçindeki D&R’ın büyüklüğünden ve çocuk kitapları bölümünün genişliğinden,  ortadaki çocukların buluşma ve azma yeri olan dairesel alandan, Günaydın’ın köftesinden, Mezzaluna’nın Rossi pizzasından, içindeki ufak su havuzlarından, oyuncak dükkanlarından, içinde bisiklet sürülebiliyor olmasından, çocuk mağazalarının fazla olmasından, büyüklük ve kalabalıklığından oğlumun bir numaralı yeridir burası. O kadar ki Bebek parkından bile daha çok sever.
Oğlum dur-geç derken eşim Bebek’te kahvaltı etmek, sonrasında da güzel havadan yararlanıp yürüyüş yapmak istemekteydi. Benim çok söz hakkım olmamakla birlikte oğlum gibi oradan oraya savrulmak yerine direk İstinye Parkına gitmek ve karnımızı orada doyurmak istemekteydim.
Ne karar mı verildi? Bebek’de edilen kahvaltı sonrasında güzel havada yürüyüş yaptık. Sonrasında bu size ders olsun benim isteklerime karşı birleşirseniz yok olursunuz diye özetlenecek bir tavır ile İstinye Park yerine Profilo AVM’ye gitme kararı verildi. Yıllardır gitmemiştim. Nostalji olur gibi kendime göre olayı pembe tarafından görme girişimlerim olduysa da bu girişimlerim ancak belki de duymak istemediğimden  eşime bir kaç kez tekrarlattığım bowling kelimesini duyana kadar sürdü.
Saat daha 10:00 bile değildi. Yıllardır oynamadığımız bir oyundu ve hep alkollü ve kalabalık arkadaş grupları ile şen şakrak oynadığım bu oyunu şimdi fazlasıyla ayık bir kafa ile ve oğlumuz yanımızdayken oynayacaktım. Önce daha açılmamıştır dedim ama lanet teknolojik I-phone sayesinde önce AVM’deki bowling merkezinin adını ve telefonunu buldu sonra da arayıp açılış saatlerini sordu. Açıktı ve büyük bir heyecan ve sabırsızlık içerisinde bizleri bekliyorlardı. Başka kim sabahın bu saatinde bowling oynamaya gidebilirdi ki?! Ödül verseler yeminle şaşırmazdım.
Bowling salonuna vardığımızda hani derler ya iğne atsan yere düşmez öyle bir durum vardı. Meğer sabah saatleri lisanslı bowling oyuncuların antrenman yaptığı saatlermiş. Ben bu kadar kukanın (pin) aynı anda devrildiği bir salon görmemiştim. Tüm ekranlar X (double strike)işaretleri ile doluydu.  Herkes özel giysileri içerisindeydi. Masaların yanlarında 3 top alabilen yine özel çantaları, özel bileklikleri, özel şık ayakkkabıları ve kendinden emin attığını deviren birbirinden usta artist (yada bana öyle göründüler)çocuklar. Kısa süren şaşkınlığım yerini utanmaya, yerin dibine geçmeye bıraktı. Geçip yerimize oturduk. Bakışlar ister istemez yanlarında 2,5 yaşında çocuk ile o saatte oraya gelen aileye bakmaya başladı.  Biz de etrafa gülücükler saçıp tanımadığımız kişilere selamlar vermeye başladık. Omuzlarım çöktüğünü hissediyordum. Çantaları bir kenara bıraktık. Montlarımızı çıkardık. Ortam sıcak olduğundan oğlumun ceketini de çıkardık. Bomboş masa bir anda bir sürü eşya ile doluverdi. Sonra oturduğumuz yerden kaldırıldık. Meğerse orası da antrenman alanına giren bir yermiş ve biz muhtemel atış kalitelerimizle dikkatlerini dağıtabilirdik. Bunu söylemediler ama jestleri ile daha çok hissettirdiler. Kızmadık tabii ki ama gücendik. En azından ben kişisel olarak kırıldım. Sen kalk o kadar dağıldıktan sonra bir de o kadar bakış seni seyrederken tekrar toparlan ve yer değiştir. Bize iyice kenar bir yere aldılar ama hala yanyana sayılabilecek bir yerdi.
Palyaçoların giydiği renkli şeritli ayakkabılarımızı giydik ve oyuna başladık. Aslında oyundan ziyade rezil olmaya başladık. Normalde bu oyunu çok da kötü oynamayız hatta genel ortalamaya göre iyi bile sayılabiliriz. Ama Cumartesi sabahı oyuna kötü başladık hem de çok kötü. Eminim kötü oyunumuza sebep sabahın erken saati olmuş olması olabilirdi ama asıl sebebi çok iyi biliyordum; yanımızdakilerin ardı adına yaptıkları strike’lardı. Bir yandan terliyor bir yandan da üşüyordum. Bizi izliyorlar ama gülmüyorlardı. Daha çok acınası bir ifade ile bakıyorlardı. Bazıları ise bu yetenek seviyesine rağmen onlar arasında olma ve oyun oynama cesaretimizden ötürü saygı dolu bakışlar fırlatıyorlardı kafamıza kafamıza. Sonra bir gülme krizi başladı. Sebepsiz, nedensiz bir gülme, bir sinir boşalması.
Bu arada oğlum da deneme atışları için sabırsızlanıyordu. En hafifi 8 kg olan topları taşıması bile mümkün değilken o kaldırma girişimlerine başlamıştı bile. Atışta bulunmayan kişinin işi çok daha zordu. Onun yaşı için tehlikeli oluşturabilecek bu kadar ilgisini çekecek ve ona göre hepsi birer oyuncak olan bu ortamda onu oyalamaya çalışmak, aşağılayıcı bakışlar altında atış yapmaktan çok daha zordu.
Bu arada halimiz görüp acıyarak bakan bazı kişiler ideal top ağırlıkları hakkında dersler verip ilgili topları bizim bölümümüze getirme nezaketini de gösteriyorlardı. Sevgi dolu büyük bir aile olmuştuk. Bizi içlerine almışlardı. Bu vesile ile de Bowling Federasyonuna şükranlarımızı sunarız.
Sonrasında oğlumuza yemek yedirme girişimimiz oldu. Hüsran dolu oyun sonrasındaki moral çöküntüsü nedeniyle 1 adet kızarmış patates, 2 çatal ucu pilav ve bir köftenin 6’da 1’ini ancak yedirebildik. Yemek konusundaki mücadelemiz hep hüsran olduğundan ve bunu artık bildiğimizden hiç üstelemedik.
Durmamalıydık. Sürekli hareket halinde olmalı, bir yerden başka bir yere gitmeli, enerjimizi  bol keseden, düşünmeden harcamalıydık. Biz de böyle yapmaya devam ettik. Bir sonraki istikamet annemle, babamlardı. Babaanne, dede, torun üçlüsü bol bol hasret giderdiler.  Biz de bu arada eşimle beraber baş başa bir öğle yemeği yedik, üstüne alışveriş bile yaptık. Artık hızlı hareket edebiliyorduk. Çok kısa sürelere çok büyük işler sığdırabiliyorduk.
Eve dönüş yolunda oğlumuz uykuya daldı. Eve varır varmaz yatağına yatırıp uyanana kadar aktif dinlenmeye çekildik.  Benim yapacağım iş eşim tarafından daha bir önce ki akşamdan zaten belirlenmişti. Uyuduğumu, televizyon seyrettiğimi, internette gezindiğimi, hiçbir şey yapmadan boş gözlerle duvara baktığımı, lambanın düğmesini sürekli açıp kapadığımı sananlar yanılıyorlar. Çocuk eğitimi hakkında verilen kitabı okumaya başlamıştım bile. İtiraz edip zaten sonu belli olan bir tartışmaya girmeyi gereksiz buldum ve paşa paşa bana denileni yapmaya başladım. Bu kadar olgun bir davranış sergilemekten ötürü de kendimle gurur duymayı da ihmal etmedim.
Yanlışlarım her insan gibi benim de varmış. Bunu kabul etmek kolay olmasa da size itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum. Yapılmaması gerekli herşeyi yapıyor olmak beni açıkçası şaşırttı. İlk önce yazarına bok atayım dedim ama farklı yazarların kitapları ile burun buruna getirildim. İlgili bölümler gösterilip yazarın mesleki bilgisinden şüphe edemeyeceğim konusunda ikna edildim. Tabii sonrasında çok daha dikkatli okumaya başladım. Oğlumu çok seviyorum ve işte zaten sırf bu nedenle çok daha dikkatli olmam ve bana ilk başta ters gibi gelen şeyleri uygulamaya çalışmam gerekmekte.
Cumartesi ateşimiz erken saatte sona erdi. İyi bir uyku çekip yarına hazırlanmalıydık. En zor gün her zaman Pazar’ları olmuştur ve ertesi gün uzun hem de çoookkk uzun bir Pazar günüydü. Başarabilirdik. Başarmayı istedik, inandık ve hayalini kurduk.
Nasıl mı geçti?
Tam anlamıyla çılgınca...