Bu Blogda Ara

27 Ocak 2011 Perşembe

Fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir - 1

Alternatif tarih ...

Bugünkü ve bundan sonraki birkaç yazımın konusu; diğer yazılarımla kıyaslandığında, oldukça ciddi bir konu olacak. Konunun uzmanı olmadığımdan çok detaylara girecek değilim zaten haddim de olmaz ama son zamanlarda okuduğum kitaplardan, kafamda oluşturduğum bazı noktaları sizinle paylaşmak istiyorum. Bu paylaşımı yapmak istememin nedeni aslında hem tüm bunları sizinle paylaşmak ve hem de kafamın içinde karışık bir halde bulunan tüm bu bilgileri en azından yazıya dökmek suretiyle belli bir düzene sokabilmek. Belirttiğim gibi herkes için gerçek başka olabilir. Kimsenin kişisel inanışlarını yargılayacak değilim, yalnızca genel kabul gören akışa farklı yönde bakan bazı kitapların bende bıraktığı bazı noktaları sizlerle de paylaşmak isteğindeyim.  

Kolay bir konu değil, en azından benim için, ayrıca yanlış anlaşılmalara da açık bir konu gibi görünüyor. Kimseyi kırmak isteğinde ve amacında da değilim. Umarım amaçlarıma ulaşabilirim. 

Okunma kolaylığı ve dikkat dağılması olmaması için de muhtemelen 5 ayrı yazı ile tüm konuyu özetlemeye çalışacağım. Yazıya bir soru ile başlamak istiyorum:

Dinlerin amacı nedir?

Tarihin sayfalarını karıştırdığımız zaman insanlığı birleştirmek, fikir ve inanç farklılıklarını, bunlardan doğan çekişme ve kavgaları ortadan kaldırmak, insanın sömürülmesine, başka insana  köle olmasına engel olmak için ortaya çıkan bütün dinlerin, ideolojilerin ve felsefe akımlarının, neticede başka bölünmelere, başka kamplaşma ve kutuplaşmalara, yeni yeni kavga ve uyuşmazlıklara yol açmış olduklarını görmekteyiz. İlahi güce inanan çeşitli dinlere mensup olanlar, mabetlerini, kutsal kitaplarını, bayram ve tatil günlerini, giyim ve kuşamlarını farklılaştırmışlar, bununla da yetinmeyerek, mezarlarını, hatta ahireti bile ayırmışlardır. O tek ilahi gücün, o tek cehennem ya da cennetini bile parselleme cesaretini göstermişlerdir. Böylesine bir tablo içerisinde insanın gururla şu dine ya da bu dine mensubum diyebilmesi her geçen gün biraz daha zorlaşmıştır.

Bırakın farklı dinleri, aynı dinin bünyesi içinde gelişen çeşitli mezhepler bile mabetlerini ayırdıkları gibi mezarlıklarını bile bölmüşler, hatta ahirette dahi cennetin sadece kendileri gibi inananlara mahsus olduğunu ileri sürerek orasını bile parsellemekten geri kalmamışlar. Bugün ülkemizdeki ortak dile, köke, görünüşe, örf ve adetlere hatta dine sahip olmamıza rağmen yaşanan yapay ve provakatif bölünmeler ya da Ortadoğu’daki ülkelerde yaşanan kargaşanın sebeplerinden birinin bu olması – en azından bir birliğin, bütünlüğün sağlanamıyor olmasının arkasında yatan sebebin bu olması -  bunun belki de bize en yakın örnekleri olarak karşımıza çıkmakta.

Dinlerarası ve dinin kendi içindeki bu çekişmelere ek olarak, bugün insanının, devamlı gelişen teknoloji, gittikçe artan işsizlik, her geçen gün zorlaşan kentsel yaşam, toplum dışı bırakılma, ırkçılık, terörizm, manevi değerlerdeki anarşi, ferdin robotlaşması gibi bir çok problemle karşı karşı olduğunu da görmekteyiz.

Böylesine karamsar ve her geçen gün kötüye giden bir yapılanma içerisinde, amacı, insanlar arasında dostluk ve sevgi bağlarının güçlenmesi, insan kişiliğinin yüceltilmesi, insanlığın özgürlük ve barış içinde gelişmesi olan bir takım güçlü, sağlam değerlere ihtiyacımız bulunduğu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Onur duyulacak bir yaşam biçimi için aslında gerek ve belki de yeter şart içimizdeki erdemlerin ve insaniyetin dışarıdan görülür hale gelmesi, getirilebilmesidir.

Peki ama bunu nasıl başaracağız? Kimlerden, nelerden, hangi öğretilerden yardım alacağız? Mesela sahip olduğumuz inanç sistemi, dinimiz buna yardımcı olabilir mi? Ya da felesefi, töresel veya bilimsel çalışma ve öğretilerde bunun cevabını bulabilir miyiz? Peki zaten eğer bulabiliyor olsaydık, bu ayrışmaları, bu parçalanmaları, bu iç ve dış kavgaları günümüzde bu kadar şiddetli bu kadar olağan yaşıyor olabilir miydik? 

Dinlerin tarihsel değişimlerini incelediğimiz zaman aslında tüm bu soruların cevaplarını da beraberinde görebilmekteyiz. İnsanlık tarihi 200.000 sene öncelere dayanmakta. Günümüzün semavi ve diğer inanışlarının ömrü ise yalnızca 6.000 sene. Başka bir ifade ile insanlar gerek dinsel yaşamlarında ve de gerekse teknolojik hayatlarında dev adımlar atmak için 194.000 sene beklemişler. Bu bana çok da mantıklı gelmiyor açıkçası. Düşünün ki tekerleğin bile icadı M.Ö. 4.000'ler olarak öne sürülmekte. Tarih kitapları sizce her zaman doğruyu yazarlar mı? Bize söylenen insanlık tarihi ya doğru değil ise ya da daha iyimser ifadeyle ya eksik ise? Ortaya çıkmayı bekleyen ya da kasıtlı bir şekilde gölgede bırakılmak istenen alternatif bir tarih var mıdır?

Klasik düşünce yapısını değiştireceğini düşündüğüm bazı örnekler vermek isterim: Günümüzden 3.000 sene önce Hindistan’da yazılmış, Mahabharata’da uzak geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif ediliyor: Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi atıldı. Birden her yer karanlığa gömüldü. Daha sonra gözleri kör eden bir bir ışık ve kulakları sağır eden bir gürütü çıktı. Ardından meydana  gelen büyük ısıda, sular buharlaştı. Filler, insanlar, atlar bir anda kavruldu. Ağaçlar tamamen yandı. Her yer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye kalan sadece bir avuç kül kalmıştı. İlginç değil mi? Tabletlerin yazıldığı dönemlerde ateşli silah bile ortada yok. Hayal güçleri gerçekten de en az Jules Verne kadar güçlüymüş ...

Hint Samsaptakabadha yazıtlarında ise göksel kuvvetlerle yol alan uçaklardan ve patlama kuvveti 10 bin güneşe denk bir silahtan bahsedilmekte. Sankritçe yazılmış Mausola Purva’da da tüm bir kavimi kül eden bir demir yıldırımdan bahsedilmektedir. Sağ kalan çok az insanın saçları ve tırnakları dökülmüş, cesetler tanınmayacak ölçüde yanmış, kuşlar bembeyaz kesilmiş ve yiyecekler yenmez olmuş. Dikkatinizi çekmek isterim, böylesi net ve açık bir tarif günümüzün tarifi değil.

Din kitaplarında yazılan şeylerden bana göre en az bir tanesi doğru, o da Tufan. Din ve teknoloji tarihi için söyleyebileceğimiz en somut şey gerçekten de bir tufanın hatta birkaç tufanın gerçekleşmesi olacaktır. Dünyanın geçirdiği bu felaketlerden sonra çok az belge ve bulgu günümüze kadar erişebildi. Kişisel fikrim insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında, en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğu yönündedir. Yine bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını düşünmekteyim.

Tabi bu fikri yalnızca içimdeki sese göre söylemiyorum. Beni bu konuda destekleyen bir kişi var: James Churchward. 1883’de Batı Tibet’te bir manastırda baş rahiplik yapan Rishi'den bir ölü dili öğrendi ve böylelikle bazı belgeleri gün yüzüne çıkardı. Bu dilin adı Naacal dili, tabletler ise 15.000 sene önce yazılmış Naacal Tabletleriydi.

Tabletlere göre “... evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay meydana geldi ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar bir araya geldi.. Bu gazlar güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce  hava sonra su oluştu.Sular dünyayı kapladı, güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (RNA_DNA) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı...”

Günümüzdeki geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli bir benzerlik sadece tesadüf mü yoksa en az 70 bin yıllık bir uygarlıkta bu kadar bilgi zaten normal mi kabul edilmeli?

Bugün belki yüksek sesle olmasa da fısıltıyla söylenmeye başlanan bir gerçek var ki o da gerek uygarlığın ve gerekse tüm günümüz dinlerinin köklerinin aslında çok eskilere dayandığı ve aslında yeni diye tanımlanan dinlerin de eski kadim dinlerin devamları ve yalnızca görünen yüzleri oldukları gerçeğidir.  

Bir sonraki yazımda sizlerle beraber tarihte ufak bir yolculuk yapacağız ve eski ile günümüz dinleri arasındaki bana göre şaşırtıcı bazı benzerlikleri beraber göreceğiz.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Yine yeni bir senaryo ve yine ayrılık: Muhteşem Yüzyıl

Muhteşem Yüzyıl Ekibi

Son 10 gündür bir kızılca kıyamet, adeta bir bardak suda kıyamet kopuyor ya da koparılmak isteniyor.
Tüm bu yaygara bir dizi için.
Dün ‘Mustafa’ için laik despotizm tarafından yapılan eleştiriler bugün güçlenen muhafazakar despotizm tarafından "Muhteşem Yüzyıl" için yapılıyor.
Kılıçlar yine çekildi. Ayrışmalar yine keskinleşti.
Bir tarafta Osmanlı sempatizanları diğer tarafta hani neredeyse karşıtları.
Düne kadar sağ-sol sonrasında Sünni-Alevi diye ortalığı karıştıranlar kıs kıs gülüyorlardır halimize.
Yakın geçmişte laik - anti-laik oyununu denediler. Bugün ise farklı farklı oyunlarla yine gündemimizdeler.
Onlar denemekten vazgeçmiyorlar bizlerse bu ayrımların üzerlerine atlamaktan.
Her seferinde hani sanki bekliyormuşuz gibi kolayca kamplaşıyoruz ve yara alıyoruz. Toparlansak da sonrasında hep bir izi kalıyor aslında belleklerimizde.
Mustafa bir belgeseldi, subjektif bir bakış açışı olamazdı.
Yeni dizi ise yalnızca bir kurgu.
Kanuni’nin askeri ve siyasi hayatı için çekilen bir belgesel değil. Merkeze Hürrem & Kanuni aşkını koyan ve bunu Hürrem’in harem iktidarını ele geçirmesi için yaptığı mücadelelerle süsleyen, geliştiren bir kurgu.
Esinlenme evet tabii ki var hatta aynı dönemde Kanuni’nin siyasi ve askeri hayatı da gösteriliyor ama gerçekle birebirlik tabi ki yok.
Bilmeyenler için Harem’de konuşulmazdı, oradakiler işaret dili ile anlaşırlardı.
Üstelik Kanuni döneminin ilk yıllarında Harem sarayın içerisinde değil Beyazıt’da bulunmaktaydı.
O zaman gerçek olacak diye dizide de konuşma olmasın ya da Hürrem her ziyaretini aslına uygun olarak Beyazıt’tan saraya yapsın.
Kimse fragmandaki Ayasofya'nın 4 minaresinin olmamasına dikkat etmiyor. Başarılar görülmüyor her zamanki gibi yine ayrışmaları sağlayacak konuları bulmak için tüm bu çaba.
Peki, bu itirazlar neden? Buz dağının görünen kısmı çok açık: İlk bölümü bile izleme gereği duymadan fragmanda gördükleri bir bakış ve içilen bir kadeh. Hemen homoseksüellik ve şarap yaftaları takıldı bile.
Bilinen Kanuni’nin ne şarap içtiği yönünde ne de İbrahim ile o tür bir yakınlaşmanın içerisinde olduğu. İşin garibi dizide de bu tür bir anlatım ya da kurgu da yok.
İnsanın aklında ne varsa zikrinde de o da vardır derler ya, durum sanki bu.
Padişahların içki içmeleri nedendir bilinmez bir türlü kabul görmedi toplumumuzda.
Osmanlı Padişahları
Osmanlı 600 küsur yıl yalnızca topla, kılıçla, tüfekle yönetilmedi. Diplomasi vardı. Hızlı hareket edebilme vardı. Güçlü bir yapılanma ve sistem vardı. Belki Yavuz gibi, Fatih gibi karizmatik padişahlar vardı ama İbrahim gibi olanları da vardı. Yapı ve protokol öylesine güçlüydü ki baştaki makam adeta kutsaldı. Deli diye bilinen İbrahim’e mutlak saygı ve kabul işte bu güçlü devlet yapısı ve protokolden gelmekteydi. Sanırım bu güçlü yapı bugün bile genlerimize işlenmiş olduğundan varlığını sürdürmekte. Padişahlara hayat tarzlarımız içerisinde yer almayan olguları yakıştıramıyoruz.
Diğer bir rahatsızlıkta Harem konusunda.
Osmanlı beyliğinin imparatorluk olmasının ardında yatan en büyük sebeplerden bir tanesi hanedan olmalarıydı. Avrupa’da Grand Dük’ler vardır ve bir hanedan sona ererse başka bir hanedanın Grand Dükü başa geçer ve ülkeyi yönetir. Osmanlı da bu tür bir yapı yoktu. Hanedanın sürebilmesi için de Harem hayatı şarttı. Harem’e hemen itiraz edenlerin bu yönden de bakmaları gerekir. Konu aslında çoğu kere memleket meselesiydi, kişisel değil.
Buz dağının görünmeyen su altında kalan parçası ise meselenin bence asıl önemli noktası. Tüm bu eleştiri bombardımanının ardındaki sebep eski ile yeni arasındaki bir karşılaştırma yapılması ve muazzam farkın görülmesi. Eskilerin sözü geçen en büyük devleti ile bugünün kafalara geçirilen çuvallara rağmen sessiz kalmak zorunda kalan devleti karşılaştırılıyor ve eskiye kutsallık yükleniyor. Genlerimizde zaten buna müsait hemen destekliyor bu yüklemeyi. Bugün eziklik ne kadar hissediliyorsa yüklenen kutsiyet duygusu o kadar artıyor ve seslerde yükseliyor buna bağlı olarak.
Yoksa tüm bu eleştiriyi yapanlara hassasiyet hissedebilirsiniz ama siz de o halde izlemeyin canım demezler mi? Bu sebepten denemiyor, denilse de işe yaramıyor.
Her milletin güçlü yıllarının da bir ömrü vardır. 16.yy.’da önce Portekiz sonra İspanya güçlüydü sonra bu ülkelerin yerini Hollanda aldı. 17.yy’da İngiltere’nin hakimiyeti vardı ama sonra Fransa ağırlıklı oldu. Daha sonra yeniden İngiltere ve bugün Birleşik Devletler. Biz ise o kadar yüzyıl hep devam ettik ve yorulduk, yıprandık. Bayrağı kimseye devretmedik. Hani belki bir ara Kavala hanedanı ile Mısır olabilirdi ama olmadı. Bu gerçek bence artık kabul edilmeli. Eskiye saygı her zaman olmalı ama karşılaştırma en azından bugünün dünyasından yapılmamalı.
Bugün muhafazakar sermaye güçlenmiştir. Mesela onlarda bir dizi ya da film çeksinler. Mesela peygamberimizin müjdesine mazhar olmuş bir padişah olan Fatih Sultan Mehmet’in hayatını çeksinler. Ya da dizi öyle değil böyle çekilir desinler ve Kanuni’nin hayatını konu alsınlar. Kanuni’nin elinde kılıcı, atın sırtında, saraydan bir çıksın ve bir daha dönmeden önce Belgrat’ı sonra Rodos’u alsın. Milletlere dersler versin. Sonra bir kaç bölüme ancak sığabilecek bir Mohaç Savaşı gelsin ardından ve Viyana kuşatması ile final yapsınlar.
Yoklukta kanaatkar olan bu kesimin şimdi bolluk yıllarında kültüre bu katkıyı sağlamaları gerekliliktir zaten.
Tabuları yıkmamakla övünenler de bu diziyi yayından kaldırırlarsa kendi ayaklarına sıkmış olurlar. Bir zamanlar ezanı halka rağmen Türkçe okutan rejim ile bir farkları kalmamış olur.
Hayat tarzımızı maalesef her yere çanta gibi taşıyoruz. Tarih’e bu şekilde bakamayız.
Değer yargılarımıza ve inançlarımıza göre değerlendirmelerde bulunuyoruz ve hata ediyoruz.
Bugün kim kardeş ya da baba katlini normal görebilir ama kutsallık yüklenen padişahlar yapıyorlardı. Bugünün dünyasından bu katliamları da anlayamayız harem dünyasını da.
Son olarak diziye yapılan eleştirilere karşılık bu kez de Osmanlıya saldırı başladı. Atatürk nasıl ki başımızın tacıdır, yolumuzu aydınlatandır, Fatih de öyledir, Kanuni’de. Necip Fazıl nasıl bu ülke için değerli ise, Nazım Hikmet de aynı şekilde değerlidir. Hepsi bizim ortak değerlerimizdir. Bizi biz yapanlardır. Kimliklerimizdir.
O zaman neden bu kavgalar, neden bu tartışmalar, neden bu ayrışmalar? Bu ülke hepimize yeter. Eşit, özgür, mutlu, huzurlu, korkusuz sıfatlarını neden bu ülke insanları için kullanmak bu kadar zor?! İnsanca ve herkes bir arada yaşayabiliriz.
Gelin önce ilk adımı atan siz olun. Ötekilerle ortak paydalarınızı genişletin, farklılıklarımızı zenginliğimiz sayın.
İnsan insanın kurdu değil ama yoldaşı, arkadaşı, tamamlayıcısı, koruyucusu olsun.  Bu güzel topraklarda birbirimizi kırmadan, bundan önce olduğu gibi yine kardeşçe yine sevgi ve saygı dolu bir şekilde beraberce, el ele yaşayalım.

14 Ocak 2011 Cuma

Keşke’ler olmasın, anılar toplansın ...

1831 yılına kadar Taksim'in ötesinde pek bir yerleşim yerinin bulunmadığı söylenmektedir. Hatta o kadar ki o zamana dek kışları kurtların, geceleri hırsızların dolaştığı kırlar olarak bilinirmiş bu yerler. 1831 yılında Pera’da büyük bir yangın çıkmış ve sonrasında bugünkü Pangaltı, Harbiye tarafına doğru yerleşim yerleri yayılmaya başlamış. Rivayet odur ki o zamanlar, bu bölgede bir han varmış ve çok daha uzaklara mesela Şişli'ye ya da Boğaz'a gidecek olanlar Pancaldi diye birine ait olan bir handa gecelerlermiş. Semtin adı da zaten buradan gelmekteymiş.

1837'de inşa edilen Ermeni Katolik Surp Agop Hastanesi, 1838'e tarihlenen Artigiana Düşkünler Evi'nin ardından, Latin Katolik Cemaati'nin o günkü ruhani lideri Monsenyör Hillereau’nun yoğun çabaları sonucunda yapımına 1845 yılında başlanan ve ibadete 1846 yılında açılan Saint-Esprit Kilisesi, bu bölgede yükselen üçüncü önemli bina olmuştur. Rus Elçiliği, Hollanda Konsolosluğu, San Paulo i Pietro Kilisesini de inşa eden zamanın ünlü mimarı Gaspare Fossati tarafından yapılmıştır. Barok üslupta yapılan ve Vatikan’a bağlı olan kilise 20 Ocak 1876 da katedral statüsünü kazanmıştır. Elmadağ'da, Radyoevi'nin karşı sırasında, Notre Dame de Sion Lisesinin avlusunda yer alan katedralin ön cephesi yine bu lise tarafından kapatılmış durumdadır.

İşte kısaca geçmişini anlattığım Saint-Esprit Katedrali’nde geçen hafta, çalışmalarını son derece profesyonel bir şekilde gerçekleştiren, bünyesinde çok sayıda Avrupa ülkesi vatandaşı ile Türk vatandaşları barındıran amatör bir topluluk olan İstanbul Avrupa Korosu, yeni şefi Sergei Gavrilov yönetiminde bir konser verdi. Korodaki koristlerden bir tanesi de benim kız kardeşimdir.

Kız kardeşim daha ilkokula başlamadan üniversiteye başlayanlardan. 6 yaşında bile değil iken açılan sınavı kazanaraktan İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Piyano bölümünü kazandı ve tüm ilk, orta ve lise eğitimlerine paralel olarak – eş zamanlı olarak bu bölüme devam etti. Daha okuma yazma bilmiyorken nota okuyabiliyor ve dahası bu notaları piyano ile çalabiliyordu.

Ben de mesela piyano çalmak çok isterdim dahası biliyorum eğer zamanında fark edilseydim çok iyi bir piyano sanatçısı da olabilirdim. Bugün tüm parçaları kulaktan çok kolay çalabiliyorum ama iş nota okumaya ya da parmaklarını doğru kullanaraktan çalmaya gelince çuvallıyorum. Evlendikten sonra evimize piyano almadık en azından henüz almadık ama öncesinde saatlerimi piyano ile geçirebilirdim. Hatta bir kaç küçük bestem bile var. Diyeceğim o ki ben piyano konusunda es geçildim ve bunun kendi adıma üzüntüsünü hep yaşadım içimde. Bunun dışında son zamanlarda yaparken keyif aldığım en büyük uğraş blog yazmak. Blog yazmak dışında bulduğum her anımı ise yine yazarak harcıyorum. Hayatımı ise almış olduğum mühendislik eğitimi ile karşılıyorum. Endüstri Mühendisliği sonrasında aynı bölümde yüksek lisans ve üzerine doktora. Üniversitede bu konu üzerine tüm dersleri aldım.

Peki bugün mesleğimden mutlu muyum? Verebileceğim en iyi cevap ise yalnızca zaman zaman evet. Mesleğimle ilgili gelişmeleri takip etmek bana keyif verecek iken ben yazmanın peşine düşebiliyorum çünkü tüm bedenimle ve her bir hücremle yapacağım iş mühendislik değildi benim. Ben sahip olduğum potansiyelimi, yeteneklerimi ve hayal gücümü tam olarak kullanmadım bugüne kadar ya da kullanamadım. Tüm yetenek ve potansiyelimi kullanabileceğim, keyif alacağım işleri yapmak dururken, biraz belki kolaycılıktan ya da belki gelecek korkusundan, toplumun benimsediği genel kabul gören bir yolu tercih ettim. Toplum tarafından empoze edilen bir prototip oldum. Benim zamanımda İşletmecilik bile tam meslekten sayılmazdı. Mühendis ya da doktor olunmalıydı. Ben ikisini de oldum: Mesleğimin adeta doktoru oldum. Hep sınavları kazanmak için çalışıp durdum. Genelde hepsini de kazandım ama bunları kazanırken aslında hep kaybeden ben oluyordum ve yazık ki bunu geç farkettim.

Kız kardeşim bugün çok tanınan bir firmanın Dijital Pazarlama bölümünde çalışıyor bir yandan da piyano dersleri veriyor, zaman zaman konserlere çıkıyor, uluslararası bir çok yarışmaya katılıyor. Hayatındaki kültürel ve sosyal derinlik ve keyif, potansiyelini ve yeteneklerini kullanmasıyla hep doğru orantılı.

Oğlum çok yakın bir zamanda yuvaya başladı. Bu başlangıç ile ilgili yazımdaOğlumuz artık büyüyor. Bugün oğlumuz hayatındaki eşiklerden bir tanesiyle belki de en önemlilerden bir tanesiyle tanışmış oluyor. Tamam bu okulda ağırlıklı olan oyun ama olsun yine de bir formasyon almaya belli bir kalıbın içine girmeye oğlum bugün itibariyle başlamış bulunuyor ” diye yazmış ardından da  “... büyüdüğü ve artık bakıcı ablasının dışında çok daha fazla sosyal olacağı için, yeni arkadaşlar edinip daha keyifli bir zaman geçireceği için çok mutluyum. Ama diğer taraftan da her gün aynı saatte kendine göre kuralların olduğu bir yere başlıyor olmasından ve belki de bu nedenle yaratıcılığının her geçen gün biraz daha azalacağından da onun adına biraz üzüntülüyüm.” diye de eklemiştim.

Eşimin ve benim asıl korkumuz oğlumuz ile ilgili benim yaşadığım tarz bir atlanmanın bir keşkenin yaşanması. Ben oğlumun benim gibi bir prototip olmasını istemiyorum. Ben oğlumun çocukluğunu bundan 40 sene, 50 sene önceki çocuklar gibi yaşamasını istiyorum. Bir yarış atı gibi sınavlar peşinde koşmasını değil, arkadaşlarıyla beraber bir topun peşinde koşmasını istiyorum. Ben oğlumun sahip olduğu tüm potansiyeli, yetenekleri ve yaratıcılığı kullanabilmesini istiyorum. Ben oğlumun yalnızca toplumda genel kabul görüldüğü için değil, kendi istediği için ve yaparken keyif aldığı için, mutlu, huzurlu olduğu için bir işi yapmasını istiyorum. Yaptığı işle övünmesini istiyorum ve kendisiyle her zaman bu anlamda barışık olmasını istiyorum.

Tüm eğitim kurumlarını da bu anlamda ondaki potansiyeli ortaya çıkaracak kurumlar olarak görüyorum.Bunun tek istisnası bir dünya vatandaşı olabilmesi için küçük yaştan itibaren ingilizceyi öğrenebilmesi ve konuşabilmesi. Benim gibi Fransızcadan sonra bu dili öğrenebilmek için aylarca yurt dışında kalmak zorunda kalmaması. Yurt dışına yine çokça gitmesi ama zorunluluk için değil eğlenmek için, görmek için, karşılaştırmak için, belki de eğer istiyorsa yaşamak için.


Hayat tabii ki oğlumun hayatıdır. Benim görevim ona yol göstermektir, yoksa tüm kararlar yine kendisine ait olacaktır. Bana kalsa ben oğlumun şarap tadımcısı (degüstatör) ve aşçı olmasını çok isterdim. Fransa’da lisans eğitimini almasını ve ardından da İtalya ya da İspanya’da yüksek lisans yapmasını. Columbia Üniversitesi'nden mezun bir edebiyatçı, bir romancı olmasını isterdim. Floransa Üniversitesi'ni bitirip bir mimar olmasını isterdim. Avusturya Viyana Müzik ve Gösteri Sanatları Universitesi’ni bitirmiş bir konser piyanisti olmasını isterdim. Mühendis olmak isterse, yanında yine ben olacağım ve ona en büyük desteği yine ben vereceğim. Yeter ki seçimlerini ileriye yönelik bir endişe olmadan, kendi isteklerine göre yapabilsin.


Bu arada oğlum okula başlamasının 3.gününde hastalanmasının faturasını okula kesti ve iyileştikten sonra gittiği ilk gün annesinden ayrılmak istemedi. İkinci gün de aynı şekilde eşim işe gitmek yerine öğlene kadar zamanını yuvada geçirdi. Annesi olunca yanında yuvada bile olsa hastalanmayacağını biliyor benim yakışıklım hani yalan da değil eşim tek tek yakalar havada asılı kalan ve oğluma yönelme gafletini gösteren tüm virüs ve bakterileri.

Konsere geri dönecek olur isek, kız kardeşim sayesinde biz de hem konserden haberdar olduk ve hem de davet edildik. Önceki konserlerine gidip büyük keyif alan kişiler olarak eşim de ben de doğal olarak katılmak çok istedik ama oğlumuzun nasıl bir tepki vereceğini de bilemediğimizden çok da tedirgindik. Sonunda erkenden gitmeye, oğlumuzun konser öncesinde ki ortamı görmesine, karar verdik. Arkada yer alırız ve olur da huysuzluk yapar ise kimseye rahatsızlık vermeden ve dikkat dağıtmadan çıkarız kiliseden dedik. Son zamanların en korkunç cuma trafiğine yakalanmamız sonunda 15 dakikalık yol 1,5 saatlik bir yola dönüştü ve nerdeyse başlamasına 10 dakika kala girebildik kiliseye. Annem ile babam protokol sayılabilecek bir mevkiyi tüm aile bireyleri için tutmuştular bile. Selamlaşma ve öpüşmeler sonrasında konser başladı ve biz bulunduğumuz yerde kalakaldık.

Oğlum ile bir kez daha gurur duyduğum bir 45 dakikaydı. Eliyle tempo tuttu, piyano çalar gibi yaptı piyanist gibi, ağzını bir korist abartısıyla açıp kapadı sürekli ve herkesle beraber alkışlayıp herkes gibi sessizce ve büyük bir şaşkınlık ama aynı zamanda da keyif içinde dinledi neredeyse tüm konseri. Sonra sıkıldı ve gidelim dedi geliştirmiş olduğu kendi özel lisanıyla. Biz de tabi sözünü dinledik, sinirlendirmemiz için uygun bir zaman ve yer değildi. Usulca kalkıp kendimizi hızla dışarı atık ve bizi bu şekilde gurulandırdığı için oğlumuza teşekkür ettik.

Oğlum geçen hafta yine ilkleri yaşadı. İlk defa bir konsere gitti. İlk defa bir kiliseye gitti. İlk defa gittiği kilisedeki ilk konserin benim en sevdiğim besteci olan Antonio Vivaldi’nin Beatus VIR RV 597 adlı eseri olmuş olması ise hayatın bizlere tatlı bir sürpriziydi.

Hayatı çoğu kere aslında hayatın kendisi ile değil ama beynimizde geliştirdiğimiz yargılarla değerlendiririz. Sıradan olan aslında hayatlarımız değil ama belleklerimizdeki imgelerdir çoğu zaman. Ben bu yanılgıya düşmemek için sürekli anı topluyorum. Topladığım bu soyut anıları doğru hatırlamamı tetikleyecek somut eşyalarla ilişkilendiriyorum. Ailemizin anı kesesine güzel bir anı daha ilave ettik. Daha nicelerine ...

9 Ocak 2011 Pazar

Türk filmleri tadında bir hayat ...

Geçen gün gazetelerinden birinin 5. sayfasında, çok kolay gözlerden kaçacak bir köşesinde, çok ama gerçekten çok ufak bir haber olarak yer aldı Türk Sinemasının usta oyuncusu Münir Özkul'un solunum yetmezliği nedeniyle hastaneye kaldırıldığı ve yoğun bakıma alındığı haberi. Solunum cihazına bağlanmış. Yanında yalnızca kızı ve eşi varmış. Neden bilmem için burkuldu.
Oskarlık bir performans sergileyerek canlandırdığı Yaşar Usta karakteriyle Türk sinema tarihinin unutulmazlarından olmuş bir usta böylesi yalnız mı kalmalıydı? Yaşar Usta örnek alınacak kişiydi bu ülkede en az Mahmut Hoca kadar.

“ ... bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın, paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmaz, sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören? Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor ama ben boşuna konuşuyorum, sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. Hıh... sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim bey, sen mi büyüksün? Hayır ben büyüğüm, ben, Yaşar Usta. Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç... Gözümde pul kadar bile değerin yok, ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiç bir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme, dokunma çocuklarıma, dokunma oğluma, dokunma gelinime, eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni, anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama bakmam bile...

Ezbere bildiğim trad kaç kişiyi en az benim kadar etkilemiş, en az benim hissettiklerimi hissettirmiş ve en az benim kadar kendisini örnek almasını sağlamıştı, kim bilir ... Aile kavramını, aile bağlılığını, aile sevgisi daha nasıl bu kadar güzel anlatılabilirdi ki?
Toplumların tarihsel süreç içinde ürettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı her türlü özellikler bütünüdür kültür. Toplumun kimliğini oluşturur, onu diğer toplumlardan farklı kılar. Toplumun yaşayış ve düşünüş tarzıdır. Toplumsal dayanışma ve birlik duygusu, biz olma bilincidir.
Yaşar Ustası ile Mahmut Hocası ile Münir Özkul ve daha niceleri filmlerimize, yaşantımıza, düşüncelerimize, sembolik dünyalarımıza mal olmuş bir kültür parçamız, kültürel zenginliklerimizdir ve bizler kültürel varlıklarımıza daha iyi sahip çıkabilmesini bilmeliyiz.
Ben Türk filmlerini çok severim ama kültürel yozlaşmadan ortaya çıkan arabesk olanlarını değil. Yine bol ödüllü entelektüel seviyesi yüksek olanlarını da değil. Ben eski Türk filmlerini severim. Bir kaçış, sığınacak bir liman, soluklanacak bir andır benim için. Basit ve naif olmalarını severim hayatın tersine.
Tarık Akan'ın Ferdi ya da Ferit olmasını, Emel Sayın'nın şarkılarını, Hulusi Kentmen'in bazen aksi bazen babacan ama her daim iyi yürekli olmasını severim.
Şener Şen'in domates'ini, Kemal Sunal'ın Şaban'ını veya Tosun Paşa'sını, Sadri Alışık'ın gülümsemesini severim. Münir Özkul'un Yaşar Ustasını ya da Mahmut Hocasını, Metin Akpınar'ın Kayserili şivesini severim.
Kara Murat'ın nereden bulduğu bile belli olmadan taktığı bıyık ile prens olmasını, bu haline sakal eklemesi ile papaz olmasını severim. “Acele etme papaz efendi ”diye bağırmasını, “Kahpe bizansın yiğit güzeli ”diye sevmesini severim. Ben Türk filmlerinde her şeyin olabilmesini severim.
Basit şeylerle yakalanan mutlulukları, bana hissettirdiği huzuru ve bu iyi insanların duyduğu ve hissettirdiği güven duygusunu severim.
Ne olacak şimdiyi, Hababam sınıfını, Neşeli Günleri, Bizim Aileyi, Yalancı Yarim'i, Tosun Paşa'yı, Mavi Boncuk'u, Sev Kardeşimi, Süt Kardeşleri ve şimdi saymayacağım daha nicesini severim beni bu kadar mutlu ve keyifli kıldıkları için.
Ben Türk filmlerini çok severim dilimiz, anlayışımız, kimliğimiz, düşünüş ve yaşayış tarzlarımız oldukları için. Ben Türk filmlerini çok severim kültürümüz oldukları ve bizleri diğer toplumlardan ayırdıkları için.
Başta bizlere farkında bile olmadan bunları hissettiren Yeşilçam emekçileri olmak üzere hepinize sevdiğim Türk filmleri tadında bir hayat dilerim ...

4 Ocak 2011 Salı

Bir tanışmanın hikayesi

Dizileri seyrederken “bu aile de (ya da bu kişi de) ne şansız, bütün sorunlar gelip bunları buluyor “diye hepimiz içimizden geçirmişizdir. Sonrasında da zaten hemen senaryo gereği olduğunu düşünüp, başka bir düşünceye geçiş yapmışızdır. Blog yazmaya başladıktan sonra şunu fark ettim ki aslında günlük koşuşturma sırasında farkına bile varmadığımız ya da farkına vardığımız ama günlük koşuşturmanın bir parçası gibi değerlendirip yaşadığımız birçok sorun, günlük alışkanlıklarımız ve hayat akışımızın dışında birçok olay ile sürekli karşı karşıya kalmaktayız. Aslında hepimiz birer dizi oyuncusu ya da bir filmin ana karakterleriyiz. Hepimiz aslında kendi filmimizde birer baş rolü oynamaktayız. Gün içerisinde yeni insanlarla tanışıyor, yeni sorunlar hakkında çözüm yolları arıyor, karşılaştığımız küçüklü büyüklü mutlulukların tadını çıkarıyor ve yeni bir çok duyguyu bazen kendi içimizde ve bazen başkalarıyla paylaşarak deneyimliyoruz çoğu kere farkında bile olmadan, günlük koşuşturmaca içerisinde. İşte blog yazmaya başladıktan sonra farkına vardığım şey, hiçbir günümün aslında bir önceki ile aynı geçmediği, yazmaya, paylaşmaya değer farklılıkların, duygu birikimlerinin olduğu gerçeği idi.

Geçen hafta da böyle yoğun bir gündemle geçti. Ben daha çocuk denebilecek yaşta sigaraya başladım ve yaklaşık 15 sene kadar bu zehri kullandıktan sonra, 6 yıl önce bırakmaya karar verdim. Hala da bırakmaya devam ediyorum. 6 senedir hiç içmedim ama canım hala çekmekte. Bu 15 yıllık sadakatımın karşılığını da aldım: Latince Farenks adı verilen boğaz kısmının kronik olarak iltihaplanması yani bilinen adıyla kronik faranjit. Herkes genelde kış aylarında bu hastalıkla karşılaşabilirken benim karşılaşabilmem için mevsimsel ya da iklimsel ya da herhangi başka bir nedensel bir sebep olması gerekmiyor. Arabada açtığım bir klima, orta derecede bir rüzgar, kapalı havasız ortamlar, hatta uykusuzluk, stres, bu benden ayrılmak istemeyen ve beni çok seven artık kadim diyebileceğim dostumu hemen tetikleyebilmekte. Boğaz ağrısı veya yanması benim için artık günlük sıradan ve blogda konu edilmesine gerek olmayan bir olay. Hayatımıza kendisi yetmiyormuş gibi kuzenini de sokmaya çalışması dahası kuzeninin benden yüz bulamayıp oğluma bulaşma çalışması bu blogun konusu oldu.  Bu yazı bizi mutlu etmeyen, endişelendiren bir tanışmanın hikayesidir.

Bildiğiniz üzere oğlum çok yakın bir zamanda okula başlamıştı ve çok değil okula başladıktan yalnızca 2 gün sonra eve grip belirtileri ile geldi. Yeni bir virüs ile karşı karşıyaydık. Akşam yatmaya yakın hafif de olsa ateşi çıktı. İlk akşam sürekli rahatsızlığından ve sıkıntılarından uyandı, hatta o kadar ki baba oğul eşimi başka bir odaya gönderip beraberce yattık. Bu kötü bir tercih oldu zira tüm geceyi uyanık geçirdik. Ertesi gün çok şükür ki oğlum bol bol uyudu bense önceki seferlerde olduğu üzere kendimi kafeine verdim.

Oğlumun okul hayatı da zorunlu olarak ertelenmek zorunda kaldı. Pazartesi akşamı, Salı ve Çarşamba sabahları, kendi tarzında sürekli okul deyip duran ve sürekli gitmek istediğini hareketleriyle anlatmaya çalışan oğlumun bu konuda ne Çarşamba akşamı ne de Perşembe sabahı ağzını bıçak açmadı. Onun bu doğal kabullenişi bizi nasıl üzdü anlatamam. Diğer taraftan eşimin oğlumun evde öğrenimini sürdürüp sürdüremeyeceği konusunda araştırmalar yaptığından eminim. İyi ki ilk öğretim ülkemizde zorunlu da bu sayede okula gitmeye devam edebilecek. Onun bu gerçeği doğal kabullenişi ise beni hiç üzmedi. Tabi duymamazlığa geldiğim okula gitme olayını Mayısa kadar ertelemeye ilişkin soruları ise bugün bile devam etmekte.

İkinci gün belirtiler hem gripti hem de nezle. Burunu tıkandı ki bu oğlum için tam bir işkenceydi özellikle uyuduğu zamanlarda. Tıkanıklığa bağlı zor nefes alma, çoğu kere nefesinin ağzıyla desteklenmesi, yine tıkalı burun kaynaklı çıkan garip sesler uyku kalitesini oldukça azalttı. Akşama doğru tüm bunlara ek olarak sesi de değişmeye başladı, sonrasında onu takip eden bir öksürük ve yükselen ve gecelerimizi kabusa çeviren bir ateş başladı. Düşünün tıkalı bir burun ve bunun neden olduğu zor nefes alma, alev alev yanan bir vücut, tüm bunlara direnen keyifli olmak için mücadele eden bir yakışıklı ve tüm metanetini kaybetmiş, panik, korkulu, endişeli, ağlamaya hazır anne ve babası. Perşembe akşamı zor bir akşam oldu. Ateş bir ara 40 dereceye kadar yükseldi ki benim için panik eşiği 39 derece idi. Mümkün olduğu kadar ateş düşürücü vermek istemiyorduk ki vücudu antikor üretimi adına, virüs ya da bakterilerle savaşacak avantajlı ortamı bulabilsin. Eşimin uyuduğu bir anda ateş 40 oldu ve ben sirkeli su ile oğlumun savaşına dışarıdan müdahil oldum. İyi ki o sırada eşim uyandı da hemen ilacı verdi ve ateş daha da büyümeden geçici olarak söndürüldü.

Ertesi gün oğlumun tıkalı olan burunu akmaya başladı ama ne akma. Önceleri su ile temizlenmesine izin veriyordu ama sonra vermez oldu. Biz de mendille temizlemeye çalıştık ama mendil ne kadar yumuşak olursa olsun oğlumun derisi kadar yumuşak olamıyor. Tüm bunlara ek bir de burunu tahriş oldu ve bırakın temizlenmesini ellettirmedi bile.

İş hayatlarımızda doğru orantılı ama negatif olarak etkilendi bu süreçte. Eşim işe gitmez oldu son günlerde ve ben de erkenden eve gelir oldum. Bundan önceki hastalık döneminde eşimin ailesi de bizlerleydi. Annemle babam gün içersinde sürekli bize gelseler de akşamları eşimle ben oğlumuzla bir başımıza ne yapacağımızı bilemez bir halde üstelik panik bir durumda acınası bir şekilde kalıyorduk. Gecenin kör saatlerinde telefon görüşmeleri ile aile büyüklerini bilgilendirme bahanesiyle onlardan moral bulacak sözler duymaya çalışıyorduk. Bu şekilde haftasonunu yakaladık. Doktorunu tabi ki sürekli saat gözetmeksizin arıyorduk ama kendisi de şu an için yaptıklarımızın yeterli olduğunu ısrarla söylüyor ve gelin demiyordu. Son olarak daha çok müneccinlere yakşacak bir ses tonuyla Cumartesine geçeceğini, geçmezse gelin dedi. Cumartesi sabahı gerçekten de herşey güllük gülistanlık oldu ve biz vay be ne doktormuş dedik hem içimizden ve hem de daha sonrasında eşimle birbirimize. Ama onun bu ihtişamlı zaferi Cumartesi akşamı artan ateşle bir son buldu. Tam geçti derken kendimizi bir anda cehennem çukurunda buluverdik. İlaç vermemize rağmen inmeyen ateş ki bizi en çok panikleten de bu oldu, sürekli akan ve tahriş olmuş bir burun (uyurken sürülmeye çalışılan pomatlar), öksürme, mafyavari bir ses kısıklığı, her halinden belli bir boğaz ağrısı... Cumartesi akşamı yine uykusuzlukla yine korku ve endişeyle geçiverdi.

Pazar sabahı saat sekizde “Müsaitseniz annemler sizi ziyarete gelecekler”  tadında doktorla bir görüşme yaptık. Aslında cevabını bile duymamıza gerek yoktu, onu çok özlemiştik ve illaki ziyaretine gidecektik ve gittik de. Pazar saat 10:00 gibi oğlumu kontrol etmeye başlamıştı.

Yaklaşık 30 saniye ile 1 dakikalık kontrolden sonra laranjit dedi. Bana faranjit demiş gibi geldi daha çok. Sonradan eşimden laranjit olduğunu, ses tellerinin iltihaplanması olduğunu öğrendim. İşte o an, ezeli düşmanım ya da ebedi dostum olan faranjitin kuzeni olabileceği gerçeğini kafamda oluşturdum.

Akut larenjit genellikle viral bir enfeksiyona bağlı olarak gelişen, soğuk algınlığı ile beraber ortaya çıkan, 1-2 hafta kadar sürebilen ve daha çok 3 yaş altındaki çocuklarda yaygın olan bir hastalıkmış.

Eşim antibiyotiğe şiddetle karşı olan biridir ve mümkün olduğunca vermemeye ant içmişti. Gereksiz kullanımı sonucu ortaya çıkan komplikasyonlarından ve vücudun yine gereksiz kullanım sonucu artık bu türe cevap verememe ihtimaline karşılık haklı bir endişe duymuştur hep. Ben de konu hakkında fikri olmayan ama söyleyecek çok sözü olan biri olaraktan ve eşinin fikirlerini kendi fikriymiş gibi sunan ve gerekirse savunan bir kişi olaraktan bu fikri en az eşim kadar hatta ondan daha çok destekleyip duruyordum. Hayat işte, çok komik ve ironik. Dakka 1 gol 1 der gibi dün akşam saat 8 itibariyle oğlum antibiyotik ile de tanışmış oldu. Üstelik işin trajikomik tarafı ise normalde laranjitte antibiyotik gerek olmayışı ama bakteriyel sebep ihtimali yüzünden doktorun buna gerek duymuş olmasıydı.

Oğlum bir kaç gün arayla 2 yeni şeyle tanışmış oldu, hem babasının belalısı faranjitin kuzeni laranjit ve hem de annesinin belalısı antibiyotik ile.

Gel de insan tüm korkularıyla bir gün mutlaka yüzleşir sözüne inanma ...