Bu Blogda Ara

26 Ağustos 2011 Cuma

Tasarlanmış bir imparatorluk: Amerika Birleşik Devletleri 4


Ortadoğu – Cadı kazanı 2

Bir önceki yazıyı İran’a karşı bir güç dengesinin nasıl kurulacağının sorusunu sormuş ve bu yazıda buna cevap arayacağımızı söyleyerek tamamlamıştık yazımızı. ABD’nin bölgedeki stratejik hedeflerine ulaşması için Irak’taki askeri varlığını (çoktan 50.000’e kadar azaltıldı) kullanmadan ve bölgeye yayılmış askeri varlığını artırmadan İran’a karşı dengeyi sağlayacak bir yol bulması gerekiyor.
Cevap aslında çoook önceden bilinen bir yolun tekrar uygulanmasından geçiyor. Friedman, ülkesinin bölgede denge oluşturmasının yol haritasını İngilizlerin uyguladığı tarihsel stratejiden hareketle kitabında ayrıntılı bir şekilde yine çizmekte. İkiyüzlü ama etkili bir yol: Düşmanın kaynaklarını, ABD üstünden bir komşusuna yönlendirmek.

İran’ın nükleer tesislerine saldırılmasına vereceği cevap, dünyada deniz yoluyla taşınan petrolün yaklaşık yüzde 45’inin dar bir kanaldan geçtiği Hürmüz Boğazı’nı bloke etmeyi denemek oldurdu. İran’ın gemileri vuracak füzeleri ve daha da önemlisi mayınları var. Eğer İran boğazı mayınlamayı başarır ve ABD burayı yeterince güvenilir şekilde temizleyemezse o dağıtım hattı kapatılabilir. Bu, petrol fiyatlarının çarpıcı şekilde yükselmesine ve küresel ekonomideki iyileşmenin kesinlikle durmasına neden olur. Başka bir ifadeyle sanılanın aksine İran’ın kozu daha çok ekonomik boyutta.

Tam bu noktaya dikkat. Eğer yazdıkları yani çıkarımları gerçekleşirse yazar abiyi çok takdir edeceğim. Gelecek on yılda, İran’la ilgili en çok arzulanan seçenek şu an için düşünülemez gibi görünen bir hamleyle gelecek. Aklıma hemen daha önce yazmış olduğum Lord Palmerston’ın sözü geliyor: “Şu veya bu ülkeyi İngiltere’nin sonsuz müttefiki veya ebedi düşmanı diye nitelendirmek sığ bir politika. Sonsuz müttefikimiz veya ebedi düşmanımız yok. Çıkarlarımız sonsuz ve ebedi ve bizim görevimiz bu çıkarları gözetmek.”

Evet doğru tahmin ettiniz: Bu hamle, imkansız gibi görünen stratejik durumlarda Roosevelt ve Nixon’ın seçtikleri yolla aynı: Daha önce stratejik ve ahlaki tehdidi olarak algılanan ülkelerle ittifak yapmak. Roosevelt Stalin’in Rusyası ile ABD’yi müttefik yaptı ve Nixon Mao’cu Çin’le ittifak kurdu, her ikisi de daha tehlikeli görünen üçüncü bir gücü bloke etmek içindi.

Bölgedeki şartlar bugün ABD’yi İran’a karşı aynı duruma soktu. Bu ülkeler birbirinden nefret ediyor. Ancak hiçbiri diğerini kolayca yok edemez ve doğruyu söylemek gerekirse bazı ortak çıkarlara sahipler. Basitçe anlatmak gerekirse Amerikan başkanı stratejik hedeflerine ulaşmak için elini İran’a uzatmak zorunda.

Eğer ABD Irak’ta uzun vadeli bulunan muazzam bir kara birliği yatırımı yapmak istemiyorsa ki bunu açıkça istemiyor, bölgedeki sorunlarının bariz çözümü İran’la uzlaşmak. Gelde bu duruma gülme.

Tabii sinsilikler ne yazık ki devam ediyor ve malesef bu sinsi planın içerisine sokulmak istenen ülke de evet evet biziz. ABD ile yapacağı bir ittifak Araplarla ilişkilerde İran’a geçici olarak üstünlük verir ama birkaç sene içinde ABD’nin ortaya yeni bir güç dengesi sürmesi gerekir. İsrail İran’ın karşı dengesi olmak için çok uzak ve çok küçük. Arap Yarımadası fazla dağınık ve ABD’nin silahlarını artırması için yapacağı teşvikin ikiyüzlülüğü alternatif bir karşı ağırlık olmak için fazla belirgin. Daha gerçekçi bir alternatif, Rusya’yı İran sınırına doğru etkisini artırması için teşvik etmek. Bu zaten olabilir ama göreceğimiz gibi başka yerlerde büyük sorunlar yaratır.

İran için muhtemel karşı denge oluşturabilecek ve bölgede uzun vadeli güç olmayı başarabilecek tek ülke Türkiye. Gelecek on yıl içinde, ABD her ne yaparsa yapsın bu mertebeye ulaşacak. Türkiye dünyanın en büyük on yedinci ekonomisine sahip ve Orta Doğu’daki en büyük ekonomi. Bölgenin -Ruslar ve belki İngilizler hariç- ve büyük ihtimalle Avrupa’nın en güçlü ordusuna sahip. Müslüman dünyasındaki çoğu ülke gibi onlar da şu anda kendi sınırları içinde laiklikle İslamcılık arasında bölünmüş durumdalar ama mücadeleleri Müslüman dünyasını diğer ülkelerinde yaşananlara göre çok daha sınırlı.

İran’ın Arap Yarımadası’na egemen olması Türkiye’nin çıkarlarına uymaz çünkü bölge petrolüne karşı onun da iştahı kabarmış durumda (dışarıdan öyle mi görünüyor bilemiyorum ama biz Yurt’da sulh, cihan’da sulh gibi barış ruhu içindeki bir ülke olarak, bu yazılanlara inanasım gelmiyor), bu onun Rus petrolüne olan bağımlılığını azaltacak. Ayrıca Türkiye İran’ın kendisinden daha güçlü olmasını istemiyor. İran’ın küçük bir Kürt nüfusu varken, Güneydoğu Türkiye çok fazla sayıda Kürt’ün yaşadığı bir yer; bu da İran’ın sömürebileceği bir gerçek. Bölgesel ve küresel güçler Irak, Türkiye ve İran’a baskı yapması veya onların dengesini bozması için Kürtleri kullanıyorlardı. Bu eski bir oyun ve daima bir hassasiyet konusu. Eski ve malesefe hala çok güncel bir konu. Keşke artık kanatmasalarda kabuk bağlayabilse ...

Gelecek on yıl içinde İranlılar, Türkiye’yle başa çıkabilmek için önemli kaynaklar ayırmak zorunda kalacaklar. Bu arada Arap dünyası Şii İran’a karşı öne sürülecek bir şampiyon arayacak. Türk gücünün Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki tarihine rağmen, Sunni Türkiye yine de en iyi aday.

Gelecek on yılda, Birleşik Devletler, Türkiye’nin Amerikan çıkarlarına karşı düşmanca hisler beslememesini sağlamalı ve Arap dünyasına egemen olup onu bölmek için İran ve Türkiye’nin birlik oluşturmasına engel olmalı. Türkiye ve İran ABD’den ne kadar korkarlarsa bunun gerçekleşmesi o kadar muhtemel hale gelir. ABD’yle daha uzun vadeli işbirliğine açık olanlar Türkler ve Türkiye ABD için başka yerlerde de önemli olabilir; özellikle Rus niyetlerine karşı tampon görevi yaptıkları Balkanlar ve Kafkaslar’da. Etinden de sütünden de başka bir ifadeyle. Bu ne güzel dünya.

ABD İran’la anlaşmasının temel şartlarını koruduğu sürece İran, Türkiye için bir tehdit simgesi olacak. Türklerin eğilimi ne olursa olsun kendilerini korumaları gerekecek ve bunu yapmak için Arap Yarımadası’nda ve yarımadanın kuzeyinde bulunan Arap ülkelerinde -Irak, Suriye ve Lübnan- İran’ın gücünü azaltmak için çaba harcayacaklar. Bu işi sadece İran’ı sınırlamak için değil, güneylerindeki petrole ulaşımlarını düzenlemek için de -hem o petrole ihtiyaçları olduğundan hem de ondan kar etmek isteyecekleri için- yapacaklar.

Gelecek on yılda Türkiye ve İran yarışırken, İsrail ve Pakistan yerel güç dengeleri için endişelenecekler. Türkiye uzun süreçte İran tarafından durdurulamaz, Türkiye ekonomik açıdan çok daha dinamik bir ülke ve bu yüzden daha gelişmiş bir orduyu destekleyebilir. Daha da önemlisi, İran’ın coğrafi olarak sınırlı bölgesel seçenekleri varken Türkiye Kafkaslar’a, Balkanlar’a Orta Asya’ya ve en sonunda da Akdeniz’e ve Kuzey Afrika’ya uzanıyor; bu İranlıların mahrum kaldığı fırsatlar ve müttefikler yaratıyor. İran’ın eskiden beri önemli bir donanma gücü olmadı ve limanlarının yerleri yüzünden gelecekte de olamaz. Türkiye tam tersine Akdeniz’de sık sık egemen güç oldu ve yine öyle olacak. Gelecek on yıllık süreçte Türkiye’nin bölgede egemenliğe yükselişini görmeye başlayacağız. İşte bu Türklerin ayak sesleri ... 

Bu  yüzyılda Türkiye’nin çok önemli bir rol oynamadığını düşünmek mümkün değilse de gelecek on yılın hazırlık dönemi olacağını not etmeliyiz. Türkiye’nin iç sorunlarını aşması ve ekonomisini geliştirmesi gerekecek. Türkiye’nin şimdiye kadar sürdürdüğü temkinli dış politika devam edecek. ABD Türkiye’ye uzun vadeli  bakış açısıyla yaklaşmalı ve gelişimini engelleyici bir baskı uygulamamalı. Güçlü bir Türkiye, İran ve İsrail’in karşı dengesi olur ve Arap Yarımadası’nın istikrarını sağlar. Zamanı gelince Türkler İran’a meydan okuyacak, merkezi güç dengesi yeniden doğacak ve bölgeyi istikrara götürecektir. Bu da yeni bir bölgesel denge yaratacak ama bu on yılda değil.

Gelelim kardeş ve dost ülke cive Pakistan’a. Pakistan, Birleşik Devletler’in baskısı altında kalıp Afganistan’daki ABD güçlerine katılır ve El Kaide’yle savaşırsa, Hindistan’la aralarında var olan denge yıkılır ve Hindistan bölgede egemen güç olur. Allahım her yerde bir savaş her yerde bir denge. Paylaşamadılar bu kadar yeri. Afganistan’daki savaş kaçınılmaz olarak Pakistan’a sıçrayacaktır, bu da Pakistan devletini zayıflatıp iç çekişmelere neden olabilir. Bu kesin değil ama yine de görmezden gelinemeyecek kadar muhtemel.

Himalayalar’ın diğer tarafında sıkışmış olan Çinliler dışında belirgin bir düşmanı olmayan Hindistan, kaynaklarını kullanıp Hint Okyanusu havzasına hükmetmeye çalışabilir ve bunu yapmak için donanmasınan büyütmesi hiç şaşırtıcı olmaz. Muzaffer bir Hindistan ABD’nin en büyük arzusu olan dengeyi yok edebilir. Hindistan’la ilgili bu sorunsa terörizmden veya Afganistan’da devlet kurmaya kalkışmaktan daha önemli.

Bu yüzden gelecek on yılda bu bölgedeki  öncelikli Amerikan stratejisi güçlü ve tutarlı bir Pakistan’ın kurulmasına yardım etmek olmalıdır.

Elbette ABD için galip görünme yolu olmayacak ve Afgan savaşı muhtemelen Vietnam Savaşı gibi, üstünde pazarlık yapılmış bir barış anlaşmasının imzalanıp isyancı gücün (bu durumda Taliban) kontrolü almasına izin vererek sonuçlanacak. Daha güçlü bir Pakistan ordusunun Taliban’ı ezmek gibi bir amacı olmayacak ama onu kontrol etmeye razı olacaktır. İşter bir başka takip edilmesi gereken konu. Bekleyip göreceğiz. Ama şu andaki şartlar bu çıkarımı haklı kılar gibi görünüyor.

Başa dönüp toparlayacak olursak, teröre karşı küresel bir savaş sürdürürken sadece bakış açısını kaybetmekle kalmadı, Birleşik Devletler’in çeşitli alanlardaki stratejik çıkarlarını yönetmeyi de unuttu. Mesela İslam dünyasına kendini o kadar kaptırmıştı ki Rusya’nın tekrar yükselmesiyle ilgilenmek için konuya yeterince dikkat ve kaynak ayırmadı. Peki Rusya ile neler olacak? Rusya tekrar eski gücüne kavuşabilecek mi? Tek kutuptan çift hatta çok kutuplu bir dünyaya dönüşebilecek miyiz? Bir sonraki yazıda da Rusya odağında bu sorulara cevap arayacağız.

Birleşik Devletler gibi ülkelerde gerçek bir ulusal güvenlik imkansız ve bu, gelecek on yılda da imkansız kalmaya devam edecek. Sihirli çözümler yok. İslami terörü (terörün dininin olmadığını son olarak Norveç’te görmüş bulunmaktayız) yok etmek de aynı şekilde imkansız. Tehdidi azaltmak mümkün ama elde etmek istedikleri azalma ne kadar çoksa, bedeli de o kadar büyüktür. İmkanların sınırsız ama kaynakların sınırlı olduğu göz önüne alındığında, harcanan çaba ne olursa olsun ABD’ye terörist saldırıların devam edeceğini söylemek daha gerçekçi olur. 
Son sözle cadı kazanına artık bir son verelim: Gelecek on yılda bölgesel problemler konusunda Amerikan başkanının yüzleşmeye devam edeceği en büyük sorun bir yerde kendisinin kurduğu ve sonra yine kendisinin yıktığı güç dengesi konuları olacaktır. 

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Tasarlanmış bir imparatorluk: Amerika Birleşik Devletleri 4


Ortadoğu – Cadı kazanı 1

Doğu Akdeniz ile Hindikus arasındaki bölge ABD politikasının odak noktasında yer almaya devam ediyor. Yazarımıza göre bölgede Birleşik Devletler’in üç ana çıkarı var: Bölgesel güç dengesini sürdürmek; petrol akışının kesilmemesini sağlamak ve bölgeyi merkez edinen ve ABD için tehdit oluşturan İslamcı grupları bastırmak. Birleşik Devletler bu hedeflerden herhangi birine doğru adım atarken diğer ikisini de göz önünde mutlaka bulundurmalı diye de dikkat çekmekte.

Buradaki üç bölgede güç dengesini sağlamakla ilgili bir zorluk da söz konusu. Üç bölge şunları kapsıyor: Araplar ve İsrailliler, Hintliler ve Pakistanlılar, Iraklılar ve İranlılar.

Günümüzde artık hani neredeyse kundaktaki çocuk bile, Amerikan çıkarlarının en başta gelenlerinden bir tanesinin Arap Yarımadası’nın ve Arap petrolünün korunması olduğunu bilir. Söz konusu petrol herhangi bir bölgesel gücün eline geçmesi gerekir. Tüm stratejide bunun üzerine kurulmuştur. ABD bölgede etki sahibi olduğu sürece, ki muhtemeldir ki bir 10 sene daha bu sürecektir, Arap petrolünün Suudi kraliyet ailesinin ve nispeten ABD’ye bağımlı diğer şeyhliklerin elinde bulunması hep tercih edilecek bir durum olacaktır. Başka bir ifadeyle bu stratejik öncelik devam edecektir.

Dikkat edecek olursanız, ABD petrol akışını korumak için Arabistan’ı işgal etmektense, imparatorluğun klasik stratejisini uyguladı; İran ve Irak arasındaki rekabeti kızıştırdı, onları birbirlerine düşürerek güçlerini dengeleyip etkisiz hale getirdi.

11 Eylül 2001’de Usame Bin Ladin Orta Doğu ve Güney Asya’nın jeopolitik gerçeğini yeniden tanımlamaya çalışırken mevcut durum buydu. Bin Ladin, New York ve Washington’a yaptığı saldırılarla insanlara acı çektirdi ama hareketinin en önemli etkisi bir Amerikan başkanına uzun zamandır süregelen başarılı bir stratejiyi terk ettirmesiydi. Gerçekte Bin Ladin bir Amerikan başkanının yemi yutmasını sağlamıştı.

Bin Ladin ve arkadaşlarının Amerikan operasyonlarına aşinalıkları vardı, bu hem 1991’de Çöl Fırtınası operasyonunun gözlemlemekten hem de 1980’de Rusya-Afganistan savaşında Amerikalılarla eğitim yapmaktan kaynaklanıyordu. Sonuç olarak, kim ne derse desin Taliban gerçek anlamda asla yenilmedi.

ABD’nin teröre karşı savaştaki bir sonraki hamlesi 2003’teki Irak saldırısıydı. Askeri harekatın sonucu, anında yeni bir stratejik gerçek yaratmak oldu. Suudi petrol yataklarından birkaç saatlik mesafeye ABD birlikleri yerleştirerek özellikle Suudi Arabistan’ın gözünü korkuttu.

ABD birlikleri Bağdat’a kolayca girdiler ama isyanların etkisiyle eli kolu bağlanmış hale düştüler ve Irak’ı dışarıya güç gönderecekleri bir üs olarak kullanmaya  odaklanmışken birden bütün birliklerini içeriye yönlendirmek zorunda kaldılar.

Bush stratejisi başarısız oldu çünkü daha başlangıçtaki önerme hatalıydı: Direniş vardı, hem de muazzam bir direniş. En büyük istihbarat başarısızlığı da kitle imha silahlarıyla ilgili değil, Saddam Hüseyin’in işgalle baş etme planının uzun süreden beri Iraklı direnişçilerden geçtiğinin anlaşılmamasıydı.

Başkanın yönetme yeteneğinin altını oyan başka hatalar vardı. İşgal için ikinci savunması demokratik bir Irak yaratma gereğiydi. Bu, Amerikan halkından destek bulmadı çünkü böyle bir çabayı lüzumlu görmüyorlardı. Bu ülke inşa etme motivasyonu aslında bir yalandı. Yazar sanırım eski başkanı pek tutmuyor.

Artık Irak etkili bir karşı ağırlık olmadığından İran’la güç dengesi tamamen bozuldu. Amerikan birliklerinin çekilmesi İran’ı bölgedeki egemen güç olarak bırakacak ve onu dengeleyip engelleyecek hiçbir yerel güç kalmayacak. Arap güçlerinin, İsrail’in ve Birleşik Devletler’in sinirini bozan bu ihtimal eğer uygun bir çözüm bulunmazsa hala yüksek bir ihtimal olarak hayatını sürdürmekte.

Hatırlayacak olursanız İranlılar Irak işgalini büyük bir memnuniyetle karşılamışlardı. Bu medeniyetinin tarih sahnesindeki yerleri unutulmamalı. Diplomasiyi ve stratejiyi bu kadar iyi bilmeseler bu kadar uzun süre tarihte yer alamazlardı. İranlılar ABD’nin Sünnileri tecrit eden ve Şiileri öne çıkartan bir hükümet yaratmasını ummuşlardı. ABD’nin bölgeden çekilmesinden sonra öyle bir hükümet İran’ın uydusu olurdu. Bundan iyisi Persliler için Şam’da kayısı olurdu ama o kadar da uzun boylu olmazdı, olmazdı.

Ama bütün bu faktörler Tahran hükümeti için tehlikeli bir durum yaratıyordu. İsyankar bir ülkeyi doğrudan kendisi yönetmek ile sorumluluğu İran ajanları ve taraftarlarının sızdığı bir hükümete devrettikten sonra çekilmek arasında sıkışan ABD, daha radikal bir olasılık düşünmek zorunda kaldı: İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ı ve Cumhurbaşkanlığının dayandığı rejimi yıkacak bir saldırı düzenlemek.

Dağlık sınırları içinde 70 milyon nüfusu olan İran, topoğrafya açısından tam bir kale. Arazi doğrudan bir işgali imkansız kıldığı için, Amerikalılar birçok kez eski Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi hükümetleri devirecek ihtilaller yaratmayı denediler. Yıllar boyunca bu çabalar hep başarısız oldu.

İranlılar Amerika’nın nükleer fobisi üstüne oynayarak kendilerini Kuzey Kore imajına sokma çalışmalarını da içeren bir programla on yıldır nükleer teknoloji üstünde çalışıyorlardı. Ayrıca İran’ın önemli kozları vardı: Irak’ın ve bir dereceye kadar da Afganistan’ın istikrarını daha da bozmak gibi. İran ayrıca El Kaide’den daha becerikli bir örgüt olan Hizbullah’ı da salabilirdi. Ayrıca Hürmüz Boğazı’na mayın döşeyip Basra Körfezi’nden petrol akışını bloke edebilirdi. Artık Basra Körfezi’nde egemen olan tek yerel güç İran’dı ve bunun karşı dengesini sadece ABD oluşturabilirdi ama bu da Amerika’nın temel stratejik ilkelerini daha da ihlal ederdi. Dahası o bölgedeki dengesiz varlığı ABD’yi dünyanın başka yerlerinde zayıf bırakmıştı.

Başkan Obama’ya miras kalan bu jeopolitik sorun, kendisinin ve gelecek on yıldaki bütün başkanların bir çıkar yol bulup halletmesi gerekecek bir konu olarak kalacak gibi.

İran ve Irak arasındaki güç dengesi 2003 yılında ABD işgali Irak hükümetini ve ordusunu yok edinceye kadar sağlam kaldı. O zamandan beri İranlıları hizada tutan ana güç ABD oldu.

İşte tam bu noktada kitapta adımız geçmeye başladı. Tamam Birleşik Devletlerin çıkarlarını sağlayacak bir piyon gibi görünüyoruz ama yine de bölgede bu dengeyi sağlayacak tek güç gibi görünüyor olmamız hiç de fena sayılmaz hani. Türkiye geniş nüfusuyla yükselen ama etkisini Basra Körfezi’ne kadar yansıtamayan ve hala sınırlı olan bir güç. Kuzeyde İran ve Irak’a baskı yapılabilir ve dikkatlerini körfezden uzaklaştırabilir ama Arap petrol yataklarını korumak için doğrudan müdahale edemez. Ayrıca Irak’ın istikrarı, şu anki durumunda bile fazlasıyla İran’ın elinde. İran Bağdat’ta İran yanlısı bir rejim kurulmasını dayatmayı başaramayabilir ama istediğinde Bağdat’ın dengesini bozacak gücü var. İran-Türkiye sınırı son derece engebeli bir arazi ve bu, askeri operasyonları son derece zor hale getiriyor. Irak’ın dağılmasıyla, Arap Yarımadası’ndaki bütün uluslar birlikte hareket etseler bile İran’a karşı koyamazlar.

Peki ama bu durumda ne olacak? Birleşik Devletler ne yapacak? Planları, stratejileri ne olacak? Tahmin ettiğiniz üzere bu sorulara cevapları bir sonraki yazı da arayacağız. Umarım sizler de benim kadar keyif alıyorsunuzdur. Zihni modellemelere ve akıl oyunlarına gelin devam edelim ...

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Tasarlanmış bir imparatorluk: Amerika Birleşik Devletleri 3


11 Eylül vakası ve Ahhh ekonomi vahh ekonomi 

Heybesinde Amerikalı siyaset bilimcisi, dünyanın önde gelen özel istihbarat firması Stratfor kurucusu ve CEO’su, medya uzmanı, ulusal güvenlik, jeopolitik ve istihbarat üzerine yazılmış sayısız makalenin araştırmacı-yazarı gibi birçok sıfat bulunduran büyük düşünür, usta kalem, filozof ve kahin bu abimize göre gelecek on yılı iki olay şekillendirecek: Eski başkan Bush’un 11 Eylül’e verdiği karşılık ve 2008 yılının mali paniği.

Kitabında mali krizle başlamış olduğundan bu sırayı ben de bozmayacağım...

Her ticaret devrinin sonu bir çöküştür ve genelde hep bir sektör buna öncülük eder. Clinton’ın yükselişi 2000’de internet balonu patladığında sona erdi; Reagan’ın 1980’lerdeki yükselişi tasarruf ve kredilerin çökmesiyle gösterişli bir şekilde bitti. Bu şekilde bakarsak 2008’de olanlarda sıra dışı bir şey olmadığını görürüz. 3 örnek ve dünyayı sarsan krizde ustalıklı bir çıkarım. Yazarı usta yapan da bu zaten..

Konu ekonomi, sıkıcı ve dikkat isteyen bir konu. Araya girip dikkat dağıtmamak için bir süre kalemimi yazara bırakıyorum:

Böyle yükseliş ve çöküşlerin nedenleri basit. Ekonomi büyürken çabucak tüketebileceğinden fazla para yaratır. Ev, hisse senedi veya bono gibi yatırımları takiben para fazlası olunca arz ve talep kendini gösterir, fiyatlar artar, faizler düşer. Sonunda fiyatlar mantıksız bir seviyeye ulaşır ve sonra da çöker.

Modern kapitalizm ortaya çıktığından beri bu defalarca tekrarlandı. Para ne de olsa devletin icat ettiği bir oyundur. ABD Merkez Bankası istediği kadar para basabilir ve bununla hükümet borcu satın alabilir. 11 Eylül’ün ardından ABD Merkez Bankası bunu yaptı. Bush hükümeti, teröre karşı savaşı karşılamak için vergileri yükseltmek istemedi ve Merkez Bankası temel olarak hükümete borç verip savaşı finanse ederek hükümete destek oldu. Sonuçta kimse savaşın ekonomik etkilerini en azından hemen hissetmedi. 

2008 çöküşünde etkili olan başka bir konu ekonominin belirli bir bölümüne, oturmaya elverişli ev pazarına akan ucuz paraydı. Hükümet programları şahısları ev almaları için yüreklendirdi ve bu dönemde böylesi bir teşvik nüfusunun daha önce hiç olmadığı kadar büyük bir kısmına yayıldı.

Ucuz para daha çok insanın ev almasına imkan tanırken talep arttı, bu da 2001 yılında ev fiyatlarının füze gibi fırlaması anlamına geliyordu. 2004 yılından sonra yükseliş daha da hızlandı. Doruk, beş yıllık değişken mortgage oranlarının icadıyla geldi. Böylece, insanların genellikle daire kirasından ucuz aylık ödemelerle ev satın almalarına imkan tanındı.

Ama 2005’te gerçek, yüzünü göstermeye başladı. Normal zamanda asla kredi için uygun bulunmayacak ev sahipleri ödemeleri aksatmaya başladılar ve evler zorunlu satış veya hacizle pazara gelmeye başlayınca yükseleceğine güvenilen fiyatlar düşmeye başladı. 2007 yılına gelindiğinde 2005’te başlamış olan yumuşak düşüş, hezimete dönüştü.  Borçlarını ödemeyi başaramayınca bu büyük oyuncular iflas ettiler. Ayrıca bu sözde muhafazakar yatırımları alan birçok insan, banka tarafından verilen ticari senetler de dahil olmak üzere, başka ülkelerde olduğu için, bütün küresel sistem çöktü.

Hakkını yememek lazım. Bence gayet de güzel özetlemiş olanları. Çıkarım ise özetten çok daha güzel ve bence bir o kadar etkileyici. Friedman’a göre 2008 krizinin gelecek on yıla en anlamlı etkisi ekonomik anlamda olmayacak. Bu etki kendini, jeopolitik ve politik olarak gösterecek.

Yazara göre 2008 mali krizi, tüm ülkelerin ulusal egemenliklerinin ne kadar önemli olduğunun ülkeler tarafından anlaşılmasını sağlamış bir kriz olmuş. Hani bir musibet bin nasihattan iyidir derler ya büyüklerimiz, ne kadar da haklılar. Söz konusu kriz sonrası, kendi mali sistemini ve parasını kontrol etmeyen/edemeyen bir ülkenin, başka ülkelerin hareketlerine karşı ne kadar da savunmasız kaldıkları/kalacakları anlaşılmış. Bu bilinç çok doğal olarak Avrupa Birliği  gibi birliktelikleri de sevecen ve zararsız olmaktan çıkarmış olmakta.

Gelecek on yılda trend, sınırlı ekonomik egemenlikten yükselen ekonomik milliyetçiliğe yönelecek. Önümüzdeki on yıl bereketli olmayacak ve hem kişisel hayatı hem de politik sistemi zorlayacak. Ama temel dünya düzenini fazla değiştirmeyecek ve Birleşik Devletler egemen güç olarak kalmaya devam edecek.

Bir sonraki yazı artık çok daha günlük olayları ilgilendiren bir yazı olacak. Çok daha yakın geçmiş ve geleceğimizle ilgili olacak. Odağında güç dengesi olmak kaydıyla çok daha yakın bölgeleri konuşuyor olacağız. Amerikanın tüm dengesini ve sinirlerini bozan, psikolojisini ve stratejisini değiştiren 11 Eylül yine konular içerisinde olacak. İçinde İran olacak, Irak olacak. Kısacası Ortadoğu üzerine konuşacağız.

Bölgenin tarihsel derinliği, zenginliği ve öneminden önümüzdeki on yılda yine başrolü oynayacağını çok rahat söyleyebilirim. Amacım bir yazı ile sınırlı kalmak ama baktım toparlayamıyorum iki yazıya da çıkarabilirim. Şimdiden haberiniz olsun.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Tasarlanmış bir imparatorluk: Amerika Birleşik Devletleri 2


Cumhuriyetten İmparatorluğa giden yolda, emperyalizmi yönetebilmek

Amerika başkanı dünyadaki en önemli siyasi lider. Bunun nedeni basit: Ekonomik ve askeri politikaları dünyadaki her insanın hayatını şekillendiren bir ülkeyi yönetiyor.Amerika başkanının eşsiz konumu ve etkisi, fetihlerin, planların veya kutsal emirlerin sonucu değildi. Bu, sadece Birleşik Devletler’in dünyadaki tek küresel askeri güç oluşu sayesinde gerçekleşti. Ayrıcı ABD ekonomisi ikinci sırada gelen bağımsız ekonomiye göre üç misli hacimdi. Bu gerçekler ABD’ye, nüfusuna ve büyüklüğüne veya onu haklı ya da temkinli olarak düşünen birçoğuna göre fazla orantısız bir egemenlik veriyor. Ama Birleşik Devletler bir imparatorluk olmaya niyetlenmemişti. Bu istem dışı düzen, çok azı Amerikalıların kontrolünde olan olaylar sonucunda gerçekleşti.

Amerikan ekonomisi bir girdap gibi her şeyi merkezine çekiyor ve onun küçük anaforları küçük ülkeleri yıkabiliyor veya zengin edebiliyor. ABD ekonomisi iyi gittiğinde bütün makineyi çalıştıran motor olurken; teklediğinde bütün makine bir anda bozulabiliyor. Dünyayı bu kadar derinden etkileyen veya böylesine etkili şekilde bir araya getiren başka bir ekonominin olmaması işte onları bu şekil büyük kılıyor.

ABD gücünün çekirdeği (şu anda ne kadar hasarlı görünse de) ekonomiktir ama bu ekonominin arkasında duransa büyük bir askeri kudrettir. Roma’nın lejyonları gibi, Amerikan birlikleri önceden dünyanın dört bir yanına yerleştiriliyor ve olası tehditleri, henüz ciddi bir tehdit halini almadan çok önce dağıtılmasını sağlıyorlar.

Cumhuriyetten İmparatorluğa giden yolda, emperyalizmin etkili yönetilebilmesi için, Friedman, 3 başkanın örnek alınması gerektiğini ısrarla kitabında tavsiye etmekte.

Abraham Lincoln sıkı bir kandırmaca programı başlatarak ve sivil özgürlükleri ezerek Birlik’i korudu ve köleliği kaldırdı. Sınır eyaletlerinin sadakatini sağlamak için 1858’deki büyük tartışmalarda da görüldüğü üzere köleliği kaldırma niyetini hiç sahiplenmedi. Bunun yerine gerçeği gizledi, köleliğin güneyden öteye yayılmasına karşı olduğunu iddia ederken köle sahipliğinin zaten yasal olduğu eyaletlerde köleliği kaldırmaya niyeti olmadığını söyledi.

Yetmiş beş yıl sonra benzer bir  ciddi kriz sırasında, Franklin Roosevelt yapılması gerekeni yaptı ve onun liderliğini izlemeye henüz hazır olmayan bir halka yalan söyleyerek amaçlarını sakladı. Fransızlara silah satışını gizlice organize etti ve Winston Churchill’e İngiltere’ye erzak götüren ticari gemilerin ABD donanması tarafından korunacağı konusunda taahhüt verdi, tarafsızlığın açıkça ihlaliydi bu.

Lincoln gibi Roosevelt de ahlaki değerlerle harekete geçiyordu. Bu, küresel stratejiye uygun bir ahlaki vizyon demekti.

Ronald Reagan da ahlaki değerleri hedef alan acımasız bir yol izledi. Hedefi, şeytanın imparatorluğu dediği Sovyetler Birliği’ni yok etmekti ve bu yoldaki çabalarını Sovyetler’in bunu karşılayamayacağını bildiği için kısmen silahlanmayı hızlandırarak sürdürdü. 1983’de Grenada’yı işgal etti ve Nikaragua’da Marksist hükümete karşı savaşan asileri destekledi. Bunun neticesinde özellikle bu tür girişimleri önlemek için tasarlanmış bir yasayı baypas ederek, inceden inceye hazırlanmış hileli bir manevrayla İsrail’i, Irak’la savaşan İran’a silah satması için destekledi ve elde edilen kazancı Nikaragualı asillere yönlendirdi. Reagan’ın Afganistan’da Sovyetler’le savaşan Müslüman cihatçılara olan aktif desteğini de unutmamalıyız.

İlk yapılması gerekli olan o halde, küresel stratejiye uygun bir ahlaki vizyon geliştirmek ve bunu uygulamak için gerekirse Makyavelci Başkan olmayı bile kabullenebilmek.

Lord Palmerston
Cumhuriyetten İmparatorluğa giden yolda, emperyalizmin etkili yönetilebilmesi için ikinci uygulama adımı zaten çok tanıdık. Britanya İmparatorluğu zirvedeyken, Lord Palmerston şöyle demişti: “Şu veya bu ülkeyi İngiltere’nin sonsuz müttefiki veya ebedi düşmanı diye nitelendirmek sığ bir politika. Sonsuz müttefikimiz veya ebedi düşmanımız yok. Çıkarlarımız sonsuz ve ebedi ve bizim görevimiz bu çıkarları gözetmek.” Başkanın gelecek on yılda kurumsallaştırması gereken işte bu tür politikalar.

Gelecek on yıldaki başkanlar geçen on yılda ortaya çıkan tehditlerin anormal olmadığını onaylayan bir strateji yaratmalılar. Stratejik hedef, dünyanın herhangi bir köşesinde Birleşik Devletler’e meydan okuyabilecek bir gücün ortaya çıkmasını önlemek olmalı.

Her şeyin bir veya birkaç küresel tehdidin etrafında döndüğü dönem sona erdi. Avrupa’da güç dengesi Asya’nınkiyle yakından bağlı değil ve Latin Amerika’daki barışı koruyan güç dengesinden farklı. Yani artık dünya ABD için, İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş’ta olduğu kadar tehlikeli değilse de çok daha karmaşık.

Duygusuz bir dış politikanın anlamı, gelecek on yılda başkanın açık ve soğukkanlılıkla en tehlikeli düşmanlarını tanıması, sonra da onları yönetmek için birlik oluşturması gerektiğidir. Bu duygusuz yaklaşımın anlamı NATO, IMF ve Birleşmiş Milletler de dahil olmak üzere Soğuk Savaş sisteminin ittifaklarından ve kurumlarından kurtulmaktadır.

Ortalık eğer bu stratejiler dikkate alınırsa oldukça karışacak gibi. Yakında belki de ne NATO kalacak, ne IMF ne de Birleşmiş Devletler.

Yeni çıkarlar ve bu çıkarlara ulaşılabilecek yeni yol arkadaşları belirlenecek ve yeni birliktelikler bu doğrultuda atılacak. Sözü son zamanlarda sıkça edilen, Polonya, Türkiye ve Birleşik Devletler yakınlaşması da bu bağlamda zaten düşünülmeli.

Amerikan başkanlığını ülke içinde zayıf ama ABD dışında çok güçlü bir yönetici olarak hem diktatörlüğe hem de aristokrasiye alternatif olarak yarattılar. Anayasa içi iş yerini idare edilemez bir Kongre ve neredeyse anlaşılamaz bir Yüksek Mahkeme tarafından kısıtlanmış bir yönetici yönetiyor. Ekonomi yatırımcılarının, yöneticilerin, tüketicilerin ve ABD Merkez Bankası’nın ellerinde. Eyaletler büyük güce sahip ve sivil toplumun çoğunluğu başkanın kontrolü dışında. Belki de Birleşik Devletler kurucuların daha en başından beri istedikleri de buydu. Ülkeye başkanlık yapacak ama hükmetmeyecek biri. Ancak, ABD dünyayla dış politika yüzünden karşı karşıya gelince Beyaz Saray’da yaşayandan daha güçlü kimse yok.

Başkan Clinton 1999’da Yugoslavya’yı bombalamaya ve başkan Reagan 1983’te Grenada’yı işgal etmeye karar verdiğinde, Kongre istese de onları durduramazdı.

Nicolo Machiavelli
On altıncı yüzyılda Makyavel şöyle yazmıştır: “Her ülkenin, yenileri olduğu kadar eski ve bileşik ülkelerinde temeli iyi yasalar ve iyi silahlardır. İyi silah olmadan iyi yasa olamaz ve iyi silahların olduğu yere kaçınılmaz olarak iyi yasalar da gelecektir.”

Bir başkanın sahip olabileceği en büyük erdem, gücü anlamaktır. Başkanlar filozof değildir ve güç kullanmak soyut bir kavram değil uygulanan bir sanattır. Sadece başkana değil, ülkeye de acı getirir. Makyavel’in dediğe gibi, “Gerekli her alanda erdemli davranmak isteyen adam, erdemli olmayanların arasında acı çeker.”


Ne yapılabilir ne edilebilir bilemiyorum. Bilsem de yapar mıydım emin olamıyorum.

Göz göre göre, herkes neredeyse biliyorken (aynı Marquez’in Kırmızı Pazartesi kitabındaki gibi) ve daha güneş batmamışken (hani sanki batsa çok fark eder de)gazeteci öldürülüyor. Yapan belli, azmettiren belli ve cezaevinden tetikçinin ne zaman çıkacağı da belli. Sesi çıkanın sessizleştirildiği bir dünya düzeninde kahraman olmak ister miydim, bilemiyorum ve büyük ölçüde sanmıyorum. İşte bu nedenle bilemiyor olmanın büyük rahatlığını ve keyfiyetini sürüyorum kendim ve ailem adına.

Bir sonraki yazımda gelecek on yılı şekillendirecek iki olaydan bahsedeceğim. Daha doğrusu yazarın düşüncelerini aktaracağım.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Tasarlanmış bir imparatorluk: Amerika Birleşik Devletleri 1

Süper gücün ikilemleri. Ben nerede yanlış yaptım?

Kitabın bana göre en dikkat çekici ve hatta etkileyici bölümü ülkesini çok seven ve bu uğurda gerekirse objektiflikten ayrılmak pahasına spekülatif açıklamalarda bulunan Friedman’ın ülkesi aleyhine yapmış olduğu itirafın yazıldığı bölümdü. Son 10 yıl için, ABD’nin yönetim zafiyetlerinde bulunduğunu ve bu sürece henüz hazır olmadığını itiraf etmekteydi. Tabii olaya yine kendi penceresinden bakmak suretiyle bu zafiyeti eğitici ve değerli bir tecrübe olarak yorumluyordu.

Friedman bir konu da haklıydı: 11 Eylül saldırısını Ulusal güvenliği tehdit edici bir saldırı olarak kabul etmediğinden, bu süreçte meydana gelen tüm olaylar, ABD’nin varoluşunu tehdit etmekten hem de çok uzaktı.
Yine yazar ileride meydana gelebilecek olay ve tehditlerin çok daha baskın ve hatta tehlikeli olabileceği sinyallerini vererek bir nevi ülkesine gerekli hazırlıkları yap mesajını kitabında özellikle vermekte.

Douglas MacArthur
ABD son elli yılın on altısını Asya’da savaşarak geçirdi. Kore’deki tecrübelerinden sonra Douglas MacArthur barış yanlısı birisi olmadığı halde böyle bir kaderden kaçınılmasını söyleyerek Amerikalıları uyarmıştı. Nedeni basitti: Amerikalılar Asya’ya ayak basar basmaz sayıca azınlıkta kalıyorlar.

Bunu iyi gören ve değerlendiren Friedman, ülkesinin başarıya!!! ulaşmasında ki yol haritasını da İngilizlerin uyguladığı tarihsel stratejiden hareketle kitabında ayrıntılı bir şekilde çizmekte ve bana göre akıllıca ama bir o kadar da sinsi ve hatta gayrı insani bulduğum stratejisini ülkesinin yetkililerine hatırlatmaktan geri kalmıyor:
Friedman’a göre çıkarılması ve öğrenilmesi gereken ders, Asya ve Avrupa’da savaşmanın çok daha etkili ve ikiyüzlü yolları olduğu gerçeği: Muhtemel düşmanın kaynaklarını, ABD üstünden bir komşusuna yönlendirmek (size de bu yazılanlar ve söz konusu anti - Don Kişotsal strateji çok tanıdık gelmiyor mu?).

Peki ama ABD nerede hata yaptı? Neden son 10 seneyi iyi yönetemedi?

Gelecek her ne gizliyorsa gizlesin, bugünkü sistem, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’na giden günlerde İngiltere’nin etrafında döndüğü gibi ABD etrafında dönüyor. Amerika’nın liderliğini hiç yakınmadan kabul etmiş görünen bir dünyada, Birleşik Devletler’in bir stratejiye ihtiyacı yoktu. Bu aroganlığını ABD çok pahalı ödedi. On yıl sonra, 11 Eylül bu hayali yerle bir etti. Dünya artık, yine yazara göre, tahmin edildiğinden çok daha tehlikeliydi, ve seçenekler de daha az gibi görünüyordu.

Amerika Birleşik Devletleri işte tam bu noktada hata yaptı: Bu saldırıya karşılık olarak, küresel bir strateji yaratmadı. Bunun yerine terörizmi yenmek için tasarlanmış, dar alana odaklı bir siyasi-askeri strateji geliştirdi.

Bugüne kadar çevresindeki engin okyanusların tamponunda korunan vatan topraklarında, güvenliğin tadını çıkaran ABD vatan vatandaşları artık güvenli değillerdi. Ne kendilerini teröristlerden artık koruyabiliyorlardı ne de Birleşik Devletler’i tehlikeli bulan ve ne  yapacağının belli olmadığını düşünen ulus devletlerden.

Oysaki kısa tarihleri boyunca taktiksel hatalardan hep kaçınmışlar ve bu zaman kadar da bunda çok da başarılı olmuşlardı. Birleşik Devletler, Birinci Dünya Şavaşı’na, ancak Avrupalı güçlerin arasındaki yenişememe durumu sona ererken ve Almanların (doğuda Rusya’nın çöküşü sırasında) batıda İngiliz ve Fransız gücünü yeniyor gibi görünmesinden sonra devreye girdi. Hırpalanmış ülkelerin oyun alanına oyuna sonradan katılan ve maçın kaderini değiştiren oyuncu gibi katıldı ve bence hakkı olmadığı halde savaş bitiminde Fransa’nın savaş sonrası Avrupası’nda üstünlük sağlamasını engelleyen bir barış anlaşması yapılmasına ön ayak oldu.

İkinci Dünya Savaşın’nda da aynı taktiği uyguladı. Bekle, biraz daha bekle, az daha bekle, bırak hırpalansınlar, bırak ölenler iyice artsın, bırak ekonomi yok olsun, bırak kimsenin gücü kalmasın (ki buraya kadar istediklerini  yapabilirler zira savaşı başlatan ya da körükleyen – en azından buz dağının görünen kısmında- onlar değil. Size sonra başka bir yazıda su altında ki tarafı da özetlemeye çalışırım)son anda katıl ve ganimeti paylaş (yakışıksız kalan kısım da bana göre zaten burası). Savaşın başlarında da ABD, elinden geldiğince savaştan uzak durdu, batıda İngilizlerin Almanları durdurma çabalarına yardım ederken doğuda Almanların kanını akıtmaları için Rusları cesaretlendirdi. Sonrasında Birleşik Devletler, Sovyetler Birliği’nin Batı Avrupa’ya, Orta Doğu’ya ve son olarak Çin’e egemen olmasını önleyecek güç dengesi stratejisini planladı. “Demir Perde”nin ilk ortaya çıkışından Soğuk Savaş’ın bitimine kadar süren bu uzun dönemde ABD’nin ilgi dağıtma ve maniple etme stratejisi mantıklı, tutarlı ve oldukça dolambaçlıydı. Kesinlikle de çok başarılıydılar. Akıl Oyunlarında artık uzmanlaşmışlardı.Zaten sonrasında da bu oyunun doğal bir sonucu olarak, Sovyetler Birliği çöküşe geçti ve oyun sahnesinde tek kaldılar.

Yine kitaba ve hatta başına dönecek olursak, 11 Eylül 2001’den sonra terörizme karşı takıntılı bir tavır alınmasıyla birlikte, ABD, yönünü şaşırdı. Uzun süreli stratejik ilkelerini  tamamen kaybetti. Alternatif olarak yeni ama ulaşılması mümkün olmayan stratejik bir hedef yarattı: Terörizm tehdidi ve o tehdidin ana kaynağı olan El Kaide.

El Kaide saldırılarına cevap olarak Birleşik Devletler, İslam dünyasını, hızlı bir intikam duygusuyla tam anlamıyla vurdu; özellikle de Afganistan ve Irak’ı. Amacı ABD’nin yapabileceklerini ve gücünü göstermekti ama bunlar yine dengeyi sarsıcı saldırılar olmuşlardı. Amaçları bir orduyu yenip topraklarına yerleşmek değil, El Kaide’yi yok etmek ve İslam dünyasını kaosa sürüklemekti.

Dünyanın tek ve süper gücü, bazen kendi içinde dalgalanmalar da yaşamıyor değil hani. Beyaz’ın bir psikopat karakteri vardı zamanında. Ben çok severdim. Yıkanmak istiyorum ama ıslanmak istemiyorum gibisinden ikilemler yaratan isteklerde bulunurdu. Aynı onun gibiler. Ekonomik olarak mesela, Amerikalılar, Serbest pazarın büyüme potansiyelini istiyorlar ama sorunlarını istemiyorlar. Politik olarak dünyada önemli söz sahibi olmak istiyorlar ama dünyanın öfkesini karşılarına almak istemiyorlar. Askeri olarak tehlikeden korunmak istiyorlar ama uzun süreli stratejilerin sıkıntılarını çekmek istemiyorlar.

İmparatorluklar ender olarak planlanır ya da önceden tasarlanır ve böyle olanlar da Napolyon ve Hitler’inki gibi uzun ömürlü olmaz. Organik şekilde büyüyenler ezici büyüklüğe ulaşana kadar fark edilmezler. Roma, Britanya ve Osmanlı için bu böyleydi; başarılı olmalarının nedeni imparatorluk konumuna ulaşınca onu sadece sahiplenmekle kalmayıp yönetmeyi de öğrenmiş olmalarıydı.

Friedman’a göre Birleşik Devletler için tartışılması gerekli olan, önümüzdeki on yılın, Birleşik Devletler’in yukarıda bahsedilen gerçeği görmezden gelmek yerine bu gerçeği istemsizce de olsa kabul ettiği bir on yıl olması gerektiği. Bunu kabul etmek daha ince ayarlı bir dış politikanın ilk adamı demektir. İmparatorluk ilan edilmeyecek, sadece durumun altta yatan gerçeğine dayalı daha etkili bir yönetim söz konusu olacaktır.


Beğendiğinizi umaraktan yazmaya devam edeceğimi bildirmek isterim.