Bu Blogda Ara

31 Ekim 2012 Çarşamba

Mekan farklı, hava farklı, mesai ise tam gaz yine aynı


Geçen sene Şubat ayının sonlarına doğru Evliya Çelebi tadında bir Şubat - Seyahatlerim, ailem ve ben 1 ve 2 isimlerinde iki adet yazı kaleme almıştım. Okumuş olanlar hatırlayacaklardır hani Şubat ayında leyleği havada görmem ve sanki başka aylar yokmuş gibi bu kısacık ay için planlanan iki yurt dışı ve bir de yurt içi seyahatimden bahsetmiş olduğum yazılar. Hani yemeksiz, uykusuz yani bensiz kalan eşimin migreninin tutmasından bahsettiğim yazı. Hala hatırlayamamış olanlar için hani kendi zangocumu yanıma almayı unuttuğum iş geziden bahsettiğim yazım. Herkesin muhtemelen siyah takım elbiseleri ile boy göstereceği bir yemekte bir kot, yuvarlak yaka merserize bir beyaz kazak ve üzerine önü fermuarlı bir spor bir ceket ile katılma riskimi anlattığım çaresizliğim ve farklı olmanın dayanılmaz cazibesine kapılmak üzereyken eşimin beni her zamanki gibi kurtarması. Hala hatırlamamış olanlar yukarıdaki linkten ilgili yazıya ulaşabilirler.

Gelin o yazıma ve o günlere geri dönelim ve bir kaç paragraf söz konusu yazımdan alıntı ile bu yazımıza başlayalım.

“Akşam yemeği yine çok güzeldi. Ne kadar yediğimi bilemiyorum ama gün içinde vermiş olduğum tüm gr’ları kilo olarak geri alacak kadar yemiş olmalıyım. Masamız ise tam bir protokol masasıydı. Duyan gelmiş. Hani zorlasak şirket yönetim toplantısını bizim masada yapar. Benim patron da bizimleydi. Bir ara içtiğim şarapların da etkisiyle yorulduğumu, odama dönüp uzanacağımı ve keyifle Yalan Dünya’yı izleyeceğimi söyledim. Alkol işte tüm kötülüklerin hem anası, hem babası. Benim patron sen misin bunu söyleyen tavrıyla hadi yiyorsa yap bunu da görelim tadında seni mutlaka karaoke şarkı yarışmasında görmek istiyorum dedi. Aksi takdirde şirketin sahibi ile odama gelip şirket aktivitesine katılmadığımı bizzat ona ispat edecekmiş. İşte biz kendisiyle bu kadar muhabbet içerisindeyiz. Beni nasıl sever, nasıl sever, gözleriniz yaşarır. Uykuluyum, yorgunum dedikçe motivasyon dedi, takım çalışması dedi, şirket kültürü dedi.

Beni bu kadar zamandır tanıyorsunuz. Eşime karşı nasıl her defasında dik durduğumu en iyi sizler biliyorsunuz. Ben bir şeye karar verdim mi kolay dönmem. Kararlılık düzeyim üst düzeydir. Hemencecik odama döndüm. Televizyonu açıp, mini-bardan da bir bira kapıp dizimi seyretmeye başladım. Bu sefer ki bölüm yıkılıyordu. Hele ki inşaat işçilerine bayıldım. Nasıl gülüyorum, keyfim nasıl yerinde anlatamam. Sonra eşimin işten ayrılması geldi önce aklıma. Gülmem dondu suratımda. Espriler duyulmaz olmaya başladılar. Bir an da evde benden yemek bekleyen eşim ve çocuğum gözümün önüne geldi. Hafifçe doğruldum yataktan. Bira ısındı mı neydi artık tadı güzel gelmemeye başlamıştı. Hayat yalnız benim hayatım değildi artık. Dizinin reklama girmesini bekledim ve yarışmanın yapılacağı yere doğru yola çıktım.

İlk önce patronun yanına gidip varlığımı kendisine gösterdim. Sonra da bara yönelip başka bir biraya bir şans daha verdim. Şansını iyi değerlendiren bira kısa sürede son buldu. Karaoke’leri oldum olası sevmemişimdir. Seni belirli bir kalıba sokmaya çalışır. Bağıra bağıra ve istediğin tempoda şarkı söylemene izin vermeyen bir modern çağ eğlencesidir. Genelde de bu çarka uyamayan kişiler bayılırlar bunu kullanmaya. Ya kendilerini bilmediklerinden ya da kendileriyle fazlasıyla barışık olduklarından.

Yarışma haftalar öncesinde şirkette duyuruldu. Gruplar kuranlar mı desem, buluşup çalışanlar mı desem ya da peruk ya da giysiler bulup olaya bir gösteri boyutu katanlar mı... Bizim şirket karaokeye çok ama çok önem verdi. Patronun görebileceği bir noktada şarkı söyleyenlere gülmeye başladım. Yalancı Dünya kadar komik değildi ama daha bir gerçekti . Bu arada bizim ekipten bir arkadaş yanıma gelip ekip olarak biz de katılalım mı diye sordu. Alkol dedim ya yine diyorum. Patrona sor, o varsa ben de varım dedim. Patron da ben olursam olacağını söylemiş. Yumurta-tavuk olayı anlayacağınız. Sen misin beni odamdan ve Yalancı Dünya’dan eden dedim ve blöfünü gördüm. Grubun ismini patronun ismi ve saz arkadaşları diye kaydettirdim ki o sahneye çıkmazsa ben de hiç çıkmayayım. Neyse efendim şarkı seçimi bana bırakıldı. Ben de şimdi bu platformda söylemekten imtina ettiğim bir şarkıyı seçtim.

Patron adını okunmasıyla sahneye çıktı. Tabii arkasından ben ve benim tüm ekip. Bir ara size güveniyorum çocuklar diyeceğini ve sahneden ineceğini sandım ama yapmadı. Delikanlı adamdır benim patron. Söylediğinin arkasındadır her zaman. Zaten bu nedenle odama gerçekten de gelebileceklerini düşünüp, korkmuş, ürkmüş ve geceye katılmaya karar vermiştim. Yalnız gülmek için bile bunu yapabilirdi bana. Normalde 5’er kişilik takımlar yarışıyorken biz sahnede 10 kişiydik. On adet alkollü erkek.

Şarkının sona ermesi ile etraf alkıştan yıkıldı. Tekrar mı isteyenler mi, imza almaya çalışanlar mı, resim çektirmeler mi görmeniz gerekiyordu. Jüri puanları açıkladığında zirveye yerleştiğimizi biliyorduk. Dokuz veren jüri üyesi neden tam not vermedi diye uzun süre yuhalandı. Neyse ki bizler seyirciyi teskin etmeyi başardık. Yarışma sonucunda birinci olduk ve madalyalarımız podyumda çılgınca alkışlar arasında takıldı. Ödülümüzde vardı tabii: Antalya’da çift kişilik hafta sonu konaklaması”.

İşte biz daha o zamanlardan geçen hafta gittiğimiz tatile hak kazanmış olduk. Bayram tatili bile olduğunu fark etmeden ve büyük çok büyük hata ederekten rezervasyonumuzu geçen hafta için taaa belki de geçtiğimiz Mart aylarından yaptırdık. Eğer bayram tatili münasebetiyle tüm yurt içi ve yurt dışı ahalisinin bizim otele toplanacağını bilseydik rezervasyonumuzu ya bir hafta öncesine ya da bir hafta sonrasına yapardık. Hem böylelikle de hem boş İstanbul’un doyasıya tadını çıkarırdık ve hem de medeni sınırlar içerisinde ve keyifle otelde yemeklerimizi  yerdik. Söz konusu yemek olayını bir sonraki yazıya bırakıyorum zira bu konuda çok doluyum. Tesis bence içinde bulunduğumuz aya göre ya da en azından benim beklentilerime göre çok ama çok doluydu. Daha boş olmasını fazlasıyla tercih ederdim.

İş toplantılarının gerçekleştiği odalar genelde neden bilmem hep soğuktur. Ben çabuk üşüyen bir insanımdır ve genelde o toplantılarda hırka ile otururum. Yazın ortasında bile toplantı olsa ben hırkamla toplantıya katılır görmek kimseyi yadırgatmaz. Böylesi toplantılarda kimisi gömlek ile kimisi ise gömlek üstü hırka ya da ceket ile boy gösterir. Yani insanlar arasındaki fark hepsi hepsi bir ceket ya da bir hırka kadardır. Gittiğimiz oteldeki bu fark ise sınırsızdı. Ben üşüme düzeyi birbirinden farklı bu kadar insanı bir arada görmemiştim. Bir grup çılgın vardı ki denize ve havuza giriyorlardı. Dahası girmekle kalmıyor bulutlu ve bana göre soğuk diyebileceğim bir havada tesislerde mayo üzeri havlu ile dolaşıyorlardı. Derileri bir önceki grup kadar kalın olmayan başka bir grup tshirt ve şort ile fink atıyor, yine başka bir grup uzun kollu giysileri tercih ediyorlardı ki bizim aile bu gruba girmekteydi. Başka çok kolay anlayış gösterebileceğim bir grubun üzerlerinde ise hırka ve hatta kimilerinde mont varken dolaşmayı uygun görüyorlardı. Anlayacağınız aynı şartlar altında çıplak vücutlarla, mont giyenler  tesiste hep beraber bir aradaydık. Para verdik sonuna kadar her şeyden yararlanacağız diyen görüş ile , ben yalnızca temiz hava alıp, farklı bir ortamda bulunacağım farklı görüşlerinin çarpışması gibiydi yaşanan.   

Biz kendi adımıza ne havuza ne de denize girdik. Belki bir yarım gün girmek için uygun bir hava oldu olmasına ve hatta ne yalan söyleyeyim benim de denize girmek aklımdan geçti geçmesine ama sonra oğlum da peşimden girer (bu konuda ona hayır kesinlikle demezdim zira girmesi hoşuma bile giderdi) ve sonra hasta olur ise eşimin dilinden kurtulamam diye düşüncelerimi sırlarla dolu bilinçaltıma doğru iteledim durdum. Hava çok temizdi. Tesis çam ağaçları arasında kurulduğundan misler gibi tertemiz bir havası vardı. Kitabımı bile sürekli balkonda okuyaraktan İstanbul’da artık kolay bulunmayan temiz havayı mümkün olduğunca ciğerlerime çektim durdum tatil süresince. Odamızın da son derece şık olduğunu ve oldukça memnun kaldığımızı da söylemeden geçemeyeceğim. Bu vesile ile tatil süresince hem firmamla sürekli gurur duydum ve hem de bu gururumu eşimin başına kattım durdum. Tesisisin için de mini bir zoo bile vardı. Hayvanları ziyaret edip durduk sürekli. Bu tip tesislerin olmazsa olmazı mini çocuk klübü ve akşamları mini diskosu oğlumun ve bizim en büyük zamanlarımızı geçirdiğimiz yerler olmaya devam ettiler.

Anlayacağınız aslında İstanbul ile tatil arasında değişen hava dışında çok şey yoktu. Yer farklı, hava farklıydı ama oğlumuz peşinden mesaimiz gün boyu devam etti. Umarım hep de etmeye devam eder. Daha nice mesailere içten dileklerimle ...

23 Ekim 2012 Salı

Sıradan bir filmin ardından sıradan olmayan düşünceler...

 Geçen akşam bizim evde küçük bir mucize yaşandı. Saat 19:00 cıvarlarında oğlum benim uykum geldi, ben yatıyorum dedi ve demekle kalmayıp şaşkın bakışlarımıza dahi aldırış etmeden ve bizden bir cevap bile beklemeden odasına doğru yürümeye başladı. Şaşkınlığımızı kısa sürede üzerinden atan ilk ben oldum ve onun peşinden koşarak önce dişlerini fırçalamasını, sonra pijamalarını giymesini ve son olarak da çişini yapmasını sağlayıp, erkenden yatağına yatırdım. Gerçekten de yattıktan kısa bir süre sonra uyumaya başladı. Tüm günün aralık vermeden koşuşturmacası güne gün doğmadan başlayanlarda işte bazen böyle ani uyku getirici olabiliyor. Oğlum uyumasına uyumuştu da eşim ve ben şaşkındık. Bu saatte (7:30 bile daha olmamıştı) baş başa ne yapacağımızı bilemez haldeydik. Birbiri ardına birbirimize teklifler yapmaya başladık: Kanasta oynayalım, hayır hayır balayı kingi, yok yok en iyisi bezik oynayalım. Film seyredelim, biriktirip izleyemediğimiz dizileri seyredelim, kitap okuyalım... Aslında hepsini yapmak istiyorduk ama hepsi hepsi ilave 1,5-2 saatlik bir süremiz vardı. Üstelik daha yemek bile yememiştik. Önce güzelce ve hiççççç acele etmeden yemeklerimizi bitirdik. Sonra üzerine kahvelerimizi höpürdettik. Yorulan yalnız oğlumuz değildi aslında, bizimde tüm gün pestilimiz çıkmıştı. Yemek sonrası iyiden iyiye ağırlaştık ve benim kuvvetli ve haklı tezlerim sayesinde film seyretmeye karar verdik. İyi ki de öyle yapmışız zira seyrettiğimiz film bugünün yazı konusu oldu.

Aslında öyle ahım şahım, mutlaka seyredin diye tutturacağım bir film değildi. Tamam konusu ve akıcılığı fena değildi ama diğer taraftan çekilmiş çok daha güzel kumar filmleri sayabilirim (evet film kumar nüveleri içermekte). Peki neden bu yazının konusu oldu? Anlatayım efendim ... Öncelikle ele alınan yalnız kumar değildi. Zaten filmde kahramanlarımız yaptıkları işlemi kumar diye de adlandırmıyorlar, matematiksel sistem kurma ya da istatistiksel modelleme diye tanımlıyorlardı. Hırs ve başarının güzel yanları da vardı filmde ve yine hırs veya başarı uğruna feda ettiğimiz ve bizi biz yapan özelliklerimizi nasıl kaybettiğimiz de. Senaryo da iyi idi oyuncular da. Filmin adı 21’di. Yazı ile yirmi bir.

Ben Mezrich'in gerçek bir öyküden uyarladığı eğlenceli "Bringing Down the House" kitabından uyarlanmış bir film. MIT'de okuyan (ki yalnızca orada okuyabilmek bile birçok kişinin hayali) Ben Campbell'in tek hayali Harvard Tıp Fakültesi'nde okumaktır. Ama söz konusu bu hayalin de bir bedeli vardır ki bu bedel yaklaşık 300.000 USD’dir. Okul kayıt parasını elde edebilmek için Ben’in tek bir umudu vardır o da bursa başvurmak. Harvard Tıp Fakültesi'nin dekanı ile ilk görüşmesinde 100’e yakın aynı cv’ye (4 üzerinde 4 ortalama, bir sürü akademik ve bilimsel diğer başarılar ...) sahip öğrencinin söz konusu bu burs için başvuruda bulunduğunu ve yalnızca bir kişinin bu bursu almaya hak kazanacağını öğrenir. Dekan son söz olarak da Ben’e şu sözleri söyler: “Kazanacak kişi öyle bir kişi olmalıdır ki başvuru formuna yazacakları ile, sahip olduğu hayat tecrübesi ile kağıttan adeta fırlamalıdır”.

Ben’in böyle bir hayat tecrübesi var mıdır? Bugüne kadar tüm hayatını derslere girip çıkarak ve tüm sınavlardan en iyi notları alarak geçirmiştir. Hayat tecrübesi mi?!!! Onun hayatını hayat olarak görmek bile tartışma konusudur. Jim Sturgess, Kate Bosworth ve Kevin Spacey’in başrollerini paylaştığı film işte böyle başlar.

Bir gün Lineer olmayan denklemler dersinde (ki bu dersi zamanında ben de almıştım) 21 takımının patronu ve aynı zamanda dersin öğretmeni Micky Rosa'nın (Kevin Spacey) dikkatini çeker ve 21 takımına dahil olur. Altı kişilik öğrenci takımı kart sayımı konusunda eğitilerek uzmanlaştırılmış bir gruptur ve tek amaçları kazandıklarının %50’sini öğretmenlerine vermek şartı ile Las Vegas'ın kumarhanelerinde black jack oynayıp milyonlar kazanmaktır.

İdealleri olan genç çocuk (Jim Sturgess ) yine ideallerine ulaşmak için bu takımın bir parçası olur. Film bu tabii Ben’in platonik aşık olduğu okulun en güzel kızlarından biri de (Kate Bosworth) bu takımdadır. Sürekli kendisi gibi looser ama çok zeki iki arkadaşı ile bira içip okulun popülerlerine bakıp iç geçiren Ben’in hayatı artık değişecektir. Kağıtları iyi sayar, hem de çok iyi sayar. İyi saydığı için kazanmaya ve takımın lideri olmaya başlar. Kızın dikkatini çeker. Eski, onu sahip olduğu özellikler için seven iki arkadaşı ile bağları zayıflar. E tabii ki kız ile sevgili olurlar. Hayat bu, bazen inişler bazen de çıkışlar vardır ve sonra yine bazı inişler. İşler bozulur. "her şey bitti" dendiği bir an olur. Ne kazanılan para vardır artık, ne bir kız arkadaş, ne eski gerçek dostlar ve de mezun olabilecek bir okul. Esas oğlan hatasını anlar, aklını başına alır ve yaptığı hataları yine akıl ve şans dolu bir planla temizler. Kovalamacalar, sorunlar, çözümler, matematik, istatistik, Las Vegas derken film mutlu sonla biter. Filmin bence tek yumuşak karnı sanki Las Vegas’ta yalnızca bir tane kumarhane varmış gibi tüm sorunların orada meydana gelmesi ve yine orada çözülmesi. Filmin ilginç yanı ise gerçek bir hikayeye dayanıyor olması.

Size bu filmi anlatmamın sebebi ise yine dekan ile yapılan son konuşma ve o konuşmanın bende oluşturduğu hisler. Başka bir ifadeyle filmin sonunda bende kalanlar bu yazıya sebep oldular.  Kahramanımız dekanın karşısına geçip başından geçenleri anlatır ve bu kadarlık bir hayat tecrübesinin kağıttan fırlamak için yeterli olup olmadığını sorar. Film zaten öylece sona erer.

Belki yeterli olmuştur belki de olmamıştır. Büyük bir dikkat, fedakarlık ve özveri ile her birimiz hayatlarımız boyunca cv’lerimizi doldurmaya çalışıyoruz. Amaçlarımız ise iyi birer hayata sahip olmak. Bizim gibi yüzlerce, binlerce aynı yerlerden mezun ve aynı özelliklere sahip insanla beraber hayata atılıyoruz. Kimimiz başarılı kimimiz daha başarılı ve yine kimimiz de çok daha başarılı olabiliyor. Kazanılan hayat tecrübeleri ve bu tecrübelerin hayatımıza olan etkileri olumlu veya olumsuz olabiliyorlar. Benim bu adamdan ne farkım var ki, ya da ülen aynı okulları bitirmişiz o nerede ben neredeyim diye hayıflanmadan önce belki de düşünmemiz gerekli ilk nokta sahi ben ne kadar istedim, ben bunun için ne yaptım, bu konudaki tecrübem nedir olmalı. Yoktur aslında birbirimizden bir farkımız her zaman doğru olmayabiliyor işte.  Şimdiki aklım olsaydı mesela dersleri çok daha farklı dinlerdim. Hayatıma bir şeyler katabilmek, yaşadıklarımla öğrendiklerimi harmanlayabilmek için uğraşırdım. Oysaki ben yalnızca sınıf geçmeyi ya da iyi not almayı hedeflemiştim. Hayat aslında okul  sonrası başlayacak kadar uzun değil. Okul hayatın içinde olması gerekirken benim için daha çok sterile bir alan gibiydi. Hayata tek etkisi ise mezuniyetlerdi.  Mezun olup iyi bir işe girecek ve hayalimdeki hayat başlayacaktı.

Hayatta başımıza gelen veya karşılaştığımız her bir olayın mutlaka bir sebebi olduğuna inanırım (okul yıllarında bunları düşünmekten çok uzaktaydım). Önemli olan olumlu ya da olumsuz tüm başımıza gelenleri iyi etüt edip, çıkarımlarda bulunabilmek. Kendimiz için avantaj haline getirebilmek. Kolay bir iş değil ve kesinlikle hem alışkanlık ve hem de büyük disiplin gerektiriyor. İşte çok daha başarılı olanların bence en büyük farkları bu alışkanlık ve disipline sahip olabilmeleri.

Diğer bir başka düşünce ise kendi hayatlarımızı yine kendimizin yaratacağı gerçeği. Aynı kişi ilk başlarda biraz yalpalasa da yine aynı özellikleri ile bambaşka ve istediği bir hayata sahip olabiliyordu filmde. Filmin çekici yanı işte içerdiği bu gizli umut mesajı idi. Her zaman için ufak bir hareketle hayatlarımızın nasıl da istediğimiz eksenlere girebileceği gizli mesajı vardı. En azından ben mesajı böyle almayı ve okumayı tercih ettim.

Farkı yaratan aslında ufak gibi görünen ama tüm hayatlarımıza yön veren bazen bizim sayemizde ve bazen de başkaları sayesinde hayatlarımıza giren ve bizim biz olmamıza sağlayan tüm bu düşünceler, fikirler; hayata geçirebilmemiz durumunda tecrübeye ve sonrada farklılıklarımıza dönüşüyorlar.

Farklı olun, fark yaratın. Hayatlarınızın sizin istediğiniz gibi gitmemesi için aslında hiçbir neden bulunmamakta. Filmin senaristi de, yönetmeni de, baş rol oyuncusu da sizlersiniz. Yeter ki bunu gönülden isteyin ve harekete geçin. Dilerim her şey aynen dilediğiniz gibi olur  

15 Ekim 2012 Pazartesi

Çocuklarımız için birer test alanı olan parklar ve bizler


Bir Pazar öğleden öncesi. Oğlum ve eşimle gitmiş olduğumuz parkta bir yandan kahvemi içiyor, bir yandan oğlumla ilgileniyor ve bir yandan da etrafı izliyorum. Eşim sanki hiçççç bizle değilmiş gibi çoktan kitabına dalıp gitmiş. Orta yaşını az geçmiş bir büyük anne biricik torununu salıncakta sallıyor. Sonbahara girmiş olmamıza rağmen şanslıyız hava oldukça güzel. Hani sanki yaz unutmuş gitmeyi, bizle beraber olmaktan mutlu. Bir günü daha bizle geçirmek için tüm gücüyle direniyor ve dahası başarıyor da. Suratında bir tebessüm, zaman zaman ufak kelimelerle torunuyla konuşuyor büyük anne. Az önce de torununu büyük bir mutlulukla kaydıraktan kaydırmış. Görevini yapmış olmanın o haklı gurur ifadesi hala yüzünde. Tahterevalli ise maalesef olmamış. Nasıl olabilirdi ki? Hem çocuğun güvenliğini sağla ve hem de bana bile artık zor gelmeye başlamış fiziksel hareketi tamam denilene kadar yapmaya devam et. Torun da zaten fazla ısrar etmemiş, salıncağa doğru yönelmiş. Hemen yanlarında ise bir baba tatlı mı tatlı kızını suratındaki tarifsiz mutluluk ifadesiyle sallamakta. Aralarında bir konuşma yok. Kız sallanmaktan, baba sallamaktan mutlu. Arka taraflarda ise bir anne ise çocuğu ile kum havuzunda oynamakta. Beraber kovayı doldurup sonra boşaltıyorlar. Anlamsız, rutin ama kesinlikle keyifli. Çocuğun suratından bu kolayca anlaşılmakta. Önemli olan zaten de bu değil mi? Bu arada panik olmayın, korkulacak bir durum yok. Kum hem de çok özel bir kum, kontrol edilmiş strelize kum. Evet evet yanlış okumadınız; strelize edilmiş bir kum. Ne demekse! Ya da niye bu kadar önemliyse! Tellerle çevrili, hapishaneyi andıran kum havuzunun hemen girişine koskocaman bir tabela ile kumun bu özelliği koca koca harflerle herkese duyurulmuş. İçimiz rahat etti tabii. Çok şükür kumumuz da strelize, daha ne olsun. Biz mi ne yapıyoruz? Eşimin ne yaptığı aslında çoktan belli. Ben ise dediğim gibi oğlumuzun hemen başında tırmanmasına, sallanmasına, kaymasına, atlamasına yardım ediyorum. Sahi aslında bizler ne yapıyoruz?
  
Sosyalleşme olması gerekli bir ortamda çocuklarımızın dibinden ayrılmıyoruz, ayrılamıyoruz. Çoğu kere korkudan, bazen de kişisel tatminden. Tek başlarına kaymalarına, sallanmalarına ve hatta başka çocuklarla oynamalarına izin vermiyoruz, veremiyoruz. Hep yanı başlarındayız. Onları tehlikelerden koruyacağız ya... Tehlike de korkunç ve tehlikeli başka çocuklar. Kovamızı almaya çalışan o sevimsiz sümüklü çocuktan kovamızı koruyup oğlumuzun eline tutuşturacağız. Salıncağa önce bizim çocuğumuzun binmesini sağlayacağız. Düşünsenize salıncağı kapmış olmanın zafer anını. Paha biçilmez! Tabii tahterevallideki arkadaşları da biz olacağız, bundan daha doğal ne olabilir ki. Kendi çocukluğumu hatırlıyorum ve benim zamanımın parklarını. Doğruya doğru bu kadar çeşit yoktu, hatta bu kadar renkli de değillerdi ama bu kadar ebeveyn de yoktu. Bolca oynayabileceğim çocuk vardı mesela. Aralarında beni itenler de olurdu zaman zaman ama beraber oynamaktan büyük keyif aldıklarım da. Top oynardık ve deli gibi koşardık. Düşerdik, dizimiz kanardı. Tükürüklerimle kumları veya kanayan yarayı temizlerdim. Sonra hadi yeniden oynamaya ve koşmaya. Susadığımızda hiç tanımadığımız evlerin kapısını çalıp su isterdik. Hep de bir su veren olurdu. Karnımız acıktığında babaanneme gider peynirli ve vişne reçelli ekmek alır yine sokakta arkadaşlarımın yanında yerimi alırdım. Sahi ya benim sokakta aralarında bir yerim vardı. Benim sokakta edindiğim ve zaman geçirmekten büyük keyif aldığım arkadaşlarım vardı. Yaşım da çok değil oğlumun yaşının en fazla bir ya da iki yaş fazlası idi. Ben bir iki sonra sonra oğlumun bunları yapabileceğini düşünemiyorum bile. Hata ben de mi? Evet ben de tabii ki ve diğer velilerde. Ortam tabii ki eskisi gibi değil. Sokaklar artık eskisi kadar oynanası ve çocuklarımızı salınası yerler hiç değil ama hiç olmazsa onları parklarda yalnız bırakalım. Ben demiyorum parka bırakıp evlerimize geri dönelim. Zaten desem de yapar mısınız ki? Sizi geçtim ben yapar mıyım hiç? Ama işte bir şeyler de yapmamız gerekiyor artık.  Bırakalım da sosyalleşsinler. Bırakalım da diğer çocuklarla oynasınlar bizler yerine. Bırakalım da gerekirse kavga etsinler ama öğrenebilsinler beraber oynayabilmeyi. Oğlum beraber oynayalım mı diye sorduğunda garip garip suratına bakıyorlar ve annelerinin, babalarının arkasına kaçıyorlar. Ben de bizimkisi pek bir sosyal, kusura bakmayın diyorum her defasında. Oysaki yalnızca sınıf arkadaşlarıyla oynamak değil, hiç tanımadığı biriyle de oynamayı başarabilmeli çocuklarımız. Çocuklarımızı parka götürmek ebeveynleri olarak kişisel tatmin araçlarımız olmamalı.

Unutmamamız gereken başka bir nokta ise onları ömür boyunca koruyamayacak olduğumuz gerçeği. Kendi kendilerini koruyabilmeyi ve dahası ifade edebilmeyi öğrenebilmeleri gerekiyor. Bunun için ise en önemli yerler de bence parklar. Okullar da belki sayılabilir ama oradaki durum çok daha farklı, çok daha izole ve en azından gerçek hayatı çok da yansıtmıyorlar. Parklar ise eğer az karışmayı başarabilirsek tam bir test merkezleri gibi karşımızda durmakta. Bırakalım çocuklarımız kendilerini tanısınlar ve dahası geliştirebilsinler. Bu satırları yazan biri olarak ben yapabiliyor muyum? Hayır ama en azından hatalı olduğumu da biliyorum. Bir yerden  başlamalıyız çocuklarımız için daha geç olmadan.

Dilerim bunu başarabiliriz de ...

11 Ekim 2012 Perşembe

Sosyal medya üzerine bir meydan okuma!


Eşim sözde Sosyal Medya konusunda uzman!!! Alın işte okumaya başladığınız yazı benim bu konudaki ikinci yazım. Evimizin biricik uzmanının ise konu hakkında ne bir yorumu ne de bir yazısı var. Yazsın hemen yayımlayacağım. Söz uçar yazı kalır. Tarihe bir not düşüvermek ve bir nevi eşime ve tüm konunun uzmanlarına karşı meydan okumak adına bu yazıyı kaleme alıyorum. Eş mi yaman, bey mi yaman! Hodri meydan!

Aslında her şey bir kaç hafta önce eşimle yapmaya başladığımız sohbet ile başladı. Konu sosyal medya idi. Eşimin “bugünkü aklım olsaydı kesin sosyoloji okurdum” diyerek başlattığı konuşmayı yine kendisinin bir anda monoloğa dönüştürüp beni hem sürklase etmesi ve sonrasında uyutması ile bir son bulmuştu. Evet evet kelime anlamı ile uyutması ile. Yazımı hatırlamak isteyenler Özgürlük canının istediğini yapmak değil, daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır... linkinden okuyabilirler. Geri dönüşüm ise Serdar Kuzuloğlu ve Okan Bayülgen sayesinde muhteşem oldu. TRT’de yayınlanan Sosyal Medya programında Serdar Kuzuloğlu’nun konuğu Okan Bayülgen’di ve muhteşem bir programa imza attılar. Programı büyük bir dikkatle izledim ve özümsediğim ve dahası inandığım, evet işte bu, hislerime tercüman oldunuz dediğim noktaları sizlerle paylaşmaya karar verdim.


1. Sosyal medyayı kullanan bizler, ne zaman ve neden nick name kullanacak kadar çekingen ve mesafeliyken bugün bu kadar tüm hayatımızı paylaşır ve dahası paylaşmaktan keyif alır ve bunun için çaba sarf eder olduk?

2. Neden, niçin ve belki de nasıl bu kadar kısa süre içerisinde bu denli sosyalleşmeyi (tabii buna sosyalleşme ne kadar denirse) başarabildik ?

Programı izlerken aklımda cevap bulmayı beklediğim ve hemencecik yukarıda sizlerle paylaştığım iki de temel soru vardı. Programla bu sorulara cevap bulabildim mi halen bilemiyorum ama bir çok önemli kavramın zihnimde aydınlanmasını vesile olan bir kaç saat oldu. Program kesinlikle çok keyif verici ve öğretici idi. Çok yaralandım. Yazdıklarımın bir çoğu bu program sayesindedir ama kendi çıkarımlarım da vardır. Yani tüm olumlu noktaları programa olumsuz gördüğünüz noktaları ise bana bağlayabilirsiniz. Umarım siz de beğenirsiniz.

Arap Baharı gibi sosyal, kültürel, siyasi ve hatta ölümcül ve tarihi olayların tetikleyicisi olan bir mecra ya da bir teknoloji, ya da bir moda ya da bir akım, aynı zamanda aynı sayıda tıklamayı ya da okunmayı ya da mesajlaşmayı bir köpeğin kaybolması sonrasında bulunması için de üretebiliyor. İşin özü ise yalnızca birileri istiyor diye yalnızca bir takım kanaat önderleri arzuluyor diye kendi yarattıkları içeriklerin pompalanması işlemi en azından günümüzün sosyal medya arka planı. Biz gerçekten de her şeyden bu kadar çok haberdar olmak istiyor muyuz? Başka çok daha yalın bir ifadeyle mal esef bugünün sosyal medyası gaza getiren yer teknolojisinden başka bir şey değildir. Peki ama bunun nedeni nedir diye olayı irdelediğimizde karşımıza çıkan durum oldukça düşündürücü ve bir o kadar da karamsar aslında: Sosyalleşemiyoruz. Adı sosyal medya olan mecra aslında sosyalleşememenin sebep olduğu kanallardan beslenmekte.  Kendi içinde bir çıkmaz ya da belki tam bir dilemma. Bugün hemen hemen tüm paylaşılan bilgiler çeşitli haber siteleri üzerinden yapılmakta. Aksini iddia edebilir miyiz? Oysaki sosyalleşmek için sokağa çıkmak lazım. Sinemaya, tiyatroya gitmek lazım. İnsanlarla iletişim içinde olma ve etrafımızda yaşanan, gelişen olaylara tepkimizi, kendi penceremizden paylaşabilmenin adı olmalıydı sosyal medya. Peki olan nedir? Akış en basit haliyle televizyon ya da diğer çeşitli haber sitelerinden alınan bilgilerin farklı kelimelerle paylaşılması.

İnsanlar yeterince sokağa çıkmıyorlar. Yeterince sosyalleşmek için zaman harcamıyorlar. Sokağa çıkmadan sosyal medya olamaz. Ama ucundan, kıyısından içinde olmak için tek kaynaklı haberleri paylaşmaya devam ediyoruz. Büyük bir çaba ve bilgi birikimi sayesinde bizleri mesajları ile zenginleştiren, geliştiren kişiler tabii ki var ve iyi ki de varlar ve umarım ki sıkılmadan varlıklarını sürdürürler ama günümüzün sosyal medyası geleneksel mecranın sözlerini dijital ortama taşıyan bir aracıdan öteye geçememektedir.

Temel sorunu aslında tahmin etmek zor değil: Aynı noktaya bakıyor, tek kaynaktan besleniyor olmamız. Oysaki bu mecranın alanı hani neredeyse sınırsız. Yapabilecekleri hayal gücümüzün de ötesinde. Belki bu yeni alanın gelişimine ve bu yeni alana bizim alışabilmemize daha çok zaman tanımalıyız. Yorumlarımızda ve değerlendirmelerimizde çok da acımasız olmamalıyız. Sonuçta kimsenin elinde sihirli bir değnek yok ve öyle ya da böyle konuştuğumuz yalnızca bir teknoloji ama yine de bize bir takım tespitler yaptırtabilen bir teknoloji. Önemli olan bu tespitlerden hareketle bu sınırsız dünyaya açılabilme olmalı. Twitter mesela aynı sözlükler gibi insanları sosyal olarak rahatsız edebilmeliydi. Tamam sözlükler çoğu kere yalnızca olumsuz şeyler üzerine kalem oynatılan bir yer ama en azından samimiyet var. Bugün Erol Köse dışında twitter için bunu söyleyebilir miyiz? Sözlüklerin bakış açısı varken twitter ve diğer sosyal medya mecraları için yalnızca aynı yöne bakmak var.  

Günümüzde artık izleyici, seyirci, okuyucu kavramları da yerlerini takipçi kavramına bırakmaya başladılar. Televizyon ile sosyal medya arasındaki en temel fark da bu zaten. İnsanların profilleri ve istekleri değişmeye başladı. Zamanlar artık hiç olmadığı kadar daralmış durumda. Karşılıklı etkileşim, yorum yazma, cevap alma kısacası aktif hatta interaktif olma bugün artık mecraları öne çıkaran en önemli olgular haline geldiler. Yarının televizyonları da zaten bu yola girmek için çabalamakta. Girmeyenin hayatta kalma şansı da bence yok.

Sorularıma gelince. En azından ikinci sorumun cevabı belli. Maalesef sosyalleşmeyi henüz başaramadık. Yolumuz uzun ve yürümeye devam ediyoruz. Bizim yaptığımız ise geleneksel mecranın sözcülüğünden başka bir şey değil. İlk sorumun cevabını ise kısmen aldım. Halen arayışlarımız, uğraşlarımız devam etmekte. Herkes kendine göre bir stil, bir yol bulmaya çalışıyor. Zamana ihtiyacımız var. Rejimler sonrası kaybedilen kilolar sonrasında bile vücutlarımız için kilonun bir oturma süresi var. Çılgınca bu çok cazip dünyanın içinde savrulup durmaktayız. Bu hızlı farklılık hep keşfetmeye olan isteğimizden kaynaklanmakta. Su yolunu bulur. Gün gelip gerçek anlamda tek bir kaynağın ürünü olmayan, kendi üretimimiz paylaşımlarla dolu bir sosyal medya dünyasına kavuşacağız. O zamana kadar da arayışlarımız hep devam edecek.

Bir önceki aynı konulu yazımı bitirdiğim paragrafla yine bu yazımı sonlandırmak istiyorum, Jean Jacques Rousseau’nun o çok sevdiğim sözü ile: “Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır..."

Dilerim yapmak istemediklerimizi yapmak zorunda kalacağımız günleri hiçbir zaman yaşamayız ...

2 Ekim 2012 Salı

Bugün benim doğum günüm 2


Bir sene önce oturup size doğum günüm ve o güne ilişkin hislerimle ilgili bir yazı kaleme almış ve bu yazıyı blogumda paylaşmıştım. Merak edenler bu yazıyla aynı başlıklı yazıyı bulup okuyabilirler. Yine merak edenler merak buyurmasınlar çünkü aşağıda aynı yazıyı bazı satırlarını çıkararak (çok uzun bir yazıydı ve bu kadar uzun bir yazıyla sizleri sıkmak istemediğimden) tekrar yayınlıyorum. Bunun nedeni sanılmasın ki yazmış olduğum yazının yıllara meydan okuyabilme özelliğine sahip bir klasik olması, değil tabii, yıllar üstü klasik yazılar yazan büyük üstatlar gibi keşke olabilesem ama değilim ve bunun farkındayım. Benimkisi daha çok içinde bulunduğum mikro dünyanın geçen seneden bu yana pek değişmemesi. Bundan mutlu mu olmalıyım yoksa üzerinde kara kara düşünmeli miyim bilemiyorum. Geçen sene ki yazıma baktığımda benzer düşünceler içinde olduğumu fark ettim ve bu nedenle de kısaltarak sizlerle paylaşmakta bir sakınca görmedim. Yazının sonunda tekrar görüşmek üzere.

“Bugün benim doğumgünüm. 39 sene önce babam artık beklemeye ara verip tost yemeğe bir büfeye gittiği bir arada dünyaya merhaba demişim. Bir Salı günüymüş ve öğlene vaktine daha 50 dakika varmış. Halam babama haber verdiği zaman tostunun yarısında bile değilmiş. Ben aynı hataya düşmeyip oğlumun doğumunda eşimin elini tutuyordum. Yoksa yemeğimi yarıda bırakıp apar topar bir yere yetişmeye çalışmak kesinlikle beni kızdırırdı. Bir daha ki sefer olur mu olursa bu mucizevi olaya tanıklık eder miyim bilemiyorum ama ikinci çocuk olursa ve erkek olursa bildiğim birşey var: Ya 3 günlük iken sünnet ettirmeyeceğim ya da sünnet sırasında ben yanında olmayacağım. Ben bu kadar etkilendiğim ve çıkışta hemen ve üstelik bu yaşta ağlamaya başladığım başka bir durum yaşamadım.

Eskiden doğum günü bana çok önemli görünmezdi. Tamam tabii ki sembolik bir önemi bir anlamı vardı ama beni kimin aradığı, kimin aramadığı hiç ama hiç etkilemezdi. Arayanı da aramayanı da düzenlediğim buluşmalara çağırır, bol bol içki içip, deliler gibi eğlenirdim. Artık belki de böylesi buluşmalar düzenlemediğimden, belki artık yaşlanıyor olduğumdan aranmak neden bilmem çok istiyorum. Sorun şu ki bir kaç yakın arkadaşım ve aramaya kendini mecbur hisseden akrabalar dışında ne arayan var ne de soran (Ufak bir ekleme: Geçen sene bir kaç yakın arkadaşlarımın da büyük çoğunluğu aramayı unuttu).

Bizlerin başarısızlığı başarısı olan Facebook’dan gelen mesajlar ise hiç fena sayılmaz. Günlük hesaplarına bakan ve sayfanın sağ üstte beliren bugün bilmem kimin doğum günü uyarısını dikkate alan bazı arkadaşlarım benim sanal duvarıma genelde aynı mesajları bırakıp durmuşlar. İlkokul arkadaşım da mesaj bırakmış, iki oda yanımda çalışan iş arkadaşımda. Bir önceki ve son iş yerindeki aynı hedef için bir yerde zorunluluktan ya da rastlantısal olarak bir araya geldiğimiz bir kaç  çalışma arkadaşımın da birbirinin kopyası mesajları yine duvarımı süslemekte.  Aslında yüzlerce arkadaşım içinden bu uyarı mesajını dikkate alanların sayısı az olsa da gün daha sona ermedi belki arar ya da mesaj çekerler. Ben beklemeye devam ediyorum. Aslında kimi ve neden bekliyorum onu da bilmiyorum. Davetiye göndermem zorunlu birçok arkadaşım var ama görüştüklerim el parmaklarımın toplamından daha az. O halde neyi bekliyorum?

Tüm hayatını kimseyi kırmama üzerine kurmuş ve bu uğurda aslında birçok kereler hem de hiç hak etmeyen insanları ve en başta da kendimi bir çok kereler kırmış biri olarak sanırım geride bıraktığım senelerin ne kadar işe yaradığını, kendimle ne kadar gurur duyacağım işler yaptığımı, kendimi ne kadar da çok sevdiğimi bana hatırlayacak telefonları bekleyip duruyorum. İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmayı başlarabilmektir. Kendime ve hayata adil davranabildiğimi gösterecek telefonlar aslında beklediğim ama dediğim gibi ne arayan var ne de soran.

Doğum günüm artık benim için sıradan bir gün olmaktan çok uzakta. Hesap günü gibi oldu çıktı. Kendimi sorguladığım bir gün adeta. Aklımdan geçirdiğim düşünceler, vermiş olduğum ya da vereceğim kararlar, sürdürdüğüm, dört elle tutunduğum hayatım, tercih ederek, sözde bilinçli bir şekilde girdiğimi sandığım yollar, benimle, gerçek nüvemle, hani bir an yüz yüze geldiğim ama sonra hemen korkarak arkalara ittiğim gerçek benimle ne kadar uyumlu? Bunlar benim tercihlerim mi yoksa yalnızca kendimi bunlara mı uyarlamaya çalışıyorum? Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik düşüncesindeki gibi daha iyileri vardı da ben mi seçmedim mi diyorum yoksa halimden memnun muyum? Yaşadığım hayatım ne kadar gerçek? Gerçekten içimden geldiği gibi, kendimle barışık olarak mı yaşıyorum yoksa yalnızca tüm bunların benim kendi seçimim olduğu rolünü mü oynayıp duruyorum? İşte belki de beklediğim telefonlar bu sorulara, bu içsel tartışmalara cevap verebilecek nitelikte ki telefonlar.

Mazeret mi? Hem de tonla, ne kadar istersen ... Zamanım tabii ki yok. Yoğunluk had safha da. Sorumluluk hemi de istemediğin kadar çok. Ahh biraz daha varlıklı olacaktım da beni görecektiniz ... Mazeret mi yoksa utancımı, tembelliğimi, üzüntümü bohçalayıp saklayan ya da saklamaya çalışan birer sis perdeleri mi?

Doğumgünlerim artık benim için tehlikeli olmaya başladılar çünkü dedim ya kendimi sorgulamaya başladığım günler haline dönüştüler. Sorgulama sonucunda ise ortaya çıkan ulaşılmayan hayaller ve vazgeçilen hobiler.

Benim oldukça geniş bir müzik arşivim vardır. Bu arşivi oluşturmak, şarkıları bulmak, her geçen gün biraz daha genişletmeye çalışmak ve sonrasında kategorize etmek benim için adeta bir hobi niteliği taşımaktaydı. Saatlerimi harcadığım ve büyük keyif aldığım bir uğraş. Tabii bu hobi ile uğraşırken bir de hayalim vardı.  Tüm bu müzik arşivini değişik akşam yemekleri için, farklı farklı kişilerin yer aldığı birbirinden değişik temalı organizasyonlar için kullanabilmek. Birgün bir İtalyan gecesi olur ise saatler sürecek, keyifle dinleyebileceğimiz İtalyan müziklerimiz de olmalıydı. Flamenko ya da Fado gecesi de olabilirdi, operaların dinlendiği bir gece de. Alaturka da olabilirdi, rum gecesi de. Sonra baktım böyle tek bir gecemiz bile olmamış. Tek bir organizasyon bile yapamamışız bu şarkıları dinleyebileceğimiz. Ben boş bir hayal için saatlerimi harcayıp durmuşum.  Böyle tek bir toplantı bile olmamış çünkü böyle bir toplantıyı gerçekleştirmek içimden bugüne kadar gelmemiş. İçimden gelmemiş çünkü hayatımda öncelikle bir duruma hiç gelememiş. Hep bir koşuşturmaca ve birbirine kopya günler geceler içinde tek bir geceyi dahi özel kılamamışım, kılmak için çaba sarf etmemişim.  Ben de bıraktım toplamayı. Yeni hoşuma giden parçaları her duyuşumda bir an içim acıyor sonra geçiyor.

Doğumgünleri sanırım belli bir yaştan sonra artık yalnızca takvimden koparılan bir sayfadan öteye geçiyorlar. Bir durum değerlendirmesi ister istemez yapmaya başlıyorsun. Ben nerede olmak istiyordum sorusunun cevabı ile ben şu an neredeyim sorusunun cevabını ister istemez karşılaştırmaya başlıyorsun. Sonuç çoğu kere parlak çıkmıyor. Çünkü çocukken herşey, gençken de bir çok şey yapılabilir sanılıyor.  Arkadaşlarım hala 35 yaşına girdiğim zaman onları götüreceğim Paris gezisini hatırlatıp duruyorlar.  Unuttum, hatırlamıyorum diyorum ama aslında hem de çok net hatırlıyorum. Çiçek Pasajı’nda vermiştim bu sözü. Üstelik yazılı olarak ve imzalı olarak bu sözü vermiştim. Çok şükür ortada bu yazılı ve imzalı kağıt dolaşmıyor. Kimbilir kimdeydi ve kimbilir ne zaman annesi pantalonunu yıkamak için ceplerini boşalttıp çöpe atrmıştı. Oysaki bana o kadar yapılabilir geliyordu ki! Kazın ayağının öyle olmadığını gördüğünüzde de duvara toslamış gibi kala kalıyorsunuz. İster istemez başlıyorsunuz kendinizi suçlamaya. Suçlama hem de kendini suçlama kötü hem de çok kötü birşey. Hani içki gibi tüm kötülüklerin belki de ikinci anası. Nasıl ki bir insanı ve özellikle de kendimizi sevmekle başlayacaksa herşey ve tüm güzellikler, yok oluş da bir suçlama ile kendimi suçlama ile başlıyor. Doğumgünümde kendime verdiğim hediye işte bu: Tüm değerlendime boyunca ne olursa olsun, sonuç ne çıkarsa çıksın, kendimi suçlamayacağım.

Yolun yarısının hem de çok geride kalmış olması ve değerlendime sonucunun pek de parlak çıkmaması ve hatta hayalini kurduğum hayat için sürenin sürekli azalıyor olması beni zaman zaman üzüyor olsa da umutsuzluğa kapılmıyorum. Başarılı olduğum şeyler de hiç yok değil hani. Önemli olan değerlendirme sonrasında olumsuzların peşinde koşmak değil, olumlu noktalara tutunabilmek. Ben bu sene bunu yapmaya çalışıyorum. Arkadaşlarıma Paris gezisi sunamadım ama oğluma iyi bir eğitim sunmaya çalışıyorum. Profesyonel bir briç oyuncusu hala olamadım ama iyi bir kurs buldum. Bu hafta yine ve üstelik en alt seviyeden başlıyorum (hala devam ediyorum ve büyük keyif alıyorum. Bu sene 2.seneye de başladık. Devam edeceğim)

İnsan hayatı insanı mutlu eden mucize anlarla dolu. Bazen oğlunuzun bir gülüşünde bazen eşinizin bir dokunuşunda. Önemli olan bunları fark etmek ve kaçırmamak. Mutluluk bu anlar sonrasında zaten kendiliğinden gelecektir.

Kendime nice güzel yıllar diliyor ve doğumgünümü en içten dileklerimle kutluyorum... ”

Bu güzel dileklerime gönülden katılıyorum. Bir yıl daha iyisiyle kötüsüyle ve ne mutlu ki sizlerle beraber geçti. Hala blogumu tutmaya ve yazılar yazmaya devam ediyorum. Yorum gelmiyor olmasına rağmen pes etmiyorum. Bugün benim doğum günüm. Otuzlu yaşlarım artık geride kaldı. Yeni bir dönem artık başlıyor. Mutlu olmak için her şeye sahibim. Önemli olan mutlu olmayı benim istiyor olmam. Ben mutlu olmayı istiyorum ve dahası ve güzel olanı ben mutluyum çünkü bunu hak ettiğime inanıyorum. Dilerim bu sene benim için çok güzel yazılmıştır.

Oğlum bu sabah beni uyandırıp sana ne alacağız diye sordu. Hemen arkasından da sana alacağımız hediyeyi ben de sevmeliyim, bu nedenle oyuncak olsun dedi. Ben de kendisinden 40+ lego istedim. Tercihimi çok beğendi. 4+'lardan 40+'lara. Hayat durmuyor ve kimseyi beklemiyor. İyisi mi tadını çıkarmalı, daha da fazla zaman kaybetmeden. Oğlum bizim aile için Şaşkın Aile diyor. Nedeni ise evde birbirimize sürekli olarak yaptığımız süprizler ve sonrasındaki şaşırmalarımız. Dilerim güzel süprizler ailemiz de ve hayatlarımızda hep devam ederler ve biz şaşkın bir aile olmaya devam ederiz.

En içten sevgi ve saygılarımla ...