Bu Blogda Ara

25 Haziran 2013 Salı

Biraz da ekonomi ...

Bugünlerde içimden yazmak pek gelmiyor. Hani sanki kendimle ilgili bir şey yaparsam hata olacakmış gibi hissediyorum. Bu nedenle de zaten ne briç oynuyorum son günlerde ne de yazacak tonla konu olsa da blogum için yazı kaleme alıyorum. Hem kişisel hem de ülke olarak normalleşmeyi bekliyorum. Son zamanlarda yaşanan gerilim, kutuplaşma ve komplo teorilerinden fazlasıyla yoruldum sanırım. Bir dönemdir ve geçecektir ama geçerken işte sıkıntıları da bir şekilde yoğun olarak yaşatıyor. Bir yandan ülke içi yaşanan olaylar, bir yandan Avrupa ile olan ilişkilerimiz ve bir yandan da küresel ekonomik çalkantı hani her şeyi Floransa Etkisinin tam tersi bir durum olarak karşımıza çıkarıyor. Geldi mi üst üste gelir derler ya durumumuz tam olarak işte budur ve ben de böylesi bir konjonktürde oturup ailem hakkında ya da başıma gelen komik olaylar hakkında yazasım gelmiyor, gelemiyor bir türlü. Diğer taraftan ama bu sebepten ama şu sebepten yazmayı bırakırsam -yaz mevsimi de geldi- iyiden iyiye bırakırım ve tekrar eskisi gibi yazamam korkusunu da içimden atamıyorum. Belki de bu nedenle ufak ufak bazı konularda bir şeyler yazmak istedim.

Ülkemizde son yaşanan durum hakkında uzun bir yazı yazdığımdan tekrar o konuya girmeyeceğim. Onunla ilgili dileklerimi ve ümitlerimi korumaya devam ediyorum. Dilerim ülkemizde ki dil yakın zaman da yeniden yapıcı, barışçı, özgürlükçü ve anlayış dolu bir dil olur. Türkiye & AB arasındaki köprünün de giderek kuvvetlenmesinden yana biri olarak dilerim gerilim değil ama diyalog kazanan olur diyorum. Yanlış anlamayın birliğe girip girmemek beni ne üzer ne de sevindirir ama köprülerin atılması kesinlikle üzer.

İşte benim penceremden diğer bazı konu başlıkları. Okunma kolaylığı açısından yine ayrı ayrı yazılar olarak konular karşınıza gelecekler. İlk konu hepimizi çok ilgilendiren ya da ilgilendirmesi gerekli bir konu olan ekonomi. Ben son zamanlarda bununla yatıp bununla kalkıyorum. Hepinize ekonomiyi hem de çok yakından takip etmenizi öneririm.

2008 krizi sonrası mecburiyetten başlayan ve tüm dünya piyasalarının yaşamasını sağlayan Fed kaynaklı yüksek hem de çok yüksek likidite dönemi artık bitiyor. Son yapılan açıklamalar bazı fireler olsa da hep bu yönde zaten. Özellikle Fed Başkanının yapmış olduğu son konuşma sonrasında beklenenin de üzerinde bir panik havası esmeye başladı. Sahi ne dedi de böylesi bir hava oluştu? Aslında bilinmeyen ya da tahmin edilmeyen hiç bir şey. Demek ki piyasanın bir şekilde fiyatlaması gelmiş ki bu fırsatı kaçırmak istemediler. Öyle ya da böyle beş sene boyunca bol likiditeye alışmış piyasalar tahvil alımlarında sona geliş haberleri sonrasında oldukça tedirginleşip, huzurları bir hayli kaçtı. Küresel riskte de iştah kaybı yaşanıyor ki Fed depremi sonrası bir süre daha illaki yaşanacaktır. Gerginlik o kadar fazla ki adeta ete kemiğe bürünmüş bir durumda ve bu da tüm riskleri sıfırlar duruma getiriyor. Benzer kötü durum Çin için de geçerli. Dünyanın en büyük ikinci ekonomisinde büyük sarsıntı var. O kadar ki Avrupa’daki sorunlar dert bile edilmiyor. Düşünün kü İtalya’da verilen mahkumiyet kararı ve Yunanistan’daki  parlamenter yapının değişmesi bile dert edilmeyecek kadar başka büyük sorunları piyasa fiyatlamakta. Zaten piyasa için fiyatlamak olsun da ne olursa olsun. Bir şekilde olumlu ya da olumsuz bir şeyi yakalamaya görsünler hemen kazanç kapısına dönüştürüveriyorlar. Bu işi de oldukça iyi yapıyorlar. Filler tepişir, olan yine çimenlere olur tabii.

Ülkemizde de durum benzer seyir izledi. USD/TL bir anda 1.95’leri gördü. Merkez Bankasının birbiri ardı sıra yaptığı benim için oldukça yüksek ama kurum ve piyasa için oldukça düşük dolar ihaleleri de bu durumu soğutamaya yetmedi. Yazıyı yazdığım an itibariyle USD/TL 1,9422 ve 100.000’i görmesi hedeflenen BIST maalesef 72.500’ün biraz üzerinde.  Bundan sonrasında artık riskler hep göz önünde olacaklar, saklanıp kalacakları yerler artık kalmadı ve bundan sonrada artık hiç olmayacak. Yani artık balonların patlama zamanı geliyor. Dilerim şiddeti hepimiz için kabul edilebilir seviyelerde olur.

Peki ne mi olacak?

İlk önce 2013 son çeyreğinde tahvil alımları azaltılacak ve 2014 yılında tamamen alımlar bir son bulacak. Son aşamada ise 2015 yılında faiz artırımları tekrar gündeme gelecek. 

Bizi ilgilendiren kısım mı nedir?

Siz siz olun dolar borçlanmayın ve paranız varsa ve kur müsaade ediyorsa 2013 son çeyrekten önce dolara dönün.


Peki geç mi kalındı?

Ümit ederim ki hayır. Fed sonrası oldukça sert bir yükseliş oldu evet ama Merkez Bankamız TL’yi desteklemeyi tercih etmekte. Bu bize avantaj sağlamakta, zira kurlardaki yükseliş bu sayede sınırlı kalacaktır. TL’nin faiz avantajı sayesinde de TL’ye geçişi avantaj olarak gören görüşler olacaktır. Bir de bunların üzerlerine azalan siyasi tansiyon ve Fed odaklı yorum ve haber akışı içeriğindeki her yöne çekilebilecek durum (ki bence bu da bir taktik) eklendiğinde USD/TL illaki düşecektir. Kişisel fikrim düşerse 2013 son çeyrek için hazırlıklı olun ve dolara dönün derim. Ama tabii tüm bunlar benim kişisel çıkarımlarımdır. Kimseye tavsiyede bulunmam zira bu işin uzmanı değilim. Yalnızca elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum o kadar. Araştırmalarınız yapın ve kararlarınızı yine ya siz verin ya da bir uzmandan profesyonel bir destek alın derim.

Hepinize bol kazançlar dilerim.

5 Haziran 2013 Çarşamba

Çalıdan biraz daha büyük ağaç

Her şey  çalıdan biraz daha büyük ağaçların sökülmesiyle başladı; ya da birileri olayların yalnızca bundan kaynaklandığını sanmaya devam ediyorlar. Aradan bu kadar süre geçmesine, yapılan bunca açıklamalara rağmen hala anlaşılamayan çalıdan biraz daha büyük ağaçların bizim için kutsal kabul edilen her bir şeyin yerine bir sembol olarak konmasıydı gönüllerimizde. Çalıdan biraz daha büyük ağaç uzun süredir hem de çok büyük bir özlemle arayıp bulamadığımız liderimiz olmasıydı, apolitik gençliğin ideali, ideolojisiydi. Kars’taki ucube heykel zihniyetine, sınavlardaki ve işe alımlardaki yolsuzluklara, kürtaj yasasına, alkol yasasına ve daha nice yasaklara ses çıkaramayışımızın pişmanlıklarıydı. Eğitim sistemimizin bir günde değişmesine tepkimizdi. Deniz Fenerinin unutulmasına göz yummamızın içimizi dağlayan üzüntüsüydü. İlk başlarda kimi kesime sempatik ve samimi geliyor olsa da üst perdeden yapılan üsluba artık bir yeter denmesiydi. Biz yaptık oldu zihniyetinin değişmesi için gerçekleştirilen bir baş kaldırıydı. Beklenilen asgari de olsa bir saygıydı. Çalıdan biraz daha büyük ağaçlar “Kıyamet kopsa da o ağaçlar sökülecek!” zihniyetine, “Kıyametin koptuğunu görsen de elindeki fidanı dik” zihniyetiydi. İşte bu nedenle bir ağaç için canını ortaya koyanlarla, AVM tutkunları ve kömür sevdalıları  karşı karşıya geldi. Çalıdan biraz daha büyük ağaç mahalleme, meydanıma, ağacıma ve belki de en önemlisi yaşam tarzıma dokunma yakarışıydı. Halkın “one minute” demesiydi. Çalıdan biraz daha büyük ağaç kutlanmayan milli bayramlarımız, metrodaki gençlerin ahlakı ve kurucu büyüklerimize, ölümsüz kahramanlarımıza geri verilen itibarlarıydı. Milli içkinin tekrar rakı olmasıydı belki de. Çalıdan biraz daha büyük ağaç 3.köprünün adının Mimar Sinan yerine (benim ilk tercihim bu olurdu) hilafeti getiren ve Sünni-Alevi ayrışmasının baş mimarlarından olan Yavuz'un adının verilmesine olan isyandı içten içe gelen, dalga dalga yükselen. Çalıdan biraz daha büyük ağaç bu toplumu germe, ayrıştırma, ötekileştirme, sinir merkezleri ile oynama ve gündem değiştirme çalışmalarına olan itirazlarımızdı. Atatürk’ün Gençliğe hitabıydı. Şimdi anladınız mı öngörü ne demek? Neden vatanı gençliğe emanet ettiğini?

Gülse Birsel yazmış, ne de güzel özetlemiş aslında: “Tek manevi değerimiz İslam değil, anlamak istemiyorsunuz! İslam’ın yanında, cumhuriyet de, mili bayramlar da, Atatürk de, yaşam tarzlarımız da, sadece anayasal bir ilke gibi görünen laiklik bile milletin manevi değeridir! Çünkü özgürlüğü, ümmet değil millet olmayı, birey olmayı, hakkı hukuku, adaleti, hayatını istediği tarzda yaşamayı, kadın haklarını, eşitliği, pozitif bilimi, aydınlığı sembolize eden kelimelere dönüşmüşlerdir!”

Çalıdan biraz daha büyük ağaç bir demokrasi testi idi. Kazananlar da oldu kaybedenler de. Bazısı içeride çok sayıda çocuk ve bebek bulunurken Taksim Metro'nun girişine gaz bombası attı bazısı elinden geldiğince halkına sahip çıkarak yardım etmeye çalıştı. Bazısı kapılarını ardına kadar açarken bazısı kepenklerle kapadı ki bir şeyler olmasın. Bazısı olayları görmezden geldi ya da dalga geçer gibi belgesel yayıncılığı yaptı. Tarihsel olayları görüntüleyip tarihteki yerlerini alacakken Büyük Göçleri gösterip tarih oldular. Ama bir tanesi var ki işte o kahramanca olanı biteni olduğu gibi sergileme cesaretini gösterebildi. Bazılarına göre eylemci, marjinal grup, çapulcu ya da ayyaş olanlar bazılarına göre hakkını arayan tarih yazarlarıydı. Dedim ya kaybeden de oldu kazanan da.

Çalıdan biraz daha büyük ağaç Çarşı, her şeye karşının taraftar grubundan Kuvayi Milliye'ye dönüşmesiydi. Düne kadar kanlı bıçaklı olanların yeniden kardeş olması, omuz omuza yürüyebilmesiydi. Geçmişin tüm öfke, nefret ve kinlerine, dargınlık ve kırgınlıklarına bir son verilmesiydi. Geçmişin hesaplarının geçmişe terk edilmesiydi. Aradaki karanlığın yerini aydınlığa, sevgi ve saygıya bırakmasıydı.Bugüne kadar bizi bölmek için her yolu deneyenlerin hayal kırıklığıydı Çalıdan biraz daha büyük ağaç, ders çıkarılması gereken, duygu ve gurur yüklü bir hikaye, bir ironiydi anlayana. El Pueblo unido, jamás será vencido - Birlik olmuş bir halkı hiçbir kuvvet yenemez derler. Çalıdan biraz daha büyük ağaç bizim yeniden birlik olmamız, Çılgın Türklüğümüzü hatırlayıp üzerlerimizden ölü toprağını atmamız ve dünyayı yerinden zıplatmamızdı. Bu yapılanlar ne turuncu bir devrimdi, ne de bir Arap baharı. Bu bir birikimin patlaması, sabrın taşmasıydı. Çalıdan biraz daha büyük ağaç bu ülkeden bir şey olmaz diye düşünenlere inat, bu ülkeye bir şey olmaz diye düşünebilme umuduydu.

Yaşam biçimlerimiz değişti bir anda. Gündüz makyaj yapıp, traş olup, parfümler sıkarak işe ve okula gitmeler yerini, akşamları cepte maske eyleme gitmeye bıraktı. Gidemeyenler elde tencere, tava, sokaklarda, pencerelerde çalıp çalıp durdular, hala uyanmayanlar, uyanamayanlar varsa uyansınlar diye. Evde olanlar vicdan azabından uyuyamaz oldular gaz altında olanları düşünmekten. Uykusuzluğumuzla gurur duyar olduk bugünlerde. Belki çevremizde sağlıklı, pembe yanaklı kişiler yerine mor ya da kırmızı gözlü, aksayarak yürüyen, aksıran, tıksıran insanlar görmeye başladık ama artık çok daha gururlu ve çok daha huzurluyuz yine bugünlerde. Yine bugünlerde yaşını başını almış dedelerin, ninelerin “Sen tencere tava çalmazsan, ben çalmazsan nasıl çıkacak karanlıklar aydınlıklara!” haykırışlarına tanıklık etmeye başladık gözümüzde yaşlar, tüylerimiz diken diken ve göğsümüz gurur dolu olarak. Twitter ise yıkılıyor. Başa bela Twitter, Twitter olalı bu kadar yaratıcılık, bu kadar mizah duygusu görmedi. Ortada kesinlikle orantısız bir zeka ve mizah gücü var. Boşuna değil yaratıcısının bize olan desteği. İlk bir kaç aklıma geleni paylaşmak isterim: “Biz sinek ilacı aracının peşinden koşmuş bir nesilleriz, gaz da neymiş!”, “Tüp kaçağını çakmak yakarak kontrol eden bir milleti gaz ile korkutamazsınız!” ya benim favorim olan “Biz Ekrem Dağ’a solu ile gol attırdık, sen de kimsin?”

Meğer bizim gençler, bizim toplum, bizim halkımız neymiş yahu! Bu gurur dolu hikayenin sonucu büyük bir “iyilik dalgası” da büyüyerek herkesi sarıyor. Parkta çöp toplayanlar mı istersiniz, eylemden eve gidemeyen fırlamalara evini açanlar mı, telefonunu kaybedip de çaldırana “abi telefonunu yerde buldum, annen aradı telaşlanmasın diye açmadım, telefonunla seni şurada bekliyorum” diyenler mi. İşte dedim ya aslında Çalıdan biraz daha büyük ağaç dik durmakla, dikine gitmek arasındaki oldukça belirgin fark, gönüllerimizde ki Utopia idi. Ne mutlu bize ki gerçek oldu.

Bu ülkenin düşünen, okuyan, üreten sağduyulu insanları olarak kızdık, üzüldük, ve oldukça yorulduk ama artık yarınlara çok daha umutla bakabiliyoruz diye düşünüyorum. Çalıdan biraz daha büyük ağaç işte içimizde ki hiç bitmeyen umutlarımızdı bizlerin. Dertlerinde çözümlerin de kaynağı insan. Gönül kırmamak gerekir. Kırılan gönlü ise hemen onarmak. Artık yeni bir günde, yeni bir dönemdeyiz. Dün söylenenleri artık geçmişte kalmalıdır. Sizle aynı şeyleri düşleyenleri, yapanları, ve sevenleri sevmek yeterli değildir. Marifet sizi sevmeyenleri, sizi takdir etmeyenleri de kucaklayabilmektir. Çalıdan biraz daha büyük ağaç meşhur balkon konuşmasıdır. Bizler özgürlüklerine düşkün ve hakkını aramasını bilen insanlarız. Genç kardeşlerimiz apolitik yetişmiş olsalar da yeri geldiğinde politikanın alasını yapabilecek zekaya sahiptirler. Bizler her zaman fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir toplum olduk ve olmaya da devam etmek istiyoruz. Bizler anlaşılmak ve saygı duyulmak istiyoruz. Renklerimiz, şarkılarımız, türkülerimiz, hayat tarzlarımız ve görüşlerimiz ve hatta dinlerimiz ve dillerimiz farklı olabilir. Önemli olan hepimiz için aynı olması gereken özgürlüktür, adalettir, haysiyetli bir insan olarak mutlu ve huzurlu yaşayabilmektir.

Dilerim farklı farklı olsak da hepimizin ulu bir dağın birer taşları olduğumuz gerçeği unutulmaz ve özgürlüklerin başkalarına saygı zemininde yaşandığı bir toplum olmayı sürdürebiliriz.


2 Haziran 2013 Pazar

Özgürlüklerimiz 3


Bir dilek tuttum
  
Evlenmeden önce yalnızca ben vardım ve yalnızca kendime karşı sorumluydum. Karışanım çok fazla yoktu. İstediğim kararları alabiliyor istediğim şeyi yapıyor ya da yapmıyor, dilediğim hayatı olabildiğince yaşıyordum. Ülke şartlarının değişmesi yalnızca beni etkileyebiliyordu. Sonra eşimle tanıştık ve hayatımızın bundan sonraki bölümünü beraberce yürümeye karar verdik. Bir devrin sonu ve bir başka devrin başlangıcıydı. Artık hem kendime ve hem de her bir anımı büyük bir keyifle geçirdiğim eşime karşı sorumluydum. O bir yetişkindi. Ona karşı ya da ondan sorumlu olmak zor değildi, hatta bilakis keyifliydi. Sonra bizler için tüm zamanların en mutlu olayı gerçekleşti ve oğlumuz katıldı aramıza. Artık yeni, yepyeni ışıltılı bir dönem başlamıştı bizler için. Baba olmak zordu ama anne olmak çok daha zordu. Sürekli oğlumuz odaklı bir hayat sürmek, onun mutluluğu, huzuru, alışkanlıkları için sürekli düşünüyor, çaba sarf ediyor olmak, yemeklerini, kitaplarını, oyuncaklarını düşünüyor olmak ve üstelik tüm bunları hayatının her bir anında yapmayı sürdürmek yıpratıcı ve zor bir işti. Soluk almak istediği anlar/anlarımız çok oldu. O günler de artık çok şükür çok gerilerde kaldı. Orta yolumuzu bulmuş ve ona göre yaşamaya başlamıştık. Sonra birden yadsınamaz bir çevre faktörü girmeye başladı hayatımıza. Hatta neredeyse balıklama olarak girdi hayatlarımıza. Nereye me bağlayacağım konuyu? Korkusuz, güvenle ve başkalarını olumsuz olarak etkilemeden dilediğimce yaşama özgürlüğümüzün kendi adıma sarsılmaya başladığı gerçeğine.

Jean Jacques Rousseau’nun çok sevdiğim ve altına imzamı atacağım bir düşüncesi vardır, ki çoğu kereler sizlerle paylaşmıştım: “Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır..."

Sıkıntılı hem de çok sıkıntılı bir dönem geçirmekteyiz. Suriye’de yaşanan trajedi maalesef artık bizim sınırlarımızda, bizim içimizde. Patlayan bombalar, yok olan semtler, yitip giden canlar. Artık yalnızca birer istatistiki bilgi gibi geçmeye başlamaları tüylerimi ürpertiyor. Korkuyorum. Her an her şeyin olabilme ihtimalinden korkuyorum. İster demokrasi tutkunu ülkelerin Irak ve Bosnova’da unuttukları insaniyetlerini aniden hatırlamaları diye düşünün, ister adı konmamış bir enerji savaşı deyin ister gizli ajandalı bir komplo teorisi diye düşünün. Sebep ne olursa olsun savaş artık bize de sıçramış gibi. Umarım yanılıyorumdur, umarım bu son olur ama korkuyorum işte. Zavallı Suriye halkı aynı Irak’ta olduğu gibi yalnızca bir piyon gibi ölümü beklemekte. Vurulacaklar ve cansız olarak yere düşecekler. Eşleri, dostları, çoluk çocukları arkasından belki ağlayacaklar belki de ağlamaya bile fırsat bulamadan tarih sahnesinden onlar da çekilecekler. Bu kadar mı değersizler? Evet bu kadar değersizler. Birileri sahip olduğu vatandaşını düşündüğünden ve o vatandaşının daha iyi koşullarda yaşamasını istediğinden onları bu kadar değersiz görebilmekte, yok kabul edebilmekteler. Karışıklık işine yaradığı için karışıklığı yaratanlar mı daha suçlu, yoksa onların ağına düşüp karışıklık için tetik çekenler mi daha suçlu benim için hiç önemli değil. Önemli olan birileri yalnızca birileri daha refah içerisinde yaşasınlar diye ölmekte. Ben de onlar gibi olma şansızlığına erişmek istemiyorum. Görünen kötü bir gidişata doğru yol aldığımız. Yurt dışı dinamikleri anlayacağınız pek parlak değil. Yanı başımızda savaşlar çıktı çıkacak. Bizim etkilenmememiz ve belki de savaşa girmememiz söz konusu bile değil ki bence son yaşananlar bunu en azından destekler nitelikte. Kişisel fikrim ki umarım ve dilerim yanılıyorumdur bu yıl sona ermeden bir kıvılcımın çakacağı yönünde. Umarım olmaz, olacaksa da umarım bize sıçramaz. Bu bir kaç ayda olmazsa illaki bir kaç yılda olacaktır diye düşünüyorum.

Yurt içi dinamiklerini gelince, eğitim alanında olan değişiklik ve belirsizliklerden kişisel olarak sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik duymaktayım. Düz liselere bir anda yapılan dönüşümler, eğitim sistemindeki son anda ve bir çok parametre düşünülmeden gerçekleştirilen oldu bittiler, sınavlarda bir biri ardına yaşanan güven erozyonları ve sorumluların yerlerini hala koruyabilmeleri, alışılagelmiş düzenin anlatılmadan ve belki de çok irdelenmeden değiştirilmesi bunlardan yalnızca bir kaçı. Müfredat olayına hiç girmeyeceğim bile. Sağlık diğer bir nokta. İleride umarım ki iyi yetişmiş doktor bulmaya devam edebiliriz. Cunda Adasında ki balık lokantasının kahve içilecek yere dönüşmesi ise yalnızca içimi acıtıyor. Money talk! Yoksa zorla olan hiçbir şey yok. Keza alkollü içkilere birbiri ardına yapılan vergi zamları. Hitler’in danışmanlarından Joseph Goebbels’in meşhur sözünü unutmamak lazım: "Bana vicdansız bir medya temin et; sana bilinçsiz bir halk sunayım..." Bugün ne kadar özgür bir basından bahsedebiliriz onu da bilemiyorum. Diğer kurumlara girmekten gerçekten korkuyorum ve es geçiyorum. Günlük hayatın stresine, çalışma şartlarının her geçen gün biraz daha da zorlaşıyor olmasına, hayat pahalılığına, kalabalıklığa, stresten kaynaklı kabalık ve hoyratlıklara hiç girmiyorum bile.

Korkusuz, güvenle ve başkalarını olumsuz olarak etkilemeden dilediğimce yaşama özgürlüğüm işte yitip giden başka bir özgürlüğüm. Yitirmek istemiyorum ama yaşadığımız dönem ve şartlarda gerek yurt içi ve gerekse yurt dışı denge ve dinamikler sanki buna engel olmaya başlayacakmış gibime geliyor. Kendim için tabii ki korkuyorum ama eşim ve oğlum için olan korkum çok daha ağır basmakta. Belki sürekli olarak bununla yatıp bununla kalkmıyorum ama acı haberleri okudukça, değişimleri gördükçe kendimi çok çaresiz hissediyorum. Hala çözüm bulmamış olmak da içimi daraltıyor. Enseyi tamam karartmak istemiyorum ama çok geç kalmadan da onların ve tüm sevdiklerimin güvenliği, sağlık, mutluluk ve huzuru için kendimce bir yol bulmalı daha huzurlu hissetmeliyim diye düşünmeden de edemiyorum işte. Çözümler ancak başka baharlarda bulunabilecek gibi. Bugün elimizde kalan yalnızca dileklerimiz, umutlarımız. O halde gelin bir dilekte bulunalım.

Dilerim yapmak istemediklerimizi yapmak zorunda kalacağımız günleri hiçbir zaman yaşamayız ...