Bu Blogda Ara

25 Kasım 2011 Cuma

Muhteşem bir öğle vakti!

Beni tanıyanlar bilirler, yemek yemesini çok severim. Güzel donatılmış sofralarda dostlarla veya aileden kişilerle yemek yemenin biz insanlara verilmiş en güzel hediyelerden bir tanesi olduğuna inanırım.

Yıllarca akşam yemeklerine çok önem verdim ve çok özendim. Kahvaltılar da yine atlamadığım, keyif alarak zaman geçirdiğim öğünlerden bir tanesi olmuştur. Öğle yemelerim ise hiçbir zaman gereken önemi hissetmediler. Genelde hep yemiş olmak için yedim. Atladığım çok az olmuştur ama çok özene bözene ortam yarattığım bir öğün de hiç olmamıştır.
Hayat kendi içinde bir denge her zaman bir şekilde yaratıyor. Yıllardır, hadi en azından çok az önem verdiğim diyelim, öğle yemekleri bugün benim üzerine titrediğim öğünlerin hem de en başında gelmekte. Öğle saatleri ve özellikle öğle yemekleri benim için son 3 senedir çok ama çok önemli.
Daha saat 11’den itibaren nereye gideceğimi ve ne tüketeceğimi düşünmeye başlıyorum. Çoğu kere o saatlerde acıkmış bile olmuyorum ama yine de  öncesinde oturup ne yapacağımı düşünüyor, bu keyifli 1,5 saati adeta dakika dakika planlıyorum. Evet doğru okudunuz J Firma çalışanları olarak çok şanlıyız; tam 1,5 saatlik bir öğle arasına sahibiz. Bu konuda ki duyarlılığı için patronumuza en azından içimden şükranlarımı sunmak isterim.
Öğle yemekleri benim için çok önemlidir çünkü tuvalette geçirdiğim saatleri saymazsak (ki evde kaç kere apar topar çıkmak zorunda kalmışımdır)ancak bu 1,5 saatlik sürede yalnızca kendimle başbaşa kalabiliyorum. Bu uğurda şirkette anti-sosyal görünmeyi bile göze alabiliyorum.
Evdeki akşam yemekleri bizde büyük bir kargaşa içersinde geçer. Bir kere yemelerim ve içmelerim hatırı sayılır miktarlarda ve uzunluklarda kesilir. Mesela oğlum “tamam saklandım, odamdayım, beni bullllll” diye bağırır. Tabii ben hemen odasının yolunu tutarım. Bir kaç kere o, bir kaç kere ben saklandıktan sonra yeniden masadaki çıkışa en yakın yerime geri dönerim.
Eşim de sevecenlikle başladığı ve hep kendi yaşadıklarını anlatan konuşmalarında kendisini dikkatle dinlememi ister. Onun hayatında benim hayatımın tersi olarak hep birşeyler olur. Bu birbirinden önemli konuları da tüm detayları ile anlatır. Çok şükür yorum beklemez, yalnızca konuşur. Ben de gözlerim ona bakarak, yemek yemeğe ve kendimle kalmaya devam ederim. Bazen sen nasılsın diye sorar ama önemli değildir. Ben daha cevap vermeden o başka yine kendisiyle alakalı bir konuya başlamıştır bile. Bu arada oğlum eşimi dinler gibi yaparak dinlemekte olduğum müziği beğenmez ve kendisinin artık ezberlediğimiz, tüm sözlerini içselleştirdiğimiz (hani bestecisi ya da söz yazarı olsak bu kadar biliyor olabileceğimiz)şarkılarını dinlemek istediğini söyler. Hadi gücününüz yetiyorsa kendinizi iyi hissettiğiniz, stresinizi yok eden, günün yorgunluğunu üzerinizden alan, sevdiğiniz parçaları dinlemeye devam edin de göreyim sizi. İllaki masadan yeniden kalkılır ve istediği gerçekleştirilir. Hep beraber o muhteşem şarkılar dinlenir, hatta zaman zaman coşkunuzu kontrol edemeyip kalkıp dans etmeye bile başlarsınız. Eşim bu dansların sebebini şaraplara bağlasa da ben biliyorum nedeni yalnızca ve yalnıza bu muazzam derinlikli şarkıların ben de yarattığı içsel çoşkudur.
5-6 ortalama kalkış oranıyla yemeğimi tamamlamaya çalışırken “hala mı devam ediyorsun, nasıl bu kadar yemeği uzatabiliyorsun, mahsus mu yapıyorsun” sevgi ve huzur cümlecikleriyle yemeğimin bir kez daha bitmeden sonu geldiğini anlamış olurum her defasında. Anlayamadığım ise o sevgi cümleciğin içinde geçen “mahsus” kelimesi olmaktadır hep. Cevap vermek veya soru sormak, tecrübe ile sabit,durumu iyice zora sokacaktır. Şarabın etkisini sıfırlama riski ise cabası. Susup hızla masayı toplamaya başlıyorum ki oğlumu uyutmaya başlayabileyim. Çoğu kere de zaten oğlumla uyuyakalmayı gerginliğin tekrar yaşanmaması için tercih ediyorum.
Kahvaltı için ise zaten zamanım yok. Oğlumu yuvaya bırakma saatim ile iş başı yapma saatim aynı. Nasıl hala kovulmadığımı merak ediyorsanız gün içerisindeki beni bile şaşırtan muazzam performansım. İşimi seviyorum ve gereken önemi her bir dakikasında gösteriyorum, bu nedenle de giriş çıkış saatlerim çoğu kere önemli olmuyor.
Gün ortasında ihtiyacım olan şey, günlük olayları konuşup, yönetici çekiştirip, dedikodu yapmak çoğu kere olmuyor. Tek istediğim bir kadeh şarap eşliğinde, sakin bir ortamda, hafif bir müzik dinleyerek , kitabımı okuyup, lezzetli yemekler yiyebilmek. Çoğu kere şirketten birileri olup da yanıma gelirler diye özellikle uzak yerleri tercih ediyorum. Sessizce köşeme kuruluyor, kitabımı açıyor, keyif yapmaya, kendime zaman ayırmaya başlıyorum. Ne büyük bir saadettir, ne büyük bir mutluluk, ne büyük bir stres atmadır sizlere anlatamam. Genelde tercih ettiğim mekanlar ve yemekler aynı olduğundan gittiğim yerlerde kendimi adeta evimde hissederim. Masaj etkisi yaratan bir öğle yemeğinden sonra yeniden paşa paşa firmamın yolunu tutarım.
Eşim dostum bilirler öğle yemeklerim hayattaki hava kabarcıklarımdır. Dalma ile ilgilenenler bilirler, azot sarhoşu olduğun zaman yön duygun yok olur ve yüzeye çıktığını sanarak derinlere doğru gitmeye başlarsın. Zaten bu duruma derinlik şarhoşluğu da denir. Tek kurtuluşun hava kabarcıklarının gittiği yöne gitmen olmalı ki çoğu kere sana sanki hava kabarcıkları derinlere gidiyormuş gibi gelir o durumdayken. Zaten bir kaç metre yükseldin mi sarhoşluk pat diye yok olur, şaka gibi bir şey. İşte bu nedenle zor ve ters bile olsa kurtarıcıdır hava kabarcıkları. İşte öğle yemeklerim benim kurtarıcılarımdırlar. Severim, önemserim ve değer veririm. Geçiştirmek işime de gelmez zaten yapmama da.
Geçen gün öğle saalerinde öğle yemeğine gidemedim. Oğlumun doğum günüydü ve ana okulunda kutlaması vardı. Allahım öncesindeki hazırlığı size anlatamam. Yalnızca pasta seçimi bile evlendiğimiz zamandaki pasta seçiminden çok daha zor ve çok daha karışıktı. Önce pastanın alınacağı yerin seçimi, sonrasında seçilen yerden alınan, denenen, tadılan pastalar ve nihayet seçim. Seçim sonrasındaki pastanenin sahibesi olan bayanın gözlerinin içindeki “çok şükür sizden nihayet kurtuluyorum ifadesi” beni bile duygulandırdı açıkçası. Gören de oğlumuz evleniyor sanır. Pastadaki içerik seçimi, üstünün süslemesi, getirilmesi, kesilmesi  meğer füzyon bile bu kadar zor değilmiş. Bizim zavallı doğumgünlerimizi düşünüyorum da nice senelerimizi mahalle pastanelerinden alınan bol kekli az çikolatalı pastalarla heba etmişiz.
Doğumgünü Cuma günü idi. Ne olur ne olmaz diye Perşembe okula gönderilmedi. Çarşamba sabahı eşim “Perşembe göndermeyim, ne olur ne olmaz” dedi. Sabahın daha ilk saatlerinde, kahve bile daha içmemişken, kalkıp da “ne alaka canım, gitsin, evde sıkılır çocuk” demek gafletinde bulunmadım çok şükür ama pek tabii ki de boş bulunup ağzımdasn kaçırıverebilirdim. İşiğin komiği ve anlaşılmazı, Çarşamba günü okulda bunu haber verdiğimde oradakilerin tamamının bu söylediklerimi çok mantıklı bulmalarıydı. “Yahu deli misiniz, bari siz böyle düşünmeyin” demek istedim ama tüm bunları söylesem de anlamayacaklarını bildiğimden güldüm ve arabama doğru yöneldim.
Öğle vaktine 1 saat kala okulda yerimi aldım. İçeri girdiğimde girişteki boş koltuklarda tüm azameti ve artisliği ile oturan eşimi gördüm. Görmemezliğe gelmek için çok geçti ama yine de kafamı çevirip dışarıya yönelmeyi tercih etmiştim ki o romantik ve içimi kıpır kıpır eden sesini duydum. Arabaya doğru bağıra bağıra koşmayı düşündümse de, sonrasında bunu açıklamayacağımı fark edip “selam hayatım nasılsın”  diye ona yöneldim. Neden bilmem biz yalnızca kavgalıyken birbirimize isimlerimizle hitap ederiz. Onun dışında, hayatım, canım, gibi süslü kelimeleri hep tercih etmişizdir. İsimlerimizi beğenmediğimizden ve adeta bir küfür gibi kullanmak istediğimizden mi yoksa bir şekilde “sana bak hala kızgınım” iç sesimizi, dış ses haline dönüştürmek isteğimizden midir bilemem ama hep bu şekilde davranmayı daha doğurusu seslenmeyi tercih etmişizdir.
Sonrasında yaşananları anlatmak oldukça kolay aslında. Gözünüzün önüne bir mafya düğünü getirin. Girişte gelin ve damadın ailesi gelenleri karşılıyor. Gelenlerde yanlarında getirdiği içi para dolu zarfları aile büyüklerine veriyor. İçi para dolu beyaz zarf objesini , içi oyuncak dolu poşet objesiyle değiştirin. İşte bizim durumumuz kısaca buydu. Okulun kapısında gelen velileri karşılıyor, gelen hediyeleri arabaya yerleştiriyor, bir kaç kibarlık kelimesi edip, diğer veliye yöneliyorduk. Sonra topluca çocukların sınıfına yöneldik. Pastamızı ve yanındaki tuzluları hazırladık. Şapkalar takıldı,balonlara tekmeler atıldı, süslemelere sevgiyle ve mutlulukla bakıldı. Bir süre sonra bilgisayara takılı hoparlörden Happy Birthday melodisi yükseldi. Hayır tabii ki Marilyn Monroe’nun buğulu sesinden değil, sevgili Mickey Mouse  ve saz arkadaşlarından. Pasta kesildi, tuzlular yenildi. Pasta hakkında görüşler söylendi.
Ne kadar hafif, süper bir pasta ...
İçindekiler bir harika, ne güzel seçmişsiniz ...
Hayatım nereden yaptırdın?
Üstündekilere bayıldım, nerden bu ayol?
Evet biz yapmadık ama biz seçmiştik. Tüm gururu ve kutlamaları üzerimize aldık. Bir yandan tebrikleri kabul ederken bir yandan da pastacının yerini anlatıyorduk. Burada kullanmış olduğum 1.çoğul şahıs eşime olan sevgimden ve takım ruhuna olan saygımdandır yoksa ben para ile tutulmuş bir fotoğrafçı gibiydim. Sürekli fotoğraflar çekip durdum. Arada pastayı da yedim ve çok beğendiğimi de söyleyemem. Daha önceki denediklerim çok daha güzeldi.
Partiyi bozan tek olay öncesinde yaşanan bir ısırma olayı idi. Çocuğun teki bir başka çocuğu üstüne çıktığı için ısırark cezalandırmış ve ısırılan çocuğun annesi buna oldukça içerlemişti. Etrafına toplanan diğer annelere sıkıntısını anlatıyordu. Etrafına toplanan öğretmenler ise ısıran çocuğun adını vermiyorlardı. Neyse ki çocuklardan biri ısıranı ispiyonladı da partinin ve günün kötü çocuğu ile de tanışmış olduk. Haylaz olduğu gözlerinden okunan yaramaz mı yaramaz bir adamdı. Sevmedim dersem yalan olur. Ne yalan söyliyeyim ısırma huyunun olmadığını bilmeme rağmen oğlumun bu en mutlu gününde kötü adama dönüşmediğine çok sevindim. Isırılan çocuğun annesinin ise gözlerine bakmaya korktum. Onun bu acılı haline rağmen, gülüyor, pasta yiyor, fotoğraf çekiyor olmamıza her an bir laf edecek diye  bekleyip durdum. Neyse ki kibar bir kadındı da pek ses etmedi eğlenmemize.
Eskiden doğum günlerinde doğumgünü sahibi toplardı hediyeleri. Günün kralı ya da prensesi olurdu. Herkes onunla ilgilenir, hediyeler verilir, omuzlara alınırdı. Biz böyle gördük, böyle bir psikoloji ile büyüdük. Meğer zaman içersinde işler değişmiş. Zayıf psikolojimin nedeni de bu şekilde anlaşılmış oluyor. Psikolojik sebeplerden tüm çocuklara hediye almamız gerekiyormuş. Ne anladım ben bu işten ...  Kardeşim keşke bir centilmenlik anlaşması yapmış olsaydık da kimse kimseye bir şey almasaydı, pastamızı talan edip dağılsaydık. Sen misin bana hediye alan, al bakalım sana hediye tadında bir gün oldu.
Öğle yemekleri benim için çok önemlidir. Kendimle kalabildiğim büyülü anlardır. Bu öğle vaktinde oğlumla beraberdim ve yeni bir yaşa girmesine tanıklık ettim. Bir yaş daha büyüdü.
Kendisini yalnızca 3 senedir tanıyoruz. 3 sene önce hayatımıza katıldı ve çok da iyi yaptı. İyi ki bizi seçti. Ondan öncesi meğer yalnızca geçen boş yıllarmış. Hayat bizim için onunla başladı. O bizim yalnızca kanımız, canımız ve bir parçamız değil. O bizim yaşam sevincimiz. Neşemiz, kahkahamız. Gözlerimizdeki ışık, aydınlığımız. O bizim nefesimiz. Gün ışığımız. Mutluluğumuz. Huzurumuz. Sağlığımız. O Tanrıdan gelen bir armağan bizlere. O bizim hayatımız. Herşeyimiz. Onu çok seviyoruz.
Oğlum! Canım oğlum! Benim yakışıklı, iyi kalpli, birtanecik oğlum!
Nice mutlu güzel yıllara...
Dilerim şansın da bahtın da hep açık olur!
Doğum günün kutlu olsun!





14 Kasım 2011 Pazartesi

Lafla peynir gemisi yürümüyor…

Güzeller güzeli bir ülkede yaşıyoruz. Etkin bir şekilde kullanmıyor olsak da 3 tarafımız denizlerle çevrilmiş. Bir tarafımız zamanında Türk gölüne dönüştürdüğümüz Akdeniz bir tarafımız hırçın ve dalgalı Karadeniz.  Rusya’nın sahip olmak için yüzyıllardır can attığı ve her bir fırsatı değerlendirmeye çalıştığı boğazlara sahibiz. Anlı, şanlı, gurur duyulacak bir tarihimiz var. Toprağımız bereketli, iklimimiz ılıman, insanımız özünde iyi, birçoğu çalışkan ve fedakar. Azalmaya başlıyor olsa da hala ailenin çok önemli ve kutsal kabul edildiği bir zihniyete sahibiz. 

Güzeller güzeli bir ülkede yaşıyoruz. Bunu kim inkar edebilir ki?

70 milyonun üzerinde kişinin yaşadığı ülkemizde yazacak konu yığınla. Üşenmeyin ve gazetelerdeki başlıklara, televizyonlardaki yayınlara bakın. Göreceğiniz yalnızca kötü haberler olacaktır. Bir kaç tane iyi ve insanın içine aydınlatan, gününü aydınlatan haber ise köşe bucağa ve oldukça küçük puntolarla ve muhtemelen kerhen verilmekte. İnsanı üzen, gelecek açısından kaygılandıran ve hatta umutsuzluğa düşüren haberler ise adeta insanın gözüne sokulmakta.

Dikkat etmişseniz çoğu zaman bu konulara girme tercihinde bulunmamışımdır. Yazmama tercihim benim için söz konusu bu konuları görmemezlikten gelme ya da kulağımın üzerine yatma değildir. Bilakis tüm bu iç kapatıcı konuları aslında üzülerekten ve çoğu kere kaygıyla takip etmekteyim. Açıkçası birçoğu için yazacak bir kaç kelimem de çoğu kere heybemde bulunmaktadır ama genelde kendime saklamaktayım.

Köşe yazarları gibi konudan avantaj sağlamaya çalışıp gündem üzerine yazma kolaylığına girmemek gibi bir nedenin arkasına sığınacak değilim zira bence bu kolaycılık değil bilakis gündemi yakalamak aslında. Ama ben bilinçli bir tercih ile yazmamayı tercih etmekteyim.
Nedeni mi? Aslında çok açık hatta naif ve bir o kadar insanca aslında...

Bu konuları yazmak açıkçası içinde bulunduğumuz durumda beni korkutuyor. Hem kendimi, hem de ailemi düşünmek zorundayım. Kişisel olarak bir Yılmaz Özdil, bir Can Ataklı, bir Emin Çölaşan, bir Bekir Coşkun, bir Levent Kırca, ya da bir Müjdat Gezen kadar da cesaretli olduğumu söyleyemem.

Arkamda beni koruyacak ve savunacak ne koca koca, büyük firmalar, ne avukatlar ordusu, ne de geniş bir hayran kitlesi olmadığından bu konularda uzun uzadıya, içimden geldiği gibi yazmıyorum. Aslında kendime uyguladığım bu gönüllü/zorunlu oto-sansürden ötürü yine kendime kızdığımı pek söyleyemem.

Konu düşüncelerin yazılı hale getirilmesi olduğunda cesaret tabii ki yalnızca teferruat olmaktadır. Onlar gibi konunun özüne bu kadar direk ve bu kadar başarılı girebileceğimi de düşünmüyor olduğumu itiraf etmeliyim.

Bir Müjdat Gezen üstat mesela; “ Ekim ayına söyleyin bundan böyle 28 çeksin, Kasım 9 çeksin, Nisan 22, Ağustos 29 çeksin. Çünkü birileri bizi çekemiyor ” diye yazmış. Anlatılmak istenen konu, verilmek istenen mesaj birkaç kelime ile başka nasıl bu kadar güzel ve bu kadar bam teline dokunacak kadar etkili anlatılabilir ki? Atamız da “Sanatçı güneşi alnında ilk görendir” derken tabii ki yine boş yere dememiş.

Bir cümlesiyle bir yığın insanı yıllar yılı tartıştırma becerisine ve zekasına sahip Aziz Nesin’i haklı bulan ve hatta oranı az bile söylemiş olduğunu düşünen bir birey olarak yukarıda ismini saymış olduğum bu değerli düşünce adamlarının boşa kürek çektiklerini özellikle ve üzülerekten belirtmek isterim.

Düşündükleri, dile getirdikleri ve yaptıkları ile tabii ki tarihe bir not düşüyorlar ama hedefi bulma şansları bu kadar dar bir ortalama dağılımda oldukça güç ve bana göre neredeyse imkansız. İşte belki de bu yüzden Sanat, sanat için olmalıdır düşüncesini benimsiyorum. Eğitimin bu denli düşük ve söz konusu oranın da bu kadar yüksek olduğu bir ortamda yine kişisel görüşümdür demokrasi yerine Cumhuriyet birincil amaç olmaya devam etmelidir. Söz konusu yukarıda zikredilen bu değerli şahsiyetlerin yine de bu uğurda çalışmalarına devam edeceklerinden hiçbir şüphem de yok. Açıkçası onların varlığından mutluluk ve huzur duyuyorum. Bir nevi sözleri ile yazıları ile rahatlıyorum.

Beylik büyük laflar edecek değilim. Konu hakkında uzman da değilim. Haddim de değil ama bazı gördüklerimi bir yaşayan olarak biraz özetlemek de isterim. Ayrıntılara girmek hem de hiç istememekle beraber kıyısından köşesinden biraz değinmek adına kendimce önemli bulduğum bazı ana konu başlıklarını sıralamak isterim.

Bence gündemde sürekli tutulup, çözüm adına konuşulması gereken ama bir şekilde hep diğer başka doğal veya yapay sansasyonel olaylar nedeniyle belki de özellikle perde arkasına itilen, her geçen gün biraz daha artan, biraz daha hassaslaşan ve gerilimin artmasına neden olan işsizlik, yoksulluk ve hatta açlık konuşulması, yazılması, dikkat çekilmesi gerekli ilk konu olmalıydı.

Konuyu mevcut hükümete bağlamak ise yalnızca kolaycılık olacaktır. Bence bu hükümette değişen tek şey sermayenin sahibi olmuştur.  Sermaye el değiştirmiş, bazı kesimler paralanmıştır. Fakir ve yoksul kesim ya da onların çocukları, tanıdıkları ya da komşuları yine sabit olarak bu manzaradaki yerini korumaktadır. Konu hakkında yazılacak tabii daha yığınla şey var ama dedim ya ben yalnızca hafifçe dokunacağım. Belki yarın belki yarından da yakın bu konuyu derinlemesine analiz ederim.

Diğer bir hassas konu ise son zamanlarda özellikle artan, arttırılan şehitlerimiz ve buna karşı yetersizliğimiz. Bir yandan içimiz yanıyor ama bir yandan da ateş düştüğü yeri yakar gerçeği ile her gün yüzleşmek durumunda kalıyoruz. Birileri bu işlerden nemalanmaya çalışırken Okan Bayülgen gibi şövalyeler ise özel temalı bir kanalda Don Kişot’luk yapıp adeta yayıncılık ve dürüstlük dersi veriyor. Kendisiyle aynı liseden mezun olmanın kendi adıma gururunu yaşadığımı özellikle belirtmek isterim. 

Bilanço o kadar acı, o kadar yürek paralayıcı ki insan sarsılıyor. Üzülüyor, içi burkuluyor ama çok değil bir kaç saat sonra yeniden Fenerbahçe küme düşecek mi konusuna geri dönüyor. Vah hem de ne vah ölenlere ve acılar ve özlemler içerisinde geride bıraktıkları ailelerine. Söz konusu bölücü örgütün bir süreliğine bile olsa ilacı olan zamanın hükümetinin yol verdiği karanlık işler, yasal olmayan oluşumlar, kontrol edilemeyen bağımsızlaşmış ve bence kanserleşmiş güç odakları ise bugün hala temizlenmeye çalışılıyor. Çözüm yok mu tabii ki var ama bir olunamıyor ki çözülebilsin. Yalnızca orduyla çözülemeyecek olması gün gibi aşikar. Kuruluşu bile Sovyetler Birliği’nin dağılışına denk gelen bir örgütten bahsetmekteyiz. Bu bir tesadüf olabilir mi?
Çözümün her türlü çalışmalara rağmen sağlanamaması ve tabii bunun sonucu her geçen gün biraz daha artan hatta faşizme kadar varan bir milliyetçilik, kafatasçılık ve neredeyse ayrıştırılmış bir millet.

Bu ayrım o kadar belirginleşti ki son gerçekleşen ve içlerimizi burkan Van depreminde toplumumuz düşünsel anlamda da birbirinden ayrışmaya başladı: Yardım yapalım diyenlerle en basit ve naif anlamında yardım etmeyelim görüşünü savunanlar.

Sözü açılmışken Van depreminden sonra Cumhuriyet bayramının iptali ve aynı zamanlara denk gelen malum Ankara’daki düğün de oldukça tartışmalar neden oldu. Bir kısım yerinde bulurken bir kısım ise Cumhuriyet Bayramı törenlerinin ve de kutlamalarının iptalinin "Van depremi ile" alakası yoktur görüşünü savunarak Van depremini  "kılıfı örtülmüş ve hatta güzel paketlenmiş, geçerli bir özür” olarak gördüler.

Hatta kimi tartışma panellerinde ve sanal platformlarda şu an ki kafa yapısı ve çalışma şeklini  "önce bir yem atmak, reaksiyonları ölçmek, eğer çok reaksiyon gelmez ise, devam etmek" seklinde özetledirler. Can Ataklı da günlük köşesinde “Cumhuriyeti de iptal edin bari. Haftaya kurban bayramı kutlanacak mı diye?” sorarak tepkisini dile getirdi. Bekir Coşkun ile Emin Çölaşan ise Ankara’daki malum düğünün zamanlamasını sütunlarına taşıyarak bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demeye getirdiler.

Kişisel olarak ise 88 yılda bu ülke nice acılar yaşadı; Erzincan depreminde 33 bin, Kocaeli depreminde 17 bin kişi öldüğünde bile Cumhuriyet Bayramı etkinlikleri iptal edilmedi de bugün neden iptal söz konusu? diye sormadan edemiyorum. Cumhuriyet Bayramında davullu zurnalı, dansözlü kutlama yapılmıyor ki. Günün anlamının, Cumhuriyetin nasıl kurulduğunun, milli birlik ve bütünlüğün ne anlama geldiğinin anlatıldığı konuşmaların yapıldığın bir bayramdan bahsediyoruz.
Hem kutlamama gerekçesi Van depremi olunca adama sormazlar mı “deprem gecesi de dâhil hala her gün televizyon programlarından eğlence neden eksik olmuyor” diye.
“… Önce uyutuyorlar, sonra soğutuyorlar ve en sonunda da rafa kaldıracaklar…”
“…Ortalama ılıman insanlar türetiyorlar, kılık değiştirenler de kervanını yürütüyor.”
“…bu vatan kime emanet edilmişti? Emanete sahip çıkılıyor mu?

Bende özellikle yukarıdaki ve benzeri konuşmalarda ve yorumlarda bulunan insanlara sesleniyorum, sahi sizler “emanete sahip çıkıyor musunuz?

CHP'nin iki kalesini gören bir noktadan Şişli ve Beşiktaş’a - ki bu mahallelerde göbeğini kaşıyanlar değil, cumhuriyetin "elitleri" oturur - baktığınızda Şişli’de ve Beşiktaş’ta bir elin parmaklarını geçmeyecek dairelerde bayrak görebildiğim bir 29 Ekim’de ister istemez geçmiş yılların bayrak zenginliğini hatırlamadan edemiyorum.

O zaman iktidara "neden yasakladın" diye sormak yerine "ben ne yaptım" diyerek başlamak daha yerinde olmaz mıydı? 29 Ekim tarihinde hem City's ve hem de İstinye Park ağzına kadar ziyaretçi doluydu ve üzülerek ve şaşıraraktan söylemeliyim ki hiç bir dükkanda bayrak maalesef yoktu.

Sen sahiplenmezsen ne mi oluyor?

6 gazete Cumhuriyet Bayramı'nı görmezden gelebiliyor: Taraf, Evrensel, Milli Gazete, Özgür Gündem, Yeni Akit ve Yeni Asya.

Daha önce de Cumhuriyet Bayramı'yla ilgili duyuru koymayan Taraf gazetesinin genel yayın yönetmeni Ahmet Altan, o günkü yazısında Atatürk'ün diktatör, Cumhuriyet'in ise diktatörlük olduğunu iddia ederek "Cumhuriyet’iniz ve bayramınız size kutlu olsun. Biz, kutlamak için demokrasiyi bekleyeceğiz" satırlarına pervasızca ve cesaretle ama utanmadan yer verebiliyor.

Altan geçtiğimiz 29 Ekim'de de bu türden kutlamaların sadece diktatörlüklerde görülebileceğini, normal gazetelerin böyle duyurular koymayacağını ileri sürmüştü. Bu sene işi biraz daha ileriye götürmesinde bir beis görmeyebiliyor.

Tabii İzmir’e ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Meydanları dolduran ve Cumhuriyet Bayramını kutlayan o görkemli ışıl ışıl aydınlık insanlara bir sözümüz tabii ki olamaz.

Aslında benim haddim değil ama siyaset bilimcilerin belki de tartışmaları gereken en önemli konusu tüm yukarıda sayılanlara rağmen her geçen gün ve üstelik 3.dönemlerindeyken bir iktidarın bu kadar yükselebilmesi olmalıdır. Başlı başına bir yüksek lisans tezi olmayı hak ediyor bu konu. Bunun nedenini esameleri okunmayan, cılız söylemli ve kimseye umut vermeyen bir muhalefete veya Aziz Nesin’in tezine bağlamak hem iktidara haksızlık ve hem de kolaya kaçma olacaktır.

Ya yolunda yürürüz ya da bu yolda ölürüz diye bağıranlar; lafla peynir gemisi yürümüyor.

9 Kasım 2011 Çarşamba


SAYGIYLA VE ÖZLEMLE ANIYORUZ ...