Bu Blogda Ara

27 Haziran 2011 Pazartesi

Yavaş Şehir İzmir

Yılmaz Özdil bir yazısında “Türkiye’den sıkıldığım zaman İzmir’e giderim ben” demiş ya haksız değil hani. Geçen hafta sonunu simite gevrek, çekirdeğe çiğdem, domatese domat denilen, gidiyom, geliyom diye sempatik bir şivenin hakim olduğu güzeller güzeli İzmir’deydik. Aslında tam olarak İzmir’de değil Karşıyaka’da :-)

Hazır Yılmaz Özdil’den başlamışken yine ondan devam edeyim: “Kızlarımızı da tavlayamazsın ha... Canı çekerse, o seni tavlar” demiş bir yazısında. Ben de bir İzmir’li tarafından tavlanan biri olarak ve bu sayede bu güzel şehire bol bol gelen şanslı kişilerdenim.

İtalya’da ortaya çıkan ve çok kısa bir sürede taraftar toplayan “Yavaş Şehir (Slow City)” hareketi vardır. Bu hareketi destekleyenlere göre şehir merkezlerinde araba kullanılması yasaktır. Fast food zincirlerde yine bu akımın geçerli olduğu yerlerde barınamazlar. Süpermarketler yerine lokal, küçük ve sempatik marketler vardır. Aynı bizim çok ama çok öncelerinin bakkal amcaları gibi  çevre sakinlerince tanınan, selamlaşılan, sohbet edilen bakkal amcalar vardır bu küçük şehirlerde. Amaç, yaşanır kentler oluşturmaya çalışmaktır.

Asya’ya da sıçrayan bu akım, tüm Avrupa’da da hızla yayılmaktadır. Yavaşlık hareketi, önceleri iyi yemekler yiyip içmek isteyen birkaç kişinin fikri olarak ortaya çıkmış, fakat, her şeyi daha az telaşla ve daha az homojenize bir tutumla yapmanın faydaları hakkındaki tartışmalar giderek daha geniş bir alana yayılmış ve bugünkü durum oluşmuştur.

Toskana’nın mükemmel şaraplarıyla meşhur minik Chianti şehri, 1999 yılında ilk “Cittá Slow” kenti oldu, ardından Bra, Positano ve Orvieto geldi. Zamanla, yavaşlık dalgası diğer şehirler arasında da yayıldı. Bugün artık İtalya’da 42 Yavaş Şehir’le birlikte, İngiltere, İspanya, Portekiz, Avusturya, Polonya ve Norveç’te de birçok Yavaş Şehir bulunmaktadır. Almanya’dan, aralarında Hersbruck, Lüdinghausen, Schwarzenbruck, Waldkirch ve Überlingen’in de bulunduğu bazı şehirler, sadece 50.000’den az nüfusu olan kentlerin kabul edildiği harekete seçilebilmek için başvurmuş bulunmaktadırlar. Kimbilir belki bazıları çoktan kabul edilmiştir ve bazıları da hala Nord Sea’leri kapatmak için uğraş vermektedirler.

Yavaş Şehirler’de tarihi kent merkezinde araba kullanımı, süpermarketler ve parlak reklam ışıkları yasaktır. Elişleri ya da özel yetiştirilmiş yiyecekler satan küçük aile işletmeleri, en iyi ticaret birimleri haline dönüşmüş durumdadır. Okullarda mesela çocuklara yerel üreticiler tarafından yetiştirilen organik meyve ve sebzeler servis ediliyor. Eşim bunu okuduğunda İtalya’ya gitme projemde eminim hız kazanacaktır. Küçük marketler Perşembe ve Pazar günleri kapalıdır. İnsanlar bürokratik işlerini mesela Cumartesi sabahı açılan Belediye’de acele etmeden halledebiliyorlar.

Yavaş yavaş yeni bir ortam, yeni bir hayat anlayışı oluşturuyorlar ve ben en azından şimdilik yalnızca dışarıdan ve birazda kıskançlıkla izliyorum.

Tüm bunları neden mi yazdım?

Benim için İzmir’in, her ne kadar yukarıda anlattığım birçok özelliğe uymasa da, gerek anlayış ve gerekse yaşayış olarak bu zihniyete uygun belki de Türkiye’nin tek şehirimiz olması. Evet nüfusu tabii ki 50.00’in çok üzerinde, pek tabii ki birçok fastfood zincirine sahip ve arabalar birçok şehirde olduğu gibi neredeyse tepemizdeler ama yine de en azından büyük bir çoğunluk ve tabii ki benim görebildiğim kadarıyla büyük bir sakinlik ve yavaşlık içerisinde yaşıyor. Cuma akşam üzerleri yazlıklara gidilen ve bunun için 8 şeritli otobanları olan, Pazartesi günü direk iş başı yapılan, öğle sıcaklarında mümkünse dışarı çıkılmayan, hala minik ve tanıdık marketlere sahip şirin mi şirin bir ilimizdir. Eşimle oğlumuzu İzmir’e ilk götürdüğümüzde, sokağın bakkalı Bülent Abi’ye oğlumuzu tanıştırmaya götürmüştük, oradan anlayın artık nasıl da yavaş bir şehir olduğunu.

Galatasaray Lisesi
Biraz dinlenmek, biraz eşi dostu görmek ve biraz da hava değişikliği için gittik İzmir’e. Ama en öncelikli olayımız oğlumuzun değişiklikler yaşamasıydı. Sürekli aynı yerlere gitmesinden ve neredeyse aynı şeyleri yapmasından bırakın onu, biz bile sıkılmıştık. Tarih ama yanlış seçilmişti. Bizim İzmir’de olduğumuz dönemde okulumun pilav günü vardı ve ben gitmiş olsaydım diğer giden arkadaşlarımla beraber mezuniyetimin 20.yılını kutluyor olacaktım. Daha dün gibi mezun olduğum günü hatırlıyorum. Diploma ve plaketimi Dando Necati diye birinden almıştım. Okulun bahçesinde Alpay’dan Eylül’de Gel şarkısı çalıyordu. Annemler beni kameraya alıyorlar, fotoğraf üstüne fotoğraf çekiyorlardı. Hadi siz gidin artık ben de arkadaşlarımla takılayım demiştim, onlarda  gitmişlerdi. Ben de hemen sigara yakmıştım. Henüz yanlarında sigara içmediğim dönemlerdi. O sigaranın tadını bile hatırlıyorum. O kadar net ki, o kadar yakın ki, o kadar dün gibi ki ama tam 20 sene geçmiş. Düşünüyorum da iyi ki gitmemişim. Herbir anında bu 20 sene ile yüzleşmek zorunda kalacaktım.

Diğer kaçırdığımız bir etkinlik ise Bebek Şenlikleriydi. Bu sene üstelik çok da renkli geçmiş. Tatile çıkmamız dışında neredeyse tüm hafta sonlarını geçidiğimiz Bebek’e yalnızca bir haftasonu gitmedik ve o haftasonu da şenlik oldu.  Bebek muhtarı ile görüşüp sıkıntımı ve memnuniyetsizliğimi dile getireceğim. Verilmek istenen bir mesaj olup olmadığını soracağım.

Eşi dostu kısmen de olsa gördük ama kesinlikle dinlenemedik. Bol bol gezdik. Oğlumuz için güzel ve onun için bile yorucu bir haftasonu oldu. Her gittiğimiz ve her yaptığımız şeyi anlatıp sizleri sıkacak değilim ama 3 yeri anlatmadan da geçmek istemiyorum.

İlki İzmir Doğal Yaşam ParkıBüyük çok büyüktü. Çok geniş bir alana yayılmıştı. Kesinlike sabah erken gidilmeli. Biz öğlen sıcağında gittik. Bu nedenle de kısa kısa turlar yaptık. Hayvanların zaten sıcaktan hareket edecek halleri bile yoktu. Oğlum ilk olarak ve canlı bir şekilde birçoklarını yalnızca kitaplarda görebildiği hayvanlarla tanışabilme fırsatı buldu. Alana göre hayvan sayısı oldukça az. Yeşillikler de keza hani yok denecek kadar az. Güneşten korunabilecek imkanlar neredeyse hiç yok. Ağaçlandırmanın kesinlikle acil olarak yapılması gerekiyor. Hayvan sayısı da arttırılmalı. Hediyelik eşya alınabilecek yerler yapılmalı. Hayvanlarla fotoğraflar çekilebilecek imkanlar yaratılmalı. Kafeteryaların da sayısı kesinlikle arttırılmalı. Biraz daha hamle ile çok güzel bir cazibe merkezi yaratılabilir ama şimdilik yalnızca vasatın altı konumunda. Yine de oğlum keyif aldığı ve canlı canlı hayvanları görebildiği için yazılmayı hakediyor.

Tay Park ve çocuklar
Diğer bir durağımız ise geçtiğimiz ziyaretlerimizde de geldiğimiz, bünyesinde 3 adet pony at, 2 adet Shetland pony at, Kamerun koyunu, cüce keçi, güvercin ve çeşitli tavuk türlerini barındıran Tay Park’tı. Görevli 2 kişinin gözetiminde oğlumuz ilk ata binme deneyimini burada gerçekleştirdi. Koruyucu şapkasının içerisinde ne kadar yakışıklı olduğunu anlatamam. Ata da sanki yıllardır biniyormuş gibi bindi. O kadar sakin, o kadar cool ve o kadar başarılıydı ki ben açıkçası şaştım kaldım. Kesinlikle annesine çekmiş olmalı.

Bol bol gezdik ve tabii ki bol bol da yedik içtik. Bir başka yazımda Bornova’daki Ramazan Usta’dan ve muhteşem kebaplarından bahsetmek isterim ama bu yazımda bahsedeceğim son yer İzmir Ege Park’ta bulunan Friends & Burgers adlı bir yer üzerine olacak. Normalde niyetimiz hemen yanındaki İstanbul’dan bildiğimiz Kitchenette’e gitmekti ama bu yeri görünce, bir anda içimiz ısındı. Çok sempatik dekore etmişler. Çok ama çok başarılı da garsonları var. Bir anda iki üç kelime ile tavladı bizi. Meğer bizim de tavlanasımız varmış. Ev yapımı bir şarapları var ki tadına doyulmuyor. Üstelik hani neredeyse bir kadehe yarım şişe kadar şarabı boca ediyorlar. Eğer batmazlarsa yakında zaten herkes bu markayı zaten tanıyacaktır, benden söylemesi. Şarapları hem çok ama çok lezzetli idi ve hem de şarabın ısısı çok iyi ayarlanmıştı. Burgerleri de enfesti. İlk gidişimizde (ilk diyorum çünkü ertesi öğlen yine aynı yerdeydik) 4 kişi, 4 ayrı burger yedi ve herkes çok ama çok mutlu tamamladı yemeklerini. Çikolatalı  ekler benim en sevdiğim tatlılardandır. Bir ev yapımı eklerleri vardı çok rahat Savoy’un, Kitchenette’in veya Gezi’nin eklerleriyle kapışabilirdi. Oldukça ekonomik bir yer olması  ve sonrasındaki ikram çay ve kahveleri adeta yemek şölenini taçlandırdı.

Perşembe öğleden sonra başlayan kısa ama keyifli İzmir tatilimiz, Pazar öğleden sonra tamamlandı. Yeniden ve zaman kaybetmeden, hızlı, tüketen, acımasız ve taşı toprağı hala altın sanılan bu karmaşa yumağına koştuk. Güzel ve vazgeçilmez olan İstanbul’un yeniden kollarındayız. Napoleon’un “Eğer dünya tek bir devletten ibaret olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” dediği  Lamartine’in “Dünyaya son kere bakacaksın deseler İstanbul’un Çamlıca’sından bakmak isterdim” dediği kahpe bizanstayız.

İzmir’in yavaşlığı ve huzuru sonrasında belki yüzlerimizde Köyden İndim Şehre filminde Metin Akpınar'ın yüzündeki gibi " Bura nere? " şaşkınlığı yoktu ama çok mutlu olduğumuz da söylenemezdi.

Ama yine de eve dönmek güzel. Oğlumun evimizi sevmesi ve döndüğü için mutlu olması ise paha biçilemez bir mutluluk.

16 Haziran 2011 Perşembe

Hayallerim, hobilerim ve ben - 4 Kabullenme ve tekrar başlama ...

Geçenlerde televizyonda Aşk Mektupları (Letters To Juliet) diye bir film izledim. Mutlak surette yalnızca bu filmi anlatan bir yazıyı ayrıca yazacağım. İddiasız, sıradan ama kesinlikle sıkıcı olmayan ve insanın içini ısıtan bir filmdi. Nasıl aradan istifade  şansa izledim inanamazsınız. Film için ilk söyleyeceğim şey muhteşem manzaralar içerisinde İtalya’da geçiyor olması. İtalya’da ağırlıklı olarak Verona ve Sienna’da geçiyor. O kadar güzel yerlerde, o kadar sıcacık çekilmiş ki insanın hemen tüm işlerini bırakıp oralara gitmesi geliyor.
Filmin İtalya'da geçiyor olması bile, tek başına benim filmi beğenmem için yeterli bir sebep.  Hep söylemişimdir İstanbul dışında yaşayabileceğim hatta yaşamak istediğim tek bir ülke var o da İtalya. Arya ve operalar, pizza, amaretto'lu espresso, limoncello, karafta kırmızı şarap, Venedik, Floransa ve artık Verona ve Sienna, Aşıklar çeşmesi, İspanyol merdivenleri, Verdi, Vivaldi, uzun ve neşeli yemek masaları, yüksek sesli sohbetler, kahkahalar, yavaş ve bir o kadar keyifli hayat, mahalle baskısız din motifli bir düşünce yapısı bu ülkeyi sevmemi sağlayan unsurlardan yalnızca bir kaçı.
Ben şarap içmesini çok severim. Fırsat buldukça da içmeye özen gösteririm. Bazen akşam yemeklerinde içerim bazen de yemek öncesi aperitif olarak alırım. Bunu alkole olan ihtiyacımdan değil, bir hayat tarzı olarak tercih ediyor olmamdan dolayı kutsal bir ritüel gibi uygularım. Hoşuma giden müziklerimi açarım ve günün yorgunluk ve sıkıntılarını bu şekilde üzerimden atmaya çalışırım. Benim gibi insanlar illaki vardır ama olmayanlar oldukça çoğunlukta ve çoğunluk beni anlamaktan çok uzakta. Bırakın dışarıdaki yabancıyı (olayın siyasi boyutuna hiç ama hiç girmiyorum bile) evimde bile bir iki kadeh içtim diye eşim tarafından alkolik muamelesi görüyorum.
Bunları niye mi yazdım?
Filmde herkes ama herkes benim gibiydi. Tanrım ne büyük bir mutluluk olurdu çoğunluğun bu tarz insanlardan oluştuğu bir yerde yaşamak. Her geçen gün İtalya’ya yerleşme isteğim daha da artıyor.
Eşimle birlikte iki sene kadar Hollanda’da Haarlem diye küçük, minicik ama muhteşem bir şehirde yaşadık. Amsterdam’a trenle yalnızca 15 dakika mesafedeydi.  Bulunduğumuz süre boyunca eşime inat ben her fırsatta geri dönmek için çabaladım durdum. Sonunda döndük de ve ben o günden sonra eşimin sözünden bir daha dışarı çıkmadım. Dönüşümüz büyük çok büyük bir bir hataydı.
Düşünüyorum da hayatımın en güzel iki yılı idi. Çok ama çok eğlenip, çok gezdik. İşimizi de aksatmadık ama. Yalnızca oradaki şartlar, imkanlar, özel-iş hayat dengesi  ve insana verilen önem çok ama çok farklıydı. Ben tüm bunların önem ve kıymetini geç anladım. Oysaki kalmalı ve oradan da belki İtalya’ya geçiş yapmalıydık ama ben sürekli Ortaköy’ü çok özledim diye ağlayıp durdum. Rakı vardı, balık da vardı ama ben yine de rakı balık diye söylenmeye devam ettim. Sonunda mızmızlanmalarıma dayanamayan eşimi de bezdirip İstanbul’a kesin dönüş yaptık.
Döndüğümüzde hayallerim vardı benim ve hayallerimi destekleyen hobilerim. Birbirleri için vardılar. Sonra baktım ki ikisi de çıkmış gitmiş hayatımdan. Elimde ne yatmadan önce kuracak bir hayal ne de uğraşacak bir hobim kalmış.
Peki ama neden tüm bunlar başıma gelmişti? Elimin adeta içine kadar gelen mutluluğu hangi akla hizmet elimin tersiyle itmeye kalkmıştım? Yavaş yavaş onu da çözdüğümü düşünüyorum. Kısaca özetlemek gerekirse size şunları söyleyebilirim:
Sahip olduğumuz sevinç ve mutluluk ancak dayanabileceğimiz acı ve sıkıntı oranında mümkündür. Bunlardan birini reddetmek, ötekini de yok eder. Huzur ve mutluluk dolu bir hayat ilk başta cennet gibi görünse de gerçekte cehennemden bir farkı olmayacaktır.
Hayattaki tüm zıtlıkların, bir dengesinin olması gerekir. Tüm acıların ve sevinçlerin, nefretin ve sevginin, tüm çirkinliklerin ve güzelliklerin, korku ve çatışmalarla dinginlik ve barışın bir bütün olarak kabul edilmesi gerekir. Önce başımıza gelen iyi ya da kötü her şeyi kabul etmekle başlamak gerekiyor. Başımıza gelmiş ise bir nedenden ötürü gelmiştir. Bir kere bu kabulü yapmışsak ikinci adıma geçebiliriz.
İkinci adım ise iyi ya da kötü tüm yaşadıklarımız, tüm başımıza gelenler, gelişebilmemiz için bizlerin seçimleri olduğu gerçeğidir. Eskinin kadim inançlarına göre tüm insanlar Tanrı'nın birer yer yüzündeki suretleridir. Varolan her şey Tanrı’dan oluşmuştur. Evren ve Tanrı birdir. Tanrısal ışığın bir parçası olan bizlerin farkında olalım ya da olmayalım yegane amacı ayrıldığımız ana kaynağa, yani Tanrı’ya dönmektir. Bu dönüşü de ya da bu birleşmeyi de ancak ruhun tekamülü, yani kendini geliştirebilmesi, aydınlanabilmesi ile olabilecektir.
İşte hayatta başımıza gelen her şey bu nedenlidir ve bizlerin seçimidir.
Hayallerim için savaşmalıyım. Bu nedenle ben bu kabullenmeleri gönülden yapmaya karar verdim. Bir şekilde, nedenini anlayamadığım akıllara ziyan bir sebepten bu kararları vermişim. Şimdi bir şekilde bunları temizlemek yine bana düşüyor.
Blog tutmak benim için işte bu nedenle çok önemli. Uzun bir süreden sonra ilk defa bir hayal tekrar kapımı çaldı. Onunla dolaşan hobi de fırsatı kullandı ve hayatıma tekrar girdi. Mümkün olduğunca yazıyorum ve yazmaya da devam edeceğim. Bu sefer seçimimden ve hayalimden vazgeçmemeye kararlıyım. Hikayeler de yazmaya devam edeceğim.
İtalya’ya gidene kadar evimde şarap içmeye her türlü olumsuz tepkilere rağmen devam edeceğim.
Ama en önemlisi kendimle ters düşmeyeceğim. Barışık yaşamak için elimden geleni yapacağım. İyi ve cici çocuk olmaktan ziyade adil bir yetişkin olmaya çalışacağım.
Tüm bunları yapabilir miyim?
Bilemiyorum. En azından deneyeceğim. Yapamazsan bir süre sonra size bambaşka bir şekilde zaten açılırım, içimi dökerim ve rahatlarım. Muhtemelen yeni hareket planımı açıklayıp yeniden uğraş veririm. Başarabilirsem yazılarıma İstanbul yerine İtalya’nın bir şehrinden devam ederim :-)
Önemli olan aynada gözlerimin taaaa içine korkusuzca, sıkılmadan, huzur içerisinde bakabilmemdir. Bunu başarayım bana zaten yeterli gelecektir.
Gözlerinizle korkusuz, mutluluk dolu buluşmalar dilerim ...  

10 Haziran 2011 Cuma

Hayallerim, hobilerim ve ben - 3 İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır ...

Ben belki de tüm hayatını kimseyi kırmama üzerine kurmuş ve bu uğurda aslında birçok kereler hem de hiç hak etmeyen insanların kalplerini kırmış biriyim. Açıkçası herkes ile iyi olmak zor ve de gereksiz bir durum. Artık sanırım cici çocuk olmaktan bıktım. Örnek gösterilmek de artık istemiyorum. Herkesi mutlu etmekten de artık sıkıldım. Victor Hugo’nun bir sözü var ki uzun süre önceden beri biliyor olmama rağmen şimdi bana anlamlı gelmeye başladı: İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır ...

Bana göre facebook ne kadar yalancı ise mutluluk oyunları oynadığımız hayatlarımız da bir o kadar yalancı. Dışarıdan oldukça şanslı ve güzel görünen bir hayatım var. Davetiye göndermem zorunlu birçok arkadaşım var ama görüştüklerim el parmaklarımın toplamından daha az.
Mutluluyum mutluyum diye etrafa gülücükler saçarak dolaşıyorum ama sonra trafikte ilk fırsatta küfür edebiliyorum, hatta cesaretli olsam çıkıp yalnızca önüme geçti diye birini dövmeye bile kalkabileceğim. Siz buradan ne kadar mutlu olduğumu düşünün artık.
Ya siz mutlu musunuz?
Cevabınız öncesinde yapılan dedikoduları düşünün.. Zenginin malı züğürdün çenesi misali sermayeye olan düşmanlıkları düşünün. Terfi edenin hiçbir zaman hak etmemesini ve daima yöneticilerden birinin tanıdığı olduğu gerçeğini düşünün. Değişen hayatların suçunu insafsızca o bir tanecik bebeklere atıldığını düşünün. Bu doğal alışma dönemindeki zorlukların nedeninin nasıl kolayca onlara yıkıldığını düşünün. Hayatımı geri istiyorum diye bu yönde yazılan haksız ve insafsız yazıları düşünün. Eurovizyonu düşünün ya da. Siyasi nedenlerle bize oy verilmemesini ve elenmemizi düşünün. Birinci, üçüncü olmamız önemli değil, bizi sevmiyorlar işte diye söylenmelerimizi düşünün. İncir kabuğunu doldurmayacak sebeplerden evlerde edilen kavgaları, kırılan kalpleri düşünün. Basılmamış kitaplardan suçlananları düşünün. Suçları dahi açıklanmadan içeriye atılan aydınları düşünün. İçimiz bu kadar öfke doluyken, söyleyin, sahi biz mutlu muyuz?
Eskiden iki kadeh ile çakırkeyif olurdum. Şimdi aynı miktarı içtiğim zaman muşmula gibi oluyorum. Başım ağrıyor. Yorgunluk çöküyor. Yine eskinin gecelerinde önce hayaller dünyasında gezinir sonra mışıl mışıl uyurdum. Birbirinden güzel de rüyalar görürdüm. Şimdilerde ise ne gezindiğim bir hayal dünyam var ne de öyle eskisi kadar kolay uykuya dalabiliyorum. Hemen uyanıyor olmamda işin bir başka kötü yanı.
İyi bir işim var. Ortalamanın üzerinde bir kazancım ve kendime göre rafine diyebileceğim zevklerim var. Sevgilerini hissettiğim ve ne zaman ihtiyacım olsa yanımda yer alan ve alacak olan bir ailem var. Eşim hem hayat arkadaşım ve hem de en iyi arkadaşım. Hiç kimseye ve hiçbir şeye değişmeyeceğim oğlum ise hayatımın nuru, ışığı, her şeyi. Daha ne isteyebilirim ki? Doyumsuz muyum? Şımarık mıyım?
Peki ben mutlu muyum?
Benim oldukça geniş bir müzik arşivim vardır. Bu arşivi oluşturmak, şarkıları bulmak, her geçen gün biraz daha genişletmeye çalışmak ve sonrasında kategorize etmek benim için adeta bir hobi niteliği taşımaktaydı. Saatlerimi harcadığım ve büyük keyif aldığım bir uğraş. Tabii bu hobi ile uğraşırken bir de hayalim vardı.  Tüm bu müzik arşivini değişik akşam yemekleri için, farklı farklı kişilerin yer aldığı birbirinden değişik temalı organizasyonlar için kullanabilmek. Birgün bir İtalyan gecesi olur ise saatler sürecek, keyifle dinleyebileceğimiz İtalyan müziklerimiz de olmalıydı. Flamenko ya da Fado gecesi de olabilirdi, operaların dinlendiği bir gece de. Alaturka da olabilirdi, rum gecesi de. Sonra baktım böyle tek bir gecemiz bile olmamış. Tek bir organizasyon bile yapamamışız bu şarkıları dinleyebileceğimiz. Ben boş bir hayal için saatlerimi harcayıp durmuşum.  Böyle tek bir toplantı bile olmamış çünkü böyle bir toplantıyı gerçekleştirmek içimden bugüne kadar gelmemiş. İçimden gelmemiş çünkü hayatımda öncelikle bir duruma hiç gelememiş. Hep bir koşuşturmaca ve birbirine kopya günler geceler içinde tek bir geceyi dahi özel kılamamışım, kılmak için çaba sarf etmemişim.  Ben de bıraktım toplamayı. Yeni hoşuma giden parçaları her duyuşumda bir an içim acıyor sonra geçiyor.
Briç kursuna arkadaşlarımla Jack içip briç oynayabilmek için gitmiştim. Hepimiz biraz biliyorduk ama geliştirmeliydik. Ben geliştirip durdum yıllar içinde ama bırakın brici, king bile oynayamadık. Üç kişi bir araya gelip 3-5-8 bile oynamadık ve ben briç kursunu da bıraktım.
Dedim ya hobilerim hayallerimle desteklendiler mi vardılar hayatımda. Hayallerim sona erince hobilerimde yok oldular. Hobiler ve hayaller yok olunca da mutluluk ancak yalancı yarim oldu.
Peki ne yapmalı? Böyle mi devam etmeli?
Şimdiye kadar depresif öğeler taşıyan yazının artık umut aşılama zamanı geldi de geçiyor bile. Yapılacak şey belli: Hard rock dinlemeyi bırakmalı :-)
Bir sonraki muhtemelen dizinin son yazısında çıkış yolum hakkında bir şeyler yazmaya çalışacağım. Çıkış her zaman için vardır ve her zaman için de olacaktır.
Umut yağan kara ve yağmura rağmen açan kardelendir, hiç bitmeyen bahar mevsimidir.

İçimdeki 4 mevsimin bahar mevsimi bir sonraki yazıda, beklerim ...

6 Haziran 2011 Pazartesi

Hayallerim, hobilerim ve ben - 2 Yalnızlığım; bugünüm, yarınım, sen benim vazgeçilmezimsin......

Aklımızdan geçirdiğimiz düşünceler, vermiş olduğumuz ya da vereceğimiz kararlar, sürdürdüğümüz, dört elle tutunduğumuz hayatlar, tercih ederek, sözde bilinçli bir şekilde girdiğimizi sandığımız yollar, bizlerle, gerçek nüvelerimizle, hani bir an yüz yüze geldiğimiz ama sonra hemen korkarak arkalara ittiğimiz gerçek bizlerle ne kadar barışık, ne kadar uyumlu?
Sahi gerçekten de kendimizi, hayatımızı, seçtiklerimizi, kararlarımızı seviyor muyuz? Yoksa elimizdekiler bunlar olduğundan kendimizi, ruhumuzu, kalbimizi, düşüncelerimizi ve kararlarımızı bunlara göre mi ayarlamaya çalışıyoruz?
Yaşadığımız hayatlarımız ne kadar gerçek? Gerçekten içimizden geldiği gibi, kendimizle barışık olarak mı yaşıyoruz yoksa yalnızca tüm bunların bizlerin seçimi olduğu rolünü mü oynayıp duruyoruz?
Hayattaki başarı kıstası nedir?

Mesela Facebook oldukça başarılı bir uygulama değil mi? Başarısı su götürmez bir şekilde apaçık karşımızda değil mi? Facebook başarısı aslında bizlerin başarısızlığı değil mi? Benim mesela yüzlerce arkadaşım var. Tamam, zamane gençliği gibi 800-900 tane arkadaşım yok ama arkadaş sayım 200’ü geçmekte en azından.
Sahi benim 200’ü geçen arkadaşım gerçekten de var mı?
Bir önceki ve son iş yerindeki aynı hedef için bir yerde zorunluluktan ya da rastlantısal olarak bir araya geldiğimiz çalışma arkadaşlarımı çıkaralım mesela. Öyle ya bu iş yerleri olmasaydı muhtemelen onları tanımayacaktım bile. Hem kaçıyla bir şey paylaşıyorum ki? Ya da paylaşıyor muyum? Ne kadarını seviyorum, kaçı beni seviyor? Kaçı ile bu işten ayrıldıktan sonra görüşeceğim ya da işten ayrılan kaçı ile hala görüşüyorum?
Geriye kalanlardan sırf sistemin iyi çalışıp çalışmadığını denemek ve hafızamı zorlamak için girdiğim ve bulduğum (Sistem iyi çalışıyor. Bunları yazarken amacım facebook’u kötülemek değil çünkü aslında çok başarılı bir uygulama. Görüşmeyi istediğimiz, özlediğimiz, bir şekilde iletişimin koptuğu kişileri başka nasıl bu kadar kolay bulup, hayatları hakkında az çok bilgi sahibi olabilirdik ki? )ilkokul arkadaşlarını da çıkaralım. Bazı bulduklarımla yazışmamışız bile, yalnızca birbirlerimizi nedensiz yere kabul etmişiz hepsi o kadar.
Bu arada tüm bu yazdıklarım beni ilgilendiren konular, sizdeki durum da böyledir diye yazmıyorum. Ben de bu şekilde işlemiş o kadar. Neyse devam edecek olursam lisedeki arkadaşları koymak zaten bir mecburiyet. Bazısı ile mezuniyetten beri görüşmemişiz. Benim de hatam var ama bir şekilde olmamış görüşme. Demek istediğim birçoğu ile hayatlarımız tekrar kesişmemiş, görüşme bir öncelik olmamış. Oysaki biz farklıydık, biz hiç kopmayacaktık ve biz hep görüşmeye devam edecektik çünkü bizim bizden başka arkadaşımız yoktu, olamazdı. Aslında ikinci bölüm benim için doğruydu çünkü gerçekten de benim sonradan başka arkadaşım neredeyse hiç olmadı.
Ender olarak yazıştıklarım hadi kalsın ama diğerleri listeden çıksın o halde. Aile üyelerini de çıkarttıktan sonra benim listede iki elin parmaklarından daha az sayıda kişi kaldığını üzülerek ve belki de utanaraktan belirtmek isterim.
Bazen hiç görüşmediğim kişilerin hayatlarını, bu şekilde, arada çoğu kere iletişim bile olmadan takip ediyorum: Fotoğraflarına bakıyorum, günlük olarak değişen ve o gün ile ilgili psikolojilerini özetleyen  ve çoğu kere birilerine dolaylı mesaj özelliği taşıyan özlü sözlerini okuyorum. Doğum günlerinde mesaj atmak yalan değil kolay da oluyor. Yüz yüze gelmediğim, konuşmadığım insanların hayatlarını bu şekilde takip etmek bence sistemin başarısı ama benim başarısızlığım.
Bir çok mazeretim var tabii birbiri ardı sıra söyleyebileceğim. Zamanım yok bir kere. Evden işe, işten eve koşuşturup duruyorum. Yoğum bir tempoda yaşıyorum. Sorumluluklarım var... Aslında tüm mazeretlerim, utancımı, tembelliğimi, üzüntümü bohçalayıp saklayan ya da saklamaya çalışan birer sis perdeleri. Ortada mazeret yok aslında. Ortada açık olarak duran bir gerçek var: Hayatımı ikinci hatta üçüncü plana atıyor olmam. Üstelik bunu hayallerimden ve hobilerimden ilk vazgeçmeye başladığım zaman başlamış olduğu gerçeğini ancak şimdi anlayabiliyorum.
Hesap ortada arkadaşım bile düşündüğüm kadar yok. Bunun aslında bir nedeni de (bugün eşime hiç laf atmamıştım, atayım da rahatlayayım)eşim. Şartmış gibi en iyi arkadaşım oldu, çıktı. Bu güzelmiş gibi görünse de hiç güzel bir durum değil. Herkesin yeri ayrı olmalı aslında. Eşim en fazla arkadaşım olmalıydı ama o en iyi arkadaşım oldu. Her şeyimi onunla paylaştım, ona anlattım, o kadar ki artık onun dışında kimseyle bir şey paylaşmaz oldum. Hata idi çünkü biz sürekli tartışan bir çiftiz. Her tartışma sonucunda ben yalnızca eşimle değil, en iyi arkadaşımla da iletişimi koparmış oluyordum. Barışana kadar kimsesiz, ortada tek başıma kalakalıyordum (di’li geçmiş kullandım ama durum bugün içinde aynıdır). Oğluma tavsiyelerimden biri de bu olacak, sen sen ol, sakın eşinle iyi arkadaş olma. Hatta mümkünse arkadaş bile olma. Eğer bana çeker ise beni dinlemeyecek ve olacaktır. Umarım hep mutlu ve huzurlu olur.
Ortada tek başıma kaldığım zamanlarda ise en aradığım şey sigara. Bırakalı neredeyse sekiz sene oldu ama aslında hala bırakabilmiş değilim. Kendimi kaybedecek kadar içki içme hakkım ise yine benim tarafımdan (oğlum büyüyene kadar)geçici olarak engellenmiş durumda. Kitap okumak bana kalan tek sığınak (sanki içki ve sigara sığınaklarımmış gibi oldu ama çok şükür tabii ki değiller) oluyor ama ama bir şekilde bu da hep engellere takılıyor ve hak ettiği zamanı bulamıyor.


Zuhal Olcay’ın ne de güzel söylediği gibi : Yalnızlığım; bugünüm, yarınım, sen benim vazgeçilmezimsin......


Yaşadığımız bu hayatta ne kadar mutluyuz? Huzurlu muyuz?  diye sormuştum. Cevabını hala arıyorum, bulabilmiş değilim. Sanırım bu kadar arama beni acıktırdı. Bir şeyler yemek için yine bir mola rica edeceğim.

Bir sonraki mesajımda umarım hem cevabı buluruz, hem mutluluğu ve hem de huzuru.