Bu Blogda Ara

23 Aralık 2013 Pazartesi

Üç silahşörler ve pijama

Pijama. Son zamanlarda üzerine oldukça düşündüğüm bir kelime. Düşünmenin de ötesinde bir çok konuşmanın merkezine oturmuş  bir konu. Başlı başına bir tercih ya da zorunluluk. Nereden bakarsanız artık. Ben her akşam eve gidip, ilk önce ellerimi yıkarım, sonra üzerimi değiştirip, benim pijama diye adlandırdığım ve çoğu kere eşofman altı ve tshirt ya da sweatshirtten oluşan ev giysilerimi giyerim. Oğlumla oyunlarımı da bu giysilerle oynarım, şarabımı ya da rakımı da yine bu giysilerle içerim. Geçen gün şirkette bir arkadaşımla konuşurken bir anda konu pijamaya geldi. Arkadaşım giydiğim pijama konusuna bir hayli güldü. Beni pijamalarla düşünemediğini söyledi ve sonra neden bilmem pijama ve nedenleri hakkında kendimizi konuşurken bulduk. O konuşma sonrasında da zaten pijamaya kafayı taktım. Hem düşündüm, hem araştırdım, ve şans da yardım etti hem de izledim (Cem Mumcu’nun geçen yazıda bahsettiğim programı). Bu yazının konusu pijamadır efendim. Yazının içinde ki tüm artılar Freud’e ve Cem Mumcu’ya aittir. Eksi diye düşüneceklerinizi  ise ben kendi üzerime alıyorum. Demek istediğim, Freud ve Cem Mumcu ile zenginleşen değerlendirmem sonucunda bu yazı ortaya çıkmıştır.

Pijama: Bazılarına göre bir hayat tarzı, bir varoluş biçimi, bazılarına göre ise sonun başlangıcı, bir yok oluş biçimi. Okuyun ve değerlendirmenizi kendiniz için yine kendiniz yapın.

Orijinallikten her geçen gün biraz daha fazla uzaklaşıyoruz. Sıradan, sıkıcı ve daha az çekici insanlar oluyoruz her geçen gün biraz ve biraz daha. Nedeni belki bizzat bizleriz, belki bilinç altlarına sürekli olarak verilen mesajlar, belki de artık varlığını kanıksadığımız ve bizi her gün biraz daha öldüren stres dolu yaşamlarımız. Öyle ya da böyle monoton, orijinallikten yoksun hayatlar, her geçen gün artık tanınan, sevilen ve evlenilen insan olmaktan uzaklaşmalar ve son zamanlarda oldukça artan boşanmalar.

Yurt dışında yaşayan bir akrabamın bir tanıdığı İstanbul’a geldi. Akrabamız onu bir yere yemeğe götürmemi rica etti. Hatta gideceğin yeri de sen seç dedi. Ben seçe seçe bizim hafta sonları genelde gittiğimiz bir kebapçı ismi söylediğimde akrabam en başta benim için çok üzüldüğünü söyledi. Bu kadar orijinallikten uzak bir yer senden hiç beklemezdim dediğinde ben de ne yalan söyleyeyim biraz utandım ama açıkçası kendimi suçlu da görmedim. Alışıla geldiği üzere ve gayet kolaya kaçaraktan, alıştığım, bildiğim, rahat ettiğim ve bize oldukça da yakın olan bir yeri seçmiştim. Orijinal evet değildi ama zaten son zamanlarda hayatım da orijinal değildi ki.

Pijama giyme kendimizi kandırma mı yoksa gerçekten de mutluluk için verilen bir ödün mü? Sahi bu ödün sonucu ele geçen mutluluk gerçek anlamda bir mutluluk mu yoksa kolaya kaçma ve monotonluğu kabul etme mi?

Hadi gelin biraz başka konulardan konuşalım. Kafayı dağıtıp sonra yeniden bu konulara gireriz ...

İnsanının en temel dürtüsü nedir, bilir misiniz? Hiç yormayın efendim kendinizi, ben hemen söyleyeyim: Hayatta kalmak. Bu dürtüyü ortaya çıkaran ise insanın durdurulamayan ama bazen sınırlar altına alınabilen hayvani tarafıdır.İçimizde kabul edelim ya da etmeyelim doyumsuz bir hayvan vardır adeta. Kendisini yalnızca ihtiyaçlara göre ayarlayan, eleştiri kabul etmeyen, güdüsel, durdurulamayan yanımızdır kendileri. Ana kaynağı cinsellik, açlık gibi ihtiyaçların en bencilce doyurulmasıdır.Temel ve en ilkel benliktir ki Freud'a göre id yani sözünü ettiğimiz hayvani yan, ya da ilkel dürtü, kişinin ilkel benliğidir. En basit tarifle kişinin başını derde sokan tarafıdır. Ortada bir haz vardır ve bu haz hiçbir sosyal kural önemsenmeden karşılanmalıdır. İstek emir telakki edilip yerine getirilmelidir. Size bu yazılanlar tanıdığınız, sevdiğiniz hatta üzerlerine titrediğiniz birilerini hatırlattı mı? Tabii ki yaaa, çocuklarımızı. İşte bu nedenle zaten kişiliğin çocuksu tarafı da denmekte.

Kişilik gelişimlerini dönemlere ayıracak olursak en alt basamakta çok doğaldır ki id gelecektir.  Bu alt basamağın yaramaz çocuğu, başını ne zaman derde sokacak olsa, onu oradan kim kurtarıyor biliyor musunuz? Ego’muz, yani benlik bilincimiz. Ego bu ufaklığın isteklerini gerçeklikle karşılamaya çalışan zavallı bir ağabeydir. Çeşitli savunma mekanizmaları ile küçük kardeşi dengeler. Temel görevi kişisel güvenlik sağlamak ve çocuksu bazı isteklere izin vermektir. Aynı zamanda eleştiriyi yapan bölümdür, güdüleri durdurma ile ilgilenir. Freud'un oldukça güzel ifade ettiği üzere ego, şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibidir. Id ve süperego arasında dengeleyici unsurdur, iki ayrı tarafın isteklerini uzlaştırmaya çalışan burnu b..'tan kurtulmayan hakemdir.

Bu son cümleden hareketle gelinen nokta süperego oluyor. Kısaca ona da bakalım. Süperego yani üst benlik, kural ve değerler bütünlüğü içinde insana yön veren bölümdür. Bir nevi vicdan diye düşünebilirsiniz ama bu kelime tek başına yeterli gelmez tabii. Kültürel adetlerin ve sosyal kuralların içselleştirilmiş bir sembolüdür. Tabuları ayakta tutar. Emir ve yasakları çok sever. İyi ile kötüyü ayırmaya başladığımız zamanlarda hayatlarımıza girer ve zamanla aile, anne ve baba, çevre, okul, din, geleneklerden öğrendiklerimiz içselleştirilir ve bizim değer ve kurallar bütünlüğümüzün oluşmasına yardım eder. Söylemeye gerek var mı bilemiyorum ama hani başını sürekli derde sokan ufaklık var ya, onu hiç sevmez, onunla sürekli çatışma halindedir. 

Bu üçlü sürekli kapışırlar. Daha doğrusu ikisi sürekli kapışır ve ego arayı bulmaya çalışır. Bu üç temel bilincin dengeli olması gerekmektedir. Bazen bir veya ikisinin yeterli seviyeye ulaşmaması hayatın dengesini  yok eder. İnsan, düşünen bir yaratık ve zararı önceden hesaplayabilecek; sonradan öğrenebilecek bir yapıya sahiptir. Kimi bunu Tanrıya bağlar, kimi de Freud gibi Evrim Kuramı şeklinde izah eder. İkisinde de ortak olgu vicdandır. Beni ilgilendiren bölümü ise mutluluk ve huzur için anahtar kelime bu üçlünün dengeye oturması gerçeğidir. Tüm arada kalanlar gibi en zavallısı aralarında kalan ve hatta çoğu kere ezilen ego ağabeydir.

Şimdi burada bir es verelim. Bakın pijamadan nerelere kadar geldik. Şimdi artık yapmamız gereken pijama ile başta ezilen ego olmak üzere tüm bilinçleri birbirleriyle bağlamak. Bir sonraki yazıda Cem Mumcu’dan da yardım alarak bu bağlantıları yapmaya çalışacağım. Dahası beraber bana göre oldukça sert bir duvara çarpacağız. Ben açıkçası çarptım. Çarpmamızda gerekiyor aslında yoksa bizler arada kalmaya ve hayatlarımızı adeta bir tabutta sürdürmeye devam edeceğiz. Bir sonraki yazıyı şimdiden başta egolarımız olmak üzere tüm ezilenlere, looserlara, kezbanlara adıyorum. Artık onları da düşünme zamanı. Birbirinden keskin iki tarafın arasında kalıp ezilmeye bir son verilmeli. Deli saçması gibi geldi değil mi yazdıklarım. Merak etmeyin akıl sağlığım en azından hissettiğim kadarıyla hala yerinde. Tüm bu yazdıklarım bir sonraki yazımda daha bir anlamlı olacak. En azından ben bunu ümit ediyorum. Umarım öyle de olur. Eğer olmazsa en azından denedim diyebileceğim. Ya siz? Denediniz mi? Deneyecek misiniz? Gelin bir sonraki yazım milat olsun ve bu kısır döngüyü beraber kıralım.

Zorunluluklardan uzak, tercihlerinizle dolu bir hayat dileklerimle...

10 Aralık 2013 Salı

Hayatın özeti: Zıtlıkların uyumu

Kız kardeşim ingilizcesinin yeterli olmadığına inanıyor. Bence yanılıyor. Ben bir uzman değilim ama  kendi ingilizcemin kötü olduğunu düşünmüyorum. Benden tabii ki çok daha iyi konuşanlar var ama ben de derdimi en iyi şekilde idare edebiliyorum. En azından yurt dışlarında bu ingilizceyle yaşamışlığım, gezmişliğim ve çalışmışlığım var. Kız kardeşim de en az benim kadar konuşuyor. İşte bu nedenle ben ısrarla yanıldığını düşünüyorum. Geçen gün onunla bu konuyu konuşurken, bu konudan hareketle bulanık mantık, dualite ya da ying yang gibi bazı konulardan bahsetmenin benim çok hoşuma gidebileceğini düşündüm ve bu satırları kaleme almaya başladım. Konumuz artılarımız, eksilerimiz ve bunların oranları. Umarım beğenirsiniz.

Dualite konusu beni her zaman şaşırtmıştır. İlk zamanlarda biraz korkutmuş olsa da geçen yıllarla beraber aslında ne kadar da rahatlatıcı olduğu gerçeği ile beni şaşırtmaya yine yeniden devam etmiştir. Peki nedir bu çok şaşırtan konunun alameti farikası? Bazı olgular vardır farkında olun ya da olmayın hep beraber düşünür ve beraber kullanırsınız, zira bunların birbirleri olmadan anlamları kalmaz. Gelin bir kaç örneği beraber sıralayalım:

Galatasaray-Fenerbahçe mesela. Ebedi dost ezeli rekabet. İşin şakası bir yana (ama her şakada da bir gerçek payı vardır aslında) listemize başlayalım.

Işık-karanlık, ak-kara, hayır-şer, iyi-kötü, güzel-çirkin, iç-dış, pozitif –negatif yeterli mi? Yetmez ama evet mi boş verin eveti gelin listeye devam edelim o zaman. Mıknatısın zıt iki kutbu (mıknatıs ne kadar küçük parçacıklara ayrılırsa ayrılsın her seferinde iki ayrı kutup meydana gelir ve tek kutuplu bir mıknatıs meydana getirilemez), soğuk-sıcak, eril-dişil, doğum-ölüm, yükseliş-iniş, mikrokozmos-makrokozmos, ruh-madde.

Ne mi demek istiyorum?

Hayat "ya, ya da" değil "hem hem" dir. Hayat, evrendeki karşıtlık ve birbirini tamamlayıcılık ilkesini üzerine kurulmuştur.  Evrende her şey çift ve zıttı ile birlikte yaratılmıştır. Her parçacığın zıt yükte bir antiparçacığı vardır. Zerre ve hücrelerden, galaksi ve insanın kendisine kadar her yerde ve her şeyde bu gerçeği görmek mümkündür. İşte buna dualite ya da ikili denge ya da ikili sistem denmekte.

Hayat bol miktarda tuzaklar içermektedir. Kim aksini söyleyebilir ki? Buna karşılık gelin görün ki beklenmedik mutluluklar da hemen yanı başımızda belirebilmektedir.  Hayat bu, bazen siyah bazen ise beyaz. Ne 1 ne de 0. İşte buna da Fuzzy mantığı (Bulanık Mantık) denmekte. Hayatlarımız hep grinin bir tonunda seyretmekte. Hayatın tam da özeti idi aslında. Yalnızca siyahlar ve beyazlar yoktur, griler de hatta grilerin tonları da vardır.

Hayatımızda karşımıza çıkan tüm durumlar için bu aslında geçerli bir mantık. Önemli olan içinde bulunduğumuz andaki durum renginin siyaha ya da beyaza ne kadar yakın olduğu. Aynı tüm hareketlerimizi belirleyen sevgi ve korku oranlarımız gibi. Önemli olan bu karışıklık içerisinde hangi yöne eğilimimiz olduğu. Bir taraf aslında asla yok olmuyor; ne pratikte, ne de teorikte, ne felsefik olarak, ne de matematiksel olarak. Asla yok olmayan bu ikili düzlemde önemli olan, tercihlerimiz ve bu tercihlerimizi sahiplenmemiz. Gri alanlar illaki hep olmaya devam edeceklerdir.  Yalnız siyah ve beyaz renkten oluşan hayat  bugün yalnızca Çarşı’da ki onu da yok etmek için maalesef yoğun uğraş verilmektedir.

İnsan bu yaklaşımla olaylara baktığında işi son derece de kolaylaşıyor. Bir taraf tutmasına gerek kalmıyor. Her iki tarafa da eşit mesafeden bakıp, korkusuz bir tercih yapabiliyor. Karışık konuşmayıp düz olmak gerekirse yalnızca iyi ya da ya da yalnızca kötü bir şey yoktur, o şey hem iyidir ve hem de kötüdür (ying yang).  Yani büyüklerimizden sürekli duyduğumuz söz: Her hayırda bir şer; her şerde de bir hayır vardır.

Siyah beyazlı hayat aslında otuzlu yaşlara kadar sürüyor. Sonra yaşasın gri hayat. Önemli olan gri renklerle dolu hayatımızda gri giyinmemeyi başarabilmek. İsteklerimizin, hedeflerimizin, hayallerimizin ve bu uğurda aldığımız yol ve çabaların yalnız siyah ya da yalnız beyaz olabilmesi, net olabilmesi.

Tüm bu yazdıklarımı günlük hayat düzeyine indirgeyecek olursam bütün sahip olduğumuz özel yeteneklerin yanında insanların zaafları da vardır. Hem yeteneklerimize ve hem de eksikliklerimize de belirli bir oranda sahip olabiliriz. Belki çok büyük ve beylik bir laf olacak ama engellemelerimizin, eksikliklerimizin tarihidir hayatlarımız. Engeller, eksiklikler olmasa destansı hayatlar da olmazdı, gelişemezdik, üretemez, hayal kuramaz, yaratamaz, geliştiremezdik.

Doğaldır hep iyi özelliklerimize odaklanıyoruz. İyi bir işim var, iyi kazanıyorum, sağlıklıyım, ailem var gibisinden ama hayatta işte dualite mantığı var. Güzel olanın çirkini var, acının yanında mutluluk var sevgin yanına nefret var ve bu nedenle yoksunluklarımıza, eksikliklerimize de odaklanmalı onları da karşılamaya çalışmalıyız. Onları yok kabul edip, yüzleşmemek bize çok pahalıya patlar. Her şeyden evvel başka nasıl dengeye ulaşabiliriz ki?

Çoğu kere hayatın zorluğu, stresi ve çeşitli mekanizmaların yönlendirmesi ile (Mesele organik pazar elması olabilmek) öyle bir sarmalın içinde buluyoruz ki kendimizi, ne düşünebiliyoruz, ne de hissedebiliyoruz. Bir yol bulup buna son verebilmeliyiz. En kötü ile yüzleşebilecek cesareti gösterebilmeliyiz.

 Hepimiz şık olmaya, zayıf olmaya, başarılı olmaya, eksiksiz olmaya, güzel ve moda giysiler giymeye, güzel olmaya, seksi olmaya doğru gidiyoruz. Çevremizi sarmalayan afişler, reklamlar, rol modeller, TV ve sinema kahramanları, yazılı ve görsel basın hep bu yönde bizleri işliyor. Gerçek olmayan hayatlar yaşıyoruz. Gülse Birsel ne de güzel demiş gerçekten de yalan bir dünya da rol yapan insanlarla bir arada rol kesiyoruz. Yorulmuyor musunuz? Yorulmuyor muyum? Hem de ne kadar çok.

İnsanların gençlik yıllarında arkadaşları oluyor etraflarında ve insan ister istemez kendini karşılaştırmaya başlıyor; bu daha uzun, bunun fransızcası benden daha iyi, bu daha iyi basket oynuyor,... ve ister istemez kendi yerini toplum içinde belirliyor. Zamanla arkadaşları azalıyor ve yaptığı karşılaştırmalar derinlikten çok uzak, basit, yüzeysel karşılaştırmalar oluyor. Gerçeklikten çoğu kere uzak bir değerlendirme ve karşılaştırmayla yerini belirlemek durumunda kalıyor ki bu da sıkıntı yaratıyor.Çoğu kere de bu durumlarda fedakarlık yaptım aldatmacası içine giriyor bunun aslında yüzleşmekten bir kaçış olduğunu göremiyor . Başarı da var hayat da başarısızlık da. Mutluluk kadar mutsuzluk da var. Birini göstermek serbest olurken diğerini göstermek zayıflık olabiliyor. Oysa bunu saklamak aslında en büyük zayıflık. Ağlayabilme doğallığını gösterebilmektir büyüklük aslında yoksa çelik gibi ama ruhsuz bir surat ifadesine sahip olmak değil.

Aslında tüm bunların nedeni alt bilinç, ego ve üst benlik kavramlarında ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerinde yatıyor. Anlayacağınız çözüm için bize gerekli olan büyük düşünür, ünlü ve tarihsel kişilik olan Freud Amca.

Geçenlerde Cem Mumcu’nun bir programını izledim. Öylesine beğendim ki sonrasında youtube’tan bulup tekrar izledim. Adam işi çoktan çözmüş. Hem onun düşüncelerini ve hem de Freud Amcanınkileri, kendiminkilerle harmanlayıp bir sonraki yazıda, bu yazının devam niteliğindeki yazı ile anlatmaya çalışacağım. Oldukça ilgi çekici notlar aldım. Kafamda da sizlerle paylaşmak için can attığım oldukça ilginç saptama ve çıkarımlarım var. Ben bir düşünür değilim elbet ama hiç düşünmem de demek değil bu.

Bu konuyu bağlamak gerekirse söyleyebileceğim iki şey olur: Kendinize güvenin (çünkü siz de yok sandığınız yetenekler dahi bulunmakta aslında) ve eksikliklerinizden korkmayın. Unutmayın ki tüm eksiklik ve yeteneklerinizle birlikte siz, sizsiniz. Kendinizi bir bütün olarak sevin. Hep siz kalmanız dileklerimle.

Yakında görüşmek üzere.