10 Kasım 2014 Pazartesi
14 Ekim 2014 Salı
Küçük, miniminnacık bir dağ olabilme arzusu
Bugüne kadar sizler ve kendim için 200’e yakın
yazı yazmışım. Fena sayılmaz hani. Eskiden olsa çok daha fazla yazabilecek konu
bulabilir ve çok daha fazla yazı yazmış olabilirdim ama günümüzde size
sebeplerini önceki bir çok yazımda açıkladığım üzere bir çok konuyu yazmamayı
tercih ediyorum. Bu durumda da yazacak çok fazla konu bulamıyor ve eskisi kadar
üretken olamıyorum. Sizi yazılarımdan mahrum bıraktığım için çok üzgünüm J Ama bazen işte hiç beklenmedik bir olay, duyduğum biz söz,
okuduğum önemsiz bir haber, hatta içtiğim bir kadeh şarap size yazacağım yazı
ile ilgili bir tetik vazifesini görebiliyor. Bu sabah da öyle oldu. Arkadaşım
hafta sonu bir filmin fragmanını seyretmiş ve çok beğenmiş. Beğenmekle kalmamış,
benimle paylaşmak da istemiş. İyi ki de istemiş, sayesinde bu yazıyı yazıyorum.

Film Irak’da geçiyor. Çatının üstüne tüm
teçhizatı ile kurulmuş bir sniper (Bradley Cooper) etrafı gözlüyor. Çarşaflı
bir kadın ve ufacık oğlu sokağa çıkıyorlar. Çarşaflı kadın sanki evin içinde,
kimse görmeden veremezmiş gibi, dışarı çıkar çıkmaz, alenen sokak ortasında,
çarşafından bir bomba çıkarıp çocuğa veriyor. Çocuk hızla bir yöne doğru
koşmaya başlıyor. Hayatta ve filmlerde bazı şeyleri görmemeliyiz, görsek de
zihnimizde proses ettirmemeliyiz, yoksa ne hayattan ne de filmlerden keyif alabiliriz.
Ben de bu sahneyi, çarşaflı kadının heyecanına kapılıp ne yaptığını bilmemesine
verip, mantıklı kabul ediyorum. Bizim Bradley amirlerine ne yapayım diye soruyor heyecan ve aceleyle. Aldığı cevap bu
yazının yazılmasına neden olan cevap oluyor: It’s your call.

Ben hemen hemen her gün sanki çok anlar ve
başarılı olacakmışım gibi dolar endeksine, dolar ve euro kurlarına, altının
hareketlerine bakarım. Grafikler vardır değişimleri gösteren, saatlik, günlük,
haftalık, aylık. Detaya ne kadar inerseniz testere gibi görüntüler elde
edersiniz. İnişler, çıkışlar vardır kısa vadelerde. Ama zaman ölçeğini biraz
arttırırsanız iniş ve çıkışlar hemen hemen düz bir çizgi halini alır, değişim
sanki yokmuş gibi. Fragman sonrası neden bilmem aklıma hemen bu grafik geldi.
Benim hayatım ve ben de yarattığı etkiler dakikalık grafikler gibi. İnişler ve
çıkışlar oluyor ve bu değişimler beni ziyadesiyle etkiliyor. Kendi adıma ülen ne zor bir hayatım var, ne zor kararlar
almak zorunda kalıyorum diye aklımdan geçiriyorum. Zaman zaman yaşadığım
zafer ya da pişmanlıklarımla geçmişte, zaman zaman ise endişe ve umutlarımla
gelecekte yaşıyorum, ama çoğu kere hep atlıyorum şimdi de olmayı. Bazı adamlar
ise hep şimdide olmak zorundalar. Onların gözüyle benim hayat grafiğim sabit
düz bir çizgi. Yatay görünümlü bir gün sonu hareketi gibi. İniş de yok çıkış
da. Ölmüş bir hayat grafiği gibi. Ama yine de onlar gibi hızlı ve böylesi zor
kararları, üstelik bu kadar kısa bir zaman içerisinde almak istemezdim.

Ne zaman başımıza ne geleceğini bilemiyoruz.
Günün sonunda yataylaşacak konular için üzmeyin kendinizi. Etrafınıza bakın ve
yaşadığınız için, sevdiklerinizle birlikte olduğunuz için, duş alıp, yemek
yiyebildiğiniz için şükredin. Şükredecek nice konularınızın olması dileklerimle
...
29 Eylül 2014 Pazartesi
Kırmızı
Gerçek şarapta, sağlık suda adlı yazım bakın nasıl
başlıyordu: “8000 yıl! Günümüze kadar ulaşabilselerdi (bu kadar yıllandırılması
tabii ki imkansız ama bir de olsaydı tadından içilmezdi herhalde), ilk
şarapların yaşı bu olacakmış. İşte böylesine eski , böylesine kadim bir
dostluğu var insan ile şarabın. Tarihi dile kolay 8000 yıl öncesine dayanan
şarap, insanların sevinçlerine, hüzünlerine, sofralarına karışıp günümüze kadar
gelmiş, kendisine apayrı bir kültür yaratmış. O kadar ki şarap adeta bir
tutkuya dönüşmüş, özel günlerimizde, sevdiklerimizle paylaşacağımız yemeklerde,
sanatın tüm dallarında, efsanelerde, tarihi güzelliklerde görebilir olmuşuz.
Benim kendisini gördüğüm yer ise genelde hatta sürekli ve yalnızca yemek
masasının üzeri olmakta. Geçen akşamda bu kadim dostla beraberdik”. Bu girişten
anlayacağınız üzere ben yine yeniden ve özellikle bu aralar oldukça sık beraber
olmaya başladım bu sıkı ve candan dostla.


Eski çağlardan filozof bir ağabeyimiz şarap yoksa aşk da yoktur demiş. Ne de güzel demiş. Aşk’tır şarap. Ben
şarabı içmesini de çok severim, yaratmış olduğu büyülü kültür ve felsefe içerisinde
kaybolmayı da. Bir geçmişi vardır
şarabın. Toprakta başlayan, fıçıda devam eden ve şişede seninle buluştuğu ana
kadar süre gelen bir geçmişi. Açmazsan eğer bir geleceği de olacaktır elbet.
Belki çok daha olgunlaşacağı, çok daha lezzetli olacağı bir geleceği ama belki
o gelecekte sen olmayacaksındır. İşin ilginci zaten o noktada şarap zaten senin
için değil onu içecek olan için kendini hazır etmiş olacaktır. İnsanlar genelde
geçmiş pişmanlıklarını ve gururlarını ve gelecek endişe ve planlarını yaşarken
ıskalarlar asl olan, önemli olan şimdiyi. Sen şarabı içtiğin anda senin için de
şarap için de şimdi yaşanıyordur. Şimdiyi yaşamaktır şarap.

Ben normal şartlarda bu şarabı hemen açmaz, biraz daha
bekletirdim. Arada bir şarap dolabımı açar, bu şişeye bakar hatta konuşur,
severdim. En uygun zamanın gelmesi için bir işaret beklerdim. Sanmayın ki çok
pahalı bir şarap. Arkadaşın dediğine göre şarabın üzerinde fiyat etiketi bile
yokmuş ve çok sembolik bir rakama adeta hediye edilmiş bu ve arkadaşın kendisi
için aldığı şişe. Peki neden mi daha beklerdim? Ya da neden bu şarap bu kadar
önemli? Bir kere bu kadar saygı duyduğum kişi bu şarabı kendisi için evet
yanlış okumadınız yalnız kendi ve dostları içsin diye üretmiş. Kimseye de
satmıyormuş. Yalnızca Rouge (fransızca kırmızı demek) diye bir restorana o da
aynı adı taşıdığı için veriyormuş. Hani elini öpene veriyor derler ya o hesap.
Açıkçası ben de bu nedenle bu şarabı çok merak ediyordum. Eşim Istıranca diye aynı firmanın başka bir
kupajını açacakken kaza ile bu şişeyi açıp karafa koymuş. Eve geldiğimde
(genelde içmeden önce 1 saat kadar şarabı havalandırdıktan sonra içmeyi tercih
ediyorum) yanlış şişenin açıldığını görünce ister istemez çok üzüldüm ama
olmuşa çare olmadığından beklediğim işaretin aslında bu olduğuna inanmayı
tercih ederek keyif almaya çalıştım. Ama ne keyif almaktı inanamazsınız.

Bu sıralar başka Kırmızı ve hatta Kırmızılar nasıl
bulabilirim onun hain planlarını yapmaktayım. Dün akşam anı ve lezzet keseme
Kırmızı’yı dahil ettim. Benim için çok büyük bir kazanç oldu. Darısı diğer
renklerin başına.
16 Eylül 2014 Salı
Bol kırık çıkıklı bir kese 2
Nerede kalmıştık? Heh tamam şimdi hatırladım: Gösteriş
uğruna tüm bir hayatımı etkileyen en büyük pişmanlığımı anlatıyordum. Sözü çok
uzatmaya gerek yok aslında. Kıyıdan denize balıklama atlama aptallığını
gösteren herkesin başına gelebilecek bir durumu yaşadım: Çakıldım. Gereksizdi, aptalcaydı, yapılmamalıydı ama oldu bir kere.
Boynumun kırılmaması ve ölmemem yalnızca daha yaşayacak günlerimin olmasından
sebepti. Ucuz hem de çok ucuz kurtulmuştum. Farkında olmadan intihar etmiş ama
başarılı olamamıştım. Boynum kırılmadı ama omuzum yerinden çıktı. Ben ömrü
hayatımda böylesi bir acı hiç ama hiç duymamıştım. Sen misin bu aptallığı yapan, iyi olmuş sana bile diyemedim bu acı
karşısında.
Acı öylesine büyük, sıkıntım o kadar fazlaydı ki yok olmak
istedim bir anda. Acıyı çekip yaşamaya devam etmek o kadar zor geliyordu. Sağlam
kolum ile çıkmış kolumu tuttum. Omuzum saçma sapan bir yere kaymıştı. Acıdan
bayılmayı gözlerimi hastanede açmayı çok istedim o an ama uyanıktım işte. Tüm
sinirlerim kırmızı alarmda, oradan oraya hızla gidip geliyor, acıma acı katmaya
tüm hızlarıyla devam ediyorlardı. Kendilerince beynime vücutta yolunda gitmeyen bir şey var, haberin ola uyarısını
yapıyorlardı. Ülen size mi kaldı bu
uyarıyı yapmak, kesin sesinizi ve oturun yerinize ve bir daha da sakın kıpırdamayın
diye bağırmak istiyordum salakça. Çok ama çok canım yanıyordu. Şaşkındım, acı
doluydum ve oldukça korkuyordum. Üşümeye de başlamıştım. Acısız bir zamana
oldukça uzaktaydım ve bu uzaklık düşündükçe beni daha da kötü yapıyordu. Bir
yerden başlamalıydım. Bir kaç kez omuzumu oynatmayı denedim ki bu beni
öldürecekti. Acım dayanılmazdı.


Amcam yaşlı bir adamdı sonuçta. Takmaya çalışıyor ama inatçı
kol sürekli direniyor ve bir türlü yerine girmiyordu. Sonradan çektiğimiz
filmler sayesinde öğrendik ki yırtılmayan kas kalmamıştı omuz çevresinde. Amcam
bu nedenle omuzu bir türlü oturtamıyordu. Sonunda yoruldu, pes etti ve ben yapamayacağım dedi. Amcam benim etme eğleme, canım nasıl yanıyor
anlatamam. Yap bir şeyler Allah rızası için bile diyebilecek durumda
değildim. Bir yere de kıpırdamıyordum ama. Hiç bir yere gitmeyecektim. Varsın
polis zor ile beni dışarı atsınlar. Bu omuz takılmalıydı ve bu amca benim son
şansımdı. Bu arada adamın çocukları da orada, babamızı zorlamayın, hadi gidin hastaneye diyorlardı sürekli.
Hastane dedikleri de taaaaa Söke. Allahım bir yandan acım bir yandan bu durum,
ne zor bir anıydı bu. Keşke bir an önce tarih sayfasındaki o pişmanlıklar
bölümündeki sevimsiz ve bol acılı yerini alsa diye dualar ediyordum. Neyse ki
adam vicdanlı ve çok iyi bir adamdı. Tekrar denedi, uğraştı ve bir şekilde taktı
o omuzu yerine. Bu kez sardı da. Bir sonraki durak olan Pamukkale’de o güzelim
sulara giremeyecektim. Yazık sonra sonra oraları da bozuldu. Keşke tüm bunlar
olmasaydı da ben o güzelim sulara girebilseydim. Karizma mı? Hatırlatmayın o
kelimeyi bana. O günden sonra bir daha herhalde hiç düzelemedi. Riski sevmeyen
korkak bir adam oldum çıktım sonrasında.
90’lı yıllar meğer ne kadar çok acıyı içinde
barındırıyormuş. 1999’da omuzum bir kere daha yerinden çıktı. Düşünün 10 yıla 2
kırık, 3 çıkık sığdırabilmişim. Fena sayılmaz hani.

Şimdi ne tıp bayramı ne de doktorlar günü, sen bize tüm
bunları neden anlatıyorsun diye sorabilirsiniz. Anlatayım efendim. Biricik
oğlum geçen gün top oynarken düştü ve sol kolunu kırdı. Arkadaşıyla birlikte
bahçede top oynuyormuşlar. İlk devre sorunsuz tamamlanmış. Su molası vermişler.
Sonrasında tekrar maça başlamışlar. Daha oğlum atak bile yapmamışken topun
üzerine basıp sol kolunun üzerine düşmüş. Çok canı yanmış. O kadar yanmış ki
ağlamasını durduramamış. Ofisten eve nasıl gittim anlatamam. Anne baba olmak
gerçekten de zor bir olay. Gittiğimde hala ağlıyordu. Hemen doktorunu aradık,
sonrasında hastanenin yolunu tuttuk. Bizim için çok büyük hastane için oldukça
sıradan bir olaydı. Kırık olduğu tespit edildi ve alçıya alındı kolu. Eskinin o
benim çok iyi bildiğim alçıları çoktan tarih olmuş. Bu yeni olanlar oldukça
ince ve çok daha kullanışlı. Bu sıralar alçının üzerini doldurmakla meşgulüz.
Bu sıralar yaptığımız başka bir şey ise eskinin kırık çıkık hikayelerini oğluma
anlatmak. O kadar çok anlattım ki bu aralar, oldu olacak yazayım da sizlerde
biraz olsun bilin dedim.
Her anı güzel olmuyor. Güzel olsun olmasın kesemize bir anı
daha attık. Bende çok olan bu anılardan bir tane de oğlum da oldu. Umarım bir
tane numunelik olarak kalır. Tüm çabalarımız onların mutlu olmaları için. Keşke
her daim onları koruyabilsek, buna imkanımız olsa ama elimizde olmayan
durumlarda yaşanabiliyor işte. Dedim ya anne baba olmak çok zor. O ağladığında
benim içim eriyor. Dilerim ve umarım çok güzel günleri olur. Sağlık, mutluluk
ve huzur içinde uzun hem de çok uzun yılları olur. Dilerim öyle de olur!
8 Eylül 2014 Pazartesi
Bol kırık çıkıklı bir kese 1

90’lı yıllarda, Galatasaray 9.sınıfta okurken, bir kere de sağ
elimin yüzük parmağını kırmıştım. Kaleciydim. Tamam panter gibi değildim belki ama
kötü olduğum da söylenemezdi. En azından elimden geleni yapardım. Bu uğurda
parmağımı da kırmaktan çekinmemiştim bir maç sırasında. Muhteşem kurtarışım
sonrası mecburi olarak revirin yolunu tuttum. Ne olduğu oldukça aslında oldukça
açıktı. Parmağımın tırnağa yakın olan boğumu düz değildi, aşağı doğru
düşüyordu. Yüzük parmağım sürekli 1 rakamı gibi duruyordu. Boğumdaki kemik
kırılmıştı. Acı yine dayanılmaz değildi ama tüm bir ömrü 1 rakamına benzeyen
bir parmakla geçiremezdim. Yüzük takmak da ileride problem olabilirdi. Revirdeki
hemşire annemi arayıp oğlunuzun eli
tutmuyor hemen gelin demez mi? Zavallı annem konuşamamış bile ve telefonu
yanındaki babama vermiş. Allahtan ben o devirlerde de, en az şimdilerde olduğu
kadar akıllı ve olgundum. Telefonu kapıp babama bir şey yok, parmağım kırıldı yalnızca dedim. Babam gelip beni aldı
ve biz yine hastanenin yolunu tuttuk. Hastane tarafı komikti aslını isterseniz
trajikomikti. Yalnızca sargıladılar. Sargıların içinde parmağımın bırakın sabit
durmasını adeta dans ediyordu. Ertesi gün başka bir doktora daha gittik de bir plastik
parmaklık sayesinde sabitlediler benim ufaklığı.
90’lı yıllara 2 kırık sığdırmış olmam aslında şaşırtıcı
değildi. Tarih ders almazsan tekerrür
eder derler. Ben kolay kolay ders almam, alamıyorum, bünyem buna müsait değil. 90’lı
yıllardan bir 20 yıl evvel 70’li yıllarda da yaşamış olduğum 2 kırık vakam daha
vardır benim. Ufacık tatlı mı tatlı bir bebek olan beni, üstelik bu kadar çok hareketli
olduğum biliniyorken yatakta yalnız bırakırsanız olacağı da budur aslında. Bebeğim
ben, ne yaptığımın farkında bile değilim. Muhtemelen uyanmış, seslerin olduğu
tarafa gitmek istemiş ve bunun sonucu olarak da kendimi yerde sol kolumun
üzerinde bulmuştum üstelik kırılmış bir halde. Zavallı ben, kim bilir ne kadar
ağlamışımdır. Miş’li geçmiş zaman kullanıyorum çünkü hatırlayamayacak kadar
küçüğüm o zamanlar. Neler çektim, neler oldu bilemiyorum ama illaki bende geri
dönülmez bir travma yaratmıştır.

Hayatım yalnızca kırıklarla dolu geçmedi aslını isterseniz.
Çıkık konusunda da fena sayılmam hani. Kuşadası Kadınlar Plajında siz siz olun
kıyıdan denize balıklama atlamayın sakın. Hatta siz siz olun bilmediğiniz hiç
bir yerde ne balıklama ne de çivileme atlamayın. Efendi efendi ve yavaş yavaş
girin denize. Avşa Adasında denizin hemen kıyısındaki kumlar yumuşaktır ve deniz
göreceli olarak çabuk derinleşir. O yaşlarda, ufacık aklım ve sıfır öngörü ile
kıyıdan denize üstelik balıklama atlayarak girmek çok havalı gelirdi bana. İyi
de yapardım hani. Gereksiz bir kabiliyet ve aptal cesareti birleşirse sonuç pek
de iyi olmuyor. Bugün nasıl da aptalca geliyor. O zamanlar gençtik. Havalı
şeyler hoşumuza giderdi. Nereden bilecektim ki Kuşadasındaki o atlayış
sonrasında bir kez hariç bir daha
yüzemeyecektim.
Kızlı erkekli bir grup olarak başımızda bir kaç kendi
halinde öğretmenle birlikte sınıf gezisine çıkmıştık. Yollarda nasıl eğlenmiş,
nasıl şarkılar söyleyip ne yaratıcı gösterilere imza atmıştık inanın anlatamam.
Oldukça hareketli ve eğlenceli geçen bir otobüs yolculuğundan sonra otele
varmış, odalara hızlıca yerleşmiş, mayoları giyip kumsalın yolunu tutmuştuk.

Neler mi oldu? Anlatacağım efendim ama hem o konu ve hem de
sonrasında anlatacaklarım az sayılmayacak kadar çok. Bu nedenle kırık
çıkıklarla dolu anılarıma ufak bir ara veriyorum. Yakında, pek yakında,
kaldığımız yerden devam etmek
dileklerimle huzurlarınızdan çekiliyorum. Sağlıcakla ve hem mutlu kalın!
21 Ağustos 2014 Perşembe
İki ayrı gün, iki ayrı konser, tek bir usta
Ellerim gözlerime bugüne kadar hiç bu kadar büyük
görünmemişlerdi. Hani sanki bütün vücudum elim özeline indirgenmişti. Oturduğum
yerde gülücükler saçarak beni nasıl
bilirsiniz sorusuna sanki tüm beni tanıyanlar eli büyüktü, hatta çok büyüktü diyecekler gibi hissedip duruyordum.
Nereye koyacağımı bilemediğim ellerimi, sanki milletin dikkatini daha da çekmek
istercesine sürekli hareket ettirip duruyordum. Önce birleştiriyor, sonra
birbirlerinden ayırarak her birini ayrı ayrı masaya koyuyor, saniye geçmeden
tekrar hareketlendirip biriyle kulağımı kaşıyor, diğer teki ile saçımı
düzeltiyordum. Elimde değildi, engel olamıyordum kendime. Muhtemelen bir
orkestra şefi bile elini benim hareket ettirdiğim kadar hareket ettirmiyordu
bir konser sırasında. Çok değil yalnızca bir kaç dakika önce kalabalık bir
insan selinin çıkardığı uğultu arasında kulağa oldukça hoş gelen bir müzik
başlamış ve bu muhteşem notalar karşısında kalabalık ister istemez belki
yalnızca meraktan veya belki de yalnızca öyle yapmaları gerektiğini sanmalarından
sessizleşmeye başlamışlardı. Hemen ardından bizlere haydi bakalım diye komut gelmişti.
Haydi bakalım! Gerçekten de
bir haydi bakalım bilinmezliğinde ama
bir kadar da sıcaklığında yürümeye başlamıştık. Zaten bu yürüyüşümüz ne mutlu
bize ki şimdiye kadar hem aynı tatta olmaya devam etti, umarım haydi bakalım
tadımız hep böyle devam eder. Sinir bozucu bekleyiş sona ermiş, buna karşılık
heyecan bir o kadar daha artmış olarak suratlarda zoraki midir yoksa bugüne
kadar hep böyle olduğundan mıdır yoksa aşırı heyecandan mıdır bilemediğim bir
tebessüm ile ve oldukça ağır adımlarla adeta dura dura yürümeye başlamıştık.
İlk gördüklerim ister istemez en değer verdiklerim oldular. Doğduğum anda ilk
gördüğüm, ilk tanıdığım, ilk kokularını duyduğum, her daim eksikliklerini
hissettiğim canlar en az benim kadar heyecanlıydılar. Gülerek bana güç
veriyorlardı. Ben büyürken, boy atarken, koşarken, düşerken, sınıfları
geçerken, bayramlara, doğum günlerinde, yaş alırken bana eşlik eden akrabalar
hemen sonrasında fark ettiklerimdi. Sıcak, hem de sıcacıktı yüzleri. Ağlarken,
sevinirken hep daim yanımda olan arkadaşlarımın ise bazılarını görebildim o
kısa yürüyüşte. Arada bir tek tük göze çarpan iş çevresinden kişiler ve
komşularda olmadı değil hani. Bunlar dışında kalanlar ve yalnızca resmi
tamamlayan diğer parçalar olarak tanımlayabileceğim grimsi alan ise bütün
hayatım boyunca bir ya da en fazla iki kere gördüğüm yabancılar ile bugüne
kadar hiç görmediğim hepten yabancı kişilerdi. Gabriel Faure’nin muhteşem Pavane parçasının notaları kulaklarımıza erişirken Mayıs ayının Mayıs ayına
yakışmayacak soğukluktaki bir gününde bizler evlilik yolunda ilk adımlarımızı
atıyorduk birbirimizin dünyalarına. Neden ellerime o gün bu kadar takmıştım
hala hiç bir fikrim yok. Heyecan bu olsa gerek.

O günlerde düğünümüz için çağırmayı planladığımız kişi
Ferhat Göçer’di. O zamanlarda adı yeni yeni duyuluyordu. İlk albümü henüz
çıkmamıştı. O zamanlarda Pizza Pino gibi bazı restoranlarda sahne alıyor,
firmaların özel gecelerine katlıyordu. Eşim bir çok organizasyonda onu bir çok
defalar kullanmıştı ve bizden çok da para istemeyeceğini düşünüyorduk. Ben ise
kendisini çok daha öncelerden tanıyordum. Taaaa Ege Bar’da Turkuaz ile birlikte
çıktığı dönemlerden. O zamanlarda bence en iyi dönemleriydi. Bir Münir Nurettin
okurdu, sanırsınız üstat özel izinle o geceye katılmış. Ben arya dinlemeyi çok
ama çok severim ve Turkuaz grubu bu işte çok ama çok iyi idi. Bir ara iyice Ege
Barın müdavimlerinden olmuştum. Eğlenceli güzel günlerdi. Bir kaç kez Turkuaz
grubu ve Ferhat Göçer ile aynı sahnede şarkı söylemişliğim bile var, düşünün
artık. Doğal olarak ben de düğünümde böylesi bir sesi bulundurmaktan ancak
mutluluk duyabilirdim. Sonrasında tabii ne Ferhat geldi ne de zaten bir düğün
oldu.


Nereden nereye ... Nikah gününden, elin adamının
dedikodusuna. İki ayrı gün, iki ayrı
konser, tek bir usta tadında bir
yazı yazmak istemiştim ortaya bu çıktı. Umarım beğenmişsinizdir. Bu arada belki
de uzunca bir aradan sonra gittiğimizden olsa gerek Açıkhava’da konsere gitmek
bir hayli keyifliydi. Özlemişim, özlemişiz. Umarım daha nicelerine hep beraber
ailece gidebiliriz. Bizler kendi adımıza anı kesemize anı toplamaya devam
ediyoruz. Daha nicelerini dileyerek aranızdan şimdilik ayrılıyorum.
Sevgi ve saygılarımla,
4 Ağustos 2014 Pazartesi
Tatil Köyü yerine huzurlu bir köy tatili ...
23:41
Fethiye, günlük hayat, hayatın anlamı, Likya Şarapları, tatil, Tuborg, Yonca Lodge
No comments
Yonca Lodge

Bu sene eşim kendini aştı. Çok iddialı ve damdan düşer gibi
olacak biliyorum ama tüm senelerin uzak ara en güzel tatilini yaptırdı bizlere.
GÖCEK ADASI: SEN KALK, CENNETTEN KOPUP BURALARA GEL ... yazımı okumuş
olanlarınız bu adayı hatırlayacaklardır. Bu muhteşem adada çok keyifli
anlarımız olmuştu. Eşim aradı, taradı ve sonunda bir nevi içinde yaşanabilecek,
kalınabilecek bir Göcek Adası buldu bizlere. Size kişisel ve şiddetli bir
tavsiyede bulunmak istiyorum: Bütün işlerinizi bir kenara bırakın, artık
yapmayın, ya da en azından ara verin ve kalkın Fethiye yakınlarındaki Yonca
Lodge’a tatil yapmaya gidin. Hani yeryüzündeki cennet sözü sanki bu şirin yer
için söylenmiş. En son ne zaman yalnızca siz istiyorsunuz diye bir şey
yaptınız? Bu yere zaman kaybetmeden yalnızca siz istiyorsunuz diye gidin.
Kendinizi şımartın ve gidin.

Her yer tavuk, ördek, kaz, horoz ve civcivlerle dolu. Kedi
ve köpek olmazsa tabii ki olmaz. Onlar da vardı. Tam yanımız sazlıktı mesela.
Sazlıkta kurbağalar, değişik değişik ses çıkaran börtü böcekler. Tam bir görsel,
duyusal ve ruhsal şölendi. Hep tatil köyüne gitmeye alışık olan bizler, belki
de ilk defa köy tatili yapıyorduk hayatlarımızda. Alışık değildik ama pek
sevdik. Gerek temizlik, gerek ilgi ve alaka, gerek konum, gerek denizi ve
havuzu ve gerekse ücreti bakımından dört dörtlüktü.


Gelen herkesin herkesle muhabbeti,selamlaşması vardı. Huzur
ortamı öyle bulaşıcıydı ki, geldikten bir kaç sonra aura renginiz bile değişip,
ermiş bir insanın olgunluğuna eriyordunuz. Yüzlerde bir tebessümle ortamın
tadını çıkarmaya başlıyordunuz. Yerlisi, yabancısı herkes huzur potasında
eriyip, yenileniyordu. Belki şaka gibi gelecek ama sanki herkes, herkesle
beraber tatile gelmiş gibiydik. Sanki bir olmuştuk. Öylesi bir huzur ve
dinginlik. Ben daha ne yazabilirim ki bunun üstüne.
Oğlum bulunduğumuz süre zarfınca neredeyse hiç denizden ve
havuzdan dışarı çıkmadı. Denize de doydu, güneşe de. En azından belli bir
süreliğine. Bütün gün boyunca tüm enerjisini harcadı durdu. Tüm senenin
pineklemesini bir kaç günde üzerinden attı. Akşam yemekleri sonrasında ise
hemen uyuyakaldı her defasında. Biz de eşimle birlikte bilgisayardan daha
önceden yüklediğimiz diziyi seyrettik akşamları.
Bu tatil bize çok iyi geldi. Dinlendik, eğlendik, bol bol
yedik ve yüzdük. Ne stres kaldı, ne sıkıntı, ne de telaş. İhtiyacımız
fazlasıyla varmış. Oğlumun bu süre zarfında, gözlerindeki mutluluk ve ışıltı
ise paha biçilmezdi. Anı kesemize bir kaç gün daha atıverdik. Ne mutlu bizlere
ve daha nicelerine ...
1 Temmuz 2014 Salı
Dünya Kupası
Bir süredir eskisi kadar sık ve güncel konulardan
yazamadığım malumunuzdur. Nedenini bir önceki mesajımda uzun uzun açıklamaya
çalışmıştım. Şartlar açıkçası hiç ama hiç değişmedi. Üstelik daha da
ağırlaşarak devam ediyor. Seçimler, tercihler, ihtiraslar ve kişisel çıkar
oyunları uzak değil hemen yanı başımızdaki sonbaharda ülkemizde yaşanmamış
şeylerin yaşanmasına neden olabilecek gibi görünüyor. Kuzeyimizde ve
güneyimizde yaşanan kirli oyunlar ise yalnızca acı vermekte. Birileri daha iyi
şartlarda yaşasınlar, standartları aman değişmesin diye nice canlar yitip
gidiyor tarih sahnesinden. Tamam tabii ki can candır ama en dayanamadığım
çocukların yaşadığı dramlar. İnsan yeter diye bağırmak ve hatta isyan etmek
istiyor. Bir şey yapamıyorum, bir şey yapamıyoruz. Ne kadar da acı. Çaresizlik
ve çaresizlik seviyesi ile doğru orantılı gelen haberler. Her gün bir başka
dram, bir başka iç acıtan haber. Allah yardımcıları olsun.
İş desen hep aynı. Acımasız bir kıyım sistemi, çarklarını
döndürmeye ve bizleri modern köleler durumuna getirmeye devam ediyor. Her gün,
her hafta ve hatta her ay yaptığım birbirinin kopyası işler. Farkında değil
misiniz hep aynı arabaları kullanıyor, aynı benzer yerlere tatillere gidiyor ve
hep aynı birbirinin kopyası hayatları yaşamaya devam ediyoruz. Orijinallikten,
yaratıcılıktan uzak tekdüze hayatlar. Herkes ya çocuğunu en iyi okulda okutmak
için varını dişine takıyor ya ev veya araba kredisini ödemek için veya tüketici
kredilerini azaltmak için. Hayattaki amacımız nedir diye bırakın bilmeyi bunu
sorabilen bile yok. Düşünün işte o kadar endişelerle dolu bir hayat yaşar
vaziyetteyiz. Bu endişe kapsüllerini bizlere aşılayanlar ne kadar da
başarılılar. Varsa yoksa geleceğimizi ve hatta şimdimizi güven altına alma
çabası ve bu uğurda keyfine varılmadan geçip giden yıllar. İşte bu şartlar
altında ben yazamıyorum. İçimden gelmiyor.


Favorilerimize gelince... Biz de favoriler takımdan ziyade
kişilerden kaynaklı belirleniyor. Messi sayesinde Arjantin, Neymar sayesinde
Brezilya, Muslera sayesinde Uruguay. Almanya mı Fransa mı? Belki evet şampiyon
olacaklar ama eğer Arjantin, Brezilya yada Uruguay’a karşı oynayıp kupayı
alırlarsa bilin ki bizim evde zıplama ve tshirt sallama olmayacak. Şili ve Costa
Rica ne kadar iyi oynayıp ne kadar sürpriz yaparlarsa yapsınlar bizim için
fark etmez. Biz onları sembolize edebilecek kişileri tanımadığımızdan
favorilerimiz olamadılar. Bravo iyi çıktı ama artık bir başka kupaya. Şili her
ne kadar maç sırasında tutmuyor olsak da çok iyi idi. Tam bir orta saha takımı.
Muhtemelen kaleci hariç tüm oyuncuları orta saha oyuncularından devşirme idi.
Brezilya’nın defansı iyi idi ama forvet hattı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.
Diğer taraftan artık biliyorsunuz ki oğlum oldukça erken kalkar. Güneşi üzerine doğurmaz. Böyle olunca da akşam 8-8:30 gibi de doğal olarak uykusu gelir. Uykusu geldiğinde de zaten hep minimum seviyelerde olan dikkat seviyesi de eksilerde seyretmeye başlar. Bu da tehlike demektir. Maçlar başladığından beri ister istemez akşam yatışları maç bitimlerine ötelenmeye başladı. Tehlikenin zırt dediği yerde işte tam burası. Normal maç bitişlerinde yatması bile yaklaşık 45 dakika geç yatması demekken ya maç uzarsa? Hatta ya penaltılara kalırsa? Bu göze alınacak bir durum olamazdı. İlk penaltılara kalınan maç da tehlikeyi önceden gören bir baba olarak daha maçın normal süresi biter bitmez vay be, koskoca Brezilya maçı berabere bitti. Hadi bakalım yatağa diyerek bir oldu bitti ile, zaten uykusu geldiğinden, bir anlık şaşkınlığından yaralanarak onu yatırdık. Ertesi gün ise büyük bir keyifle penaltıları izledik. Akıllı bir çocuk olan oğlum şak diye aslında maçın bitmediğini bu şekilde de anlamış oldu. Geleceğim nokta şu ki maçın son anlarında ilk başta favorim olsun olmasın hiç fark etmez önde olan kimse oğlum için ben onu tutar oldum. Uzun sayılabilecek bir süre Hollanda'da yaşamış bir kişi olarak işte sırf bu sebepten Meksika'yı maçın bir süresinde tuttum. Sonrasında gelen beraberlik golünden sonra ise golü bizim çocuk atmış olmasına rağmen önce içimden küfürler ettim ama sonrasında gelen golle gerçekten de sevinçten deliye döndüm. Anlayacağınız kupada tuttuğumuz takımlar evdeki dengele göre hep değişebilmekte. Fanatik olmamak güzel bir şey.
Diğer taraftan artık biliyorsunuz ki oğlum oldukça erken kalkar. Güneşi üzerine doğurmaz. Böyle olunca da akşam 8-8:30 gibi de doğal olarak uykusu gelir. Uykusu geldiğinde de zaten hep minimum seviyelerde olan dikkat seviyesi de eksilerde seyretmeye başlar. Bu da tehlike demektir. Maçlar başladığından beri ister istemez akşam yatışları maç bitimlerine ötelenmeye başladı. Tehlikenin zırt dediği yerde işte tam burası. Normal maç bitişlerinde yatması bile yaklaşık 45 dakika geç yatması demekken ya maç uzarsa? Hatta ya penaltılara kalırsa? Bu göze alınacak bir durum olamazdı. İlk penaltılara kalınan maç da tehlikeyi önceden gören bir baba olarak daha maçın normal süresi biter bitmez vay be, koskoca Brezilya maçı berabere bitti. Hadi bakalım yatağa diyerek bir oldu bitti ile, zaten uykusu geldiğinden, bir anlık şaşkınlığından yaralanarak onu yatırdık. Ertesi gün ise büyük bir keyifle penaltıları izledik. Akıllı bir çocuk olan oğlum şak diye aslında maçın bitmediğini bu şekilde de anlamış oldu. Geleceğim nokta şu ki maçın son anlarında ilk başta favorim olsun olmasın hiç fark etmez önde olan kimse oğlum için ben onu tutar oldum. Uzun sayılabilecek bir süre Hollanda'da yaşamış bir kişi olarak işte sırf bu sebepten Meksika'yı maçın bir süresinde tuttum. Sonrasında gelen beraberlik golünden sonra ise golü bizim çocuk atmış olmasına rağmen önce içimden küfürler ettim ama sonrasında gelen golle gerçekten de sevinçten deliye döndüm. Anlayacağınız kupada tuttuğumuz takımlar evdeki dengele göre hep değişebilmekte. Fanatik olmamak güzel bir şey.

Para kazanmak, geleceği büyük ölçüde garanti altına almak önemlidir. Gereklidir. Ama bu çok hızlı bir şekilde yapılırsa sorunlar olabilir. Başka bir ifadeyle ruhsal doyum olmadan yalnızca fiziksel bir doyuma ulaşmak iyi değildir. Göze batarsınız, kötü anlamda dikkat çekici olursunuz. Daha doğrusu ne yapacağınızı bilemezsiniz. Oldukça ironik ama doyuma ulaşmak bu kadar kolayken bir anda doyumsuz olursunuz. Yine bu turnuvada gözümüzün içine
sokulan bir durum da bu oldu. Neydi o futbolcuların saçları öyle? Hepsi birbirinin
kopyası ve bir o kadar da kötü. Birincilik bu konuda bir çok ülkeye gidebilir, o
kadar kötü saç modelli futbolcular var. Sosyo-kültürel düzeyi yüksek ve zengin
ülkelerin futbolcu saç modelleri gayet bakımlı ve iyi iken futbolda başarılı ama fakir ve gelişmekte olan ülkelerin futbolcu saç modelleri bir o kadar kötü idi. Ben ne yaparsam yakışır zihniyeti bu sefer işlememiş. Yakışmamıştı. Her şeyin başı
gerçekten de denge.
İşte böyle. Bir turnuva daha başladı ve sürüyor. Keyfimiz bu
anlamda oldukça yerinde. Önemli olan aslında kupa da değil, kupa yalnızca bir
araç. Bu araçlardan faydalanıp hatıraları, anıları, güzel dakikaları toplayıp
anı kesesine atabilmek asıl başarı. Yoksa gerisi hep boş. Keşke en yukarıda
saydıklarım olmasalar ya da daha az olsalar da kesemizi daha rahat
doldurabilseydik. Hep sevgiyle, mutlulukla kalın ve anı kesenizi mutlaka ama
mutlaka doldurmaya devam edin. Unutmayın ki yıllar sonra elimizde ve bizden
sonra sevdiklerimizin hatıralarında yalnızca bu kese kalmış olacak.
Doldurabildiğiniz kadar doldurun çünkü siz buna değersiniz.
10 Haziran 2014 Salı
Yazmadım, yazamıyorum ve en kötüsü yazmak istemiyorum ... Ama bir sorun neden ...

Evlenmeden önce yalnızca ben vardım ve yalnızca kendime
karşı sorumluydum. Karışanım çok fazla yoktu. İstediğim kararları alabiliyor,
istediğim şeyi yapıyor ya da yapmıyor, dilediğim hayatı olabildiğince
yaşıyordum. Ülke şartlarının değişmesi yalnızca beni etkileyebiliyordu. Sonra
eşimle tanıştık ve hayatımızın bundan sonraki bölümünü beraberce yürümeye karar
verdik. Artık hem kendime ve hem de eşime karşı sorumluydum. O bir yetişkindi.
Ona karşı ya da ondan sorumlu olmak zor değildi, hatta bilakis keyifliydi.
Sonra bizler için tüm zamanların en mutlu olayı gerçekleşti ve oğlumuz katıldı
aramıza. Artık yeni, yepyeni ışıltılı bir dönem başlamıştı bizler için. Baba
olmak zordu ama anne olmak çok daha zordu. Sürekli oğlumuz odaklı bir hayat
sürmek, onun mutluluğu, huzuru, alışkanlıkları için sürekli düşünüyor, çaba
sarf ediyor olmak, yemeklerini, kitaplarını, oyuncaklarını düşünüyor olmak ve
üstelik tüm bunları hayatının her bir anında yapmayı sürdürmek yıpratıcı ve zor
bir işti. Soluk almak istediği anlar/anlarımız çok oldu. O günler de artık çok
şükür çok gerilerde kaldı. Orta yolumuzu bulmuş ve ona göre yaşamaya
başlamıştık.
Bugünlerde ise orta yolumuz biraz sarsılmaya başladı. Biz
bugüne kadar orta yolu hep aile içine göre tasarlamış, içsel dinamikleri esas
kabul etmiştik. Oysaki yadsınamaz bir çevre faktörü de vardı hayatlarımızın
içinde. Oğlum artık anaokuluna gidiyor. Yalnızca Eylül ayı sonrasında
doğmasından sebep çok şükür ki 2 sene daha yuvada kalıp öyle okula başlayacak.
Geleneksel olsun modern olsun, tüm çocuklar büyüyorlar. Kimisi başarılı oluyor
kimisi daha az başarılı oluyor. Ben oğlumun her zaman aynı diğer tüm aileler
gibi mutlu, huzurlu ve belki de en önemlisi özgür olarak büyümesini istedim ve
bu dileğim ve isteğim hala da devam etmekte. Bununla beraber hani sanki devam
eden güneşli hava yerini parçalı bulutlu bir havaya bırakmış gibi son
zamanlarda. Tamam yağmur yok çok şükür ama nemi oldukça hissediliyor artık.

Eğitim alanında olan değişiklik ve belirsizliklerden kişisel olarak sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik duymaktayım. Düz liselerin bir anda İmam Hatip okullarına dönüştürülmeleri, eğitim sistemindeki son anda ve bir çok parametre düşünülmeden gerçekleştirilen oldu bittiler, sınavlarda bir biri ardına yaşanan güven erozyonları ve sorumluların yerlerini hala koruyabilmeleri, alışılagelmiş düzenin anlatılmadan ve belki de çok irdelenmeden değiştirilmesi bunlardan yalnızca bir kaçı. Müfredat olayına hiç girmeyeceğim bile. Toplumsal yaşamdaki ayrışma ise tüm zamanların en tehlikeli boyutunda. Beraber çalıştığım, sabahları selamlaştığım kişilerle arkadaş ve akrabalarımla farklı hayalleri kurmaya başladım artık. Alkollü içkilere birbiri ardına yapılan vergi zamları bir grubu çok memnun ederken bir grubu sıkıntıya sokmakta mesela. Asl olan seçimdir, demokrasidir diye bağırıp dururken asl olanın özgürlük olduğunu hep atlar olduk. Günlük hayatın stresine, çalışma şartlarının her geçen gün biraz daha da zorlaşıyor olmasına, hayat pahalılığına, kalabalıklığa, stresten kaynaklı kabalık ve hoyratlıklara hiç girmiyorum bile.
Eğitim alanında olan değişiklik ve belirsizliklerden kişisel olarak sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik duymaktayım. Düz liselerin bir anda İmam Hatip okullarına dönüştürülmeleri, eğitim sistemindeki son anda ve bir çok parametre düşünülmeden gerçekleştirilen oldu bittiler, sınavlarda bir biri ardına yaşanan güven erozyonları ve sorumluların yerlerini hala koruyabilmeleri, alışılagelmiş düzenin anlatılmadan ve belki de çok irdelenmeden değiştirilmesi bunlardan yalnızca bir kaçı. Müfredat olayına hiç girmeyeceğim bile. Toplumsal yaşamdaki ayrışma ise tüm zamanların en tehlikeli boyutunda. Beraber çalıştığım, sabahları selamlaştığım kişilerle arkadaş ve akrabalarımla farklı hayalleri kurmaya başladım artık. Alkollü içkilere birbiri ardına yapılan vergi zamları bir grubu çok memnun ederken bir grubu sıkıntıya sokmakta mesela. Asl olan seçimdir, demokrasidir diye bağırıp dururken asl olanın özgürlük olduğunu hep atlar olduk. Günlük hayatın stresine, çalışma şartlarının her geçen gün biraz daha da zorlaşıyor olmasına, hayat pahalılığına, kalabalıklığa, stresten kaynaklı kabalık ve hoyratlıklara hiç girmiyorum bile.
Sıkıntılı hem de çok sıkıntılı bir dönem geçirmekteyiz.
Suriye’de yaşanan trajedi maalesef artık bizim sınırlarımızda, bizim içimizde.
Patlayan bombalar, yok olan semtler, yitip giden canlar. Artık yalnızca birer
istatistiki bilgi gibi geçmeye başlamaları tüylerimi ürpertiyor. Korkuyorum.
Her an her şeyin olabilme ihtimalinden korkuyorum. İster demokrasi tutkunu
ülkelerin Irak ve Bosnova’da unuttukları insaniyetlerini aniden hatırlamaları
diye düşünün, ister adı konmamış bir enerji savaşı deyin ister gizli ajandalı
bir komplo teorisi diye düşünün. Sebep ne olursa olsun savaş artık bize de
sıçramış gibi. Umarım yanılıyorumdur, umarım bu son olur ama korkuyorum işte.
Zavallı Suriye halkı aynı Irak’ta olduğu gibi yalnızca bir piyon gibi ölümü
beklemekte. Vurulacaklar ve cansız olarak yere düşecekler. Eşleri, dostları,
çoluk çocukları arkasından belki ağlayacaklar belki de ağlamaya bile fırsat
bulamadan tarih sahnesinden onlar da çekilecekler. Bu kadar mı değersizler?
Evet bu kadar değersizler. Birileri sahip olduğu vatandaşını düşündüğünden ve o
vatandaşının daha iyi koşullarda yaşamasını istediğinden onları bu kadar
değersiz görebilmekte, yok kabul edebilmekteler. Karışıklık işine yaradığı için
karışıklığı yaratanlar mı daha suçlu, yoksa onların ağına düşüp karışıklık için
tetik çekenler mi daha suçlu benim için hiç önemli değil. Önemli olan birileri
yalnızca birileri daha refah içerisinde yaşasınlar diye ölmekte. Ben de onlar
gibi olma şansızlığına erişmek istemiyorum. Görünen kötü bir gidişata doğru yol
aldığımız. Yurt dışı dinamikleri anlayacağınız pek parlak değil. Yanı başımızda
savaşlar çıktı çıkacak. Bizim etkilenmememiz söz konusu bile değil.
Yine Jean Jacques Rousseau ve yine o muhteşem sözü:
“Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman
inanmadım. Özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır..." Ya da
yine Voltaire ve yine onun muhteşem sözü: “ Senin düşüncelerine katılmıyorum
ama düşüncelerini özgürce ifade edebilmen için hayatımı bile verebilirim”.
Korkusuz, güvenle ve başkalarını olumsuz olarak etkilemeden
dilediğimce yaşama özgürlüğüm yitip giden bir özgürlüğüm. Yitirmek istemiyorum
ama yaşadığımız dönem ve şartlarda gerek yurt içi ve gerekse yurt dışı denge ve
dinamikler sanki buna engel olmaya başlayacakmış gibime geliyor. Kendim için
tabii ki korkuyorum ama eşim ve oğlum için olan korkum çok daha ağır basmakta.
Oğlumuz hayatının daha çok başında. Onun güzel bir hayat yaşamasını istiyoruz.
Potansiyelini en yüksek düzeyde kullanabilmesini istiyoruz. Yapmak istemediği
şeyleri yapmamasını istiyoruz. O her şeyin en iyisini hak ediyor. Bize düşün
ise bu ortamı ona elimizden geldiğince sunabilmek yalnıza. Kabul edelim ya da
etmeyelim evrim düzeni içerisinde ön planda tutulması gerekli olan hep gelecek
kuşak oluyor.

Belki sürekli olarak bununla yatıp bununla kalkmıyorum ama acı haberleri okudukça, değişimleri gördükçe kendimi çok çaresiz hissediyorum. Hala çözüm bulmamış olmak da içimi daraltıyor. Enseyi tamam karartmak istemiyorum ama çok geç kalmadan da onların ve tüm sevdiklerimin güvenliği, sağlık, mutluluk ve huzuru için kendimce bir yol bulmalı daha huzurlu hissetmeliyim diye düşünmeden de edemiyorum işte. Çözümler ancak başka baharlarda bulunabilecek gibi. Bugün elimde kalan yalnızca dileklerim, umutlarım ve tabii bir de dualarım.

Belki sürekli olarak bununla yatıp bununla kalkmıyorum ama acı haberleri okudukça, değişimleri gördükçe kendimi çok çaresiz hissediyorum. Hala çözüm bulmamış olmak da içimi daraltıyor. Enseyi tamam karartmak istemiyorum ama çok geç kalmadan da onların ve tüm sevdiklerimin güvenliği, sağlık, mutluluk ve huzuru için kendimce bir yol bulmalı daha huzurlu hissetmeliyim diye düşünmeden de edemiyorum işte. Çözümler ancak başka baharlarda bulunabilecek gibi. Bugün elimde kalan yalnızca dileklerim, umutlarım ve tabii bir de dualarım.
Olaylara ve yaşantılarımıza bir üst ölçekten baktığımızda
sıkıntı yine devam etmekte: Daha önceden yazmıştım, hatırlayanlarınız belki
vardır. Farkında olalım ya da olmayalım başkalarının tasarlamış olduğu
hayatları yaşamaktayız. Yani aslında bırakın hayatlarımızı beyinlerimiz bile
özgür değiller. Bugün maalesef tüm gençlik ve hatta neredeyse tüm toplum
depolitize edilmiş durumda. Dahası olmamış olanlar da sindirilmiş,
sessizleştirilmiş durumda. Tüketime odaklanmış, kaliteli kitap, şiir ve müzik
yoksunu bir toplum hedeflenmiş ve kötüsü başarılmış durumda.
Tüm dünya için
cahilleştirme, sıradanlaştırma ve bizimkine ilave yeşilleştirme gayet başarılı
bir şekilde uygulanmış ve uygulanmaya her daim devam ediliyor. Kimseler kafasını
kaldırmasın, farklı yollara sapıp, hayaller kurup, bu düzenden ayrılmaması için
günlük bazen ufak bazen ise yüksek dozlarda endişe kapsülleri verilmeye
başlanmış. Yalan değil hepimiz geleceğimiz için endişeliyiz. Geleceğimizi
garanti altına almaya çalışıyoruz. Çocuklarımız için en iyi okulları seçmek
için uğraşıyoruz. Yılda zaten bir kere tatilim var, en iyisi olmalı diyoruz.
İyi bir evde oturmak, güzel eşyalar sahip olmak istiyoruz. Çeşit çeşit markalar
için harcadığımız zamanları ve paraları düşünün. Endişe, sürekli endişe şırınga
ediliyor bizlere. Hayatlarımız endişelerimizi gidermek için yaptığımız
uğraşlarla geçip gidiyor. Kullandığımız arabanın markası, evimizin bulunduğu
semt, çocuğumuzu gönderdiğimiz okul bizlerin başarısını ölçer kriterler olmuşlar.
Tek kriter maddiyat nasıl olabilir? Kriterler bu olunca bir optimizasyon da
sağlanamıyor işte. Varımızı yoğumuzu çocuğumuzun okuluna gömüp yalancı bir
fedakarlığın sağladığı his ile kendi mutluluklarımızı minimize edebiliyoruz.
Oysaki amaç ailenin mutluluk optimizasyonu olması gerekmez mi? Yaratılan
kişisel milatlar içimizdeki bu eksikliklerden değil mi? Kaçımız aslında
aldığımız bir gömlek, gittiğimiz bir kurs ya da okuduğumuz bir kitap ile yeni
bir başlangıç yapmak istiyor ama her defasında aslında duvara toslayıp
kendimizi kandırdığımız gerçeği ile yüz yüze gelmiyoruz.

Düşünün ki sosyal medyayı kullanan bizler, ne zaman ve neden
nickname kullanacak kadar çekingen ve mesafeliyken bugün bu kadar tüm
hayatımızı paylaşır ve dahası paylaşmaktan keyif alır ve bunun için çaba sarf
eder olduk? Aslında her birimiz büyük bir oyunun yalnızca küçük birer
parçalarıyız. Biliyorum kulağa çok komplo teorisi gibi geliyor ama aslında amaç
hiçbir zaman bizim sisteme ulaşmamız olmamıştı, sistemin bize ulaşabilmesiydi.
Bugün artık kullandığımız sosyal medya ve medyayı kullandığımız araç ve
gereçler sayesinde, ne içiyor, ne tüketiyor, hangi kitapları okuyor, ne zaman
nereye gidip, ne kadar kalıyor, ne konuşuyor ve hatta ne düşünüyor, hayata
nasıl bakıyoruz hep ama ama hep biliniyor. Gerçekleştirilen ve geliştirilen tüm
pazarlama, satış ve yönetim stratejileri aslında hep iplerimizi tutanların
menfaatlerine. Bir kaç hareketle altın düşebiliyor, borsa çıkabiliyor, Araplar
baharlaştırılabiliyor, depremler olabiliyor, nükleer denemeler yapılabiliyor.
Bizler mi? Kaptan mı? Yok canım, bizler yalnızca piyonlarız. Kabul etmek
gerekiyor ki bizler yalnızca matrixin birer parçalarıyız. Söz konusu matrixin
hayalini kuran kişilerin çocuk ve torunları ise bizlerin belki de yeni ya da
her daim yöneticileri, bizler farkında olalım ya da olmayalım, kabul edelim ya
da etmeyelim.
Dünyada en çok kullanılan ilacın bir anti depresan olduğunu
biliyor muydunuz? Depresyon ve stres dolu hayatlar yaşamaktayız ve
bulabildiğimiz tek çözüm maalesef kimyasallar.
Toplumumuzda bugün nice
Spartacusler, nice Voltaire’ler mevcut. Eskinin kişilerden gerçekleştirilen ve
tüm topluma mal olan kıvılcımları bugünün erkleri tarafından maalesef
parlamadan söndürülüyor. Nasıl mı? Az önce bahsettiğim endişe kapsülleri ile.
Nice Spartacus’ler daha arenaya bile çıkamadan sıradan bir Roma askerine
dönüşüyor. Bu dönüşüm o kadar başarılı ve bir o kadar sistematik ki takdir
etmemek ve kaderimiz için acı duymamak içten değil.

Kendimi düşünüyorum mesela. İçimde biliyorum ve hissediyorum
1000 Spartacus yatıyor. Bir kalksa ne de güzel olacak ama sürekli pinekleyip
duruyor işte. Kaldır kaldırabilirsen. Miskin miskin tembellik yapıyor zar. Ne
Voltairevari düşünceler gelip geçiyor. En az Da Vinci kadar mühendis olduğumu
da biliyorum. Buradaki en az kelimesi sonrasında da ufak at da civcivler yesin
demek istedim bir anda. Ama işte ne bedenen ne de ruhen rahatlayıp da
fikirlerimi hayata geçiremiyorum, hatta çoğu kere fikirlerimi odaklamayı bile
başaramıyorum. Ben de Newton gibi ağaç altında yatıp, keyif çatmak ve bir
şeyler keşfetmek isterdim. Ya da ne bileyim hamamda keyif yapıp, sonrasında
Evreka diye bağırarak koşup çıkmak isterdim.

Bir şeyler keşfedebilmek için çalışmanın, öğrenmenin, deneyimlemenin, yaratıcı olmanın yanı sıra ruhsal ve fiziksel bir detox da gerekiyor bence. O kadar yorulmuş, o kadar kirlenmiş, o kadar stres yüklüyüz ki yeni bir şeyler ortaya çıkarıp, fikirler geliştiremiyoruz atamıyoruz. Daldığımız, bizi sürekli tüketen, alışageldik hayatlarımızı yaşamaya devam ediyoruz.

Bir şeyler keşfedebilmek için çalışmanın, öğrenmenin, deneyimlemenin, yaratıcı olmanın yanı sıra ruhsal ve fiziksel bir detox da gerekiyor bence. O kadar yorulmuş, o kadar kirlenmiş, o kadar stres yüklüyüz ki yeni bir şeyler ortaya çıkarıp, fikirler geliştiremiyoruz atamıyoruz. Daldığımız, bizi sürekli tüketen, alışageldik hayatlarımızı yaşamaya devam ediyoruz.
Yazılarımı takip edenlerin hatırlayabileceği üzere; hava
kabarcıkları benim sevdiğim ve sürekli kullandığım bir tamlamadır. Azot sarhoşu
olduğun zaman yön duygun yok olur ve yüzeye çıktığını sanarak derinlere doğru
gitmeye başlarsınız. Yanlış yola hem de çok yanlış bir yola sapmak bu olsa
gerek. Zaten bu duruma derinlik sarhoşluğu da denir. Deep blue filmini
seyredenler ne demek istediğimi hemen anlayacaklardır. Güzel bir filmdi. Tek
kurtuluş hava kabarcıklarının gittiği yöne gitmek olmalı ki çoğu kere maalesef
bu sarhoşluğu yaşayanlara sanki hava kabarcıkları derinlere gidiyormuş gibi
gelir. Yani yanlış yol karşına doğru yol olarak çıkar. Bir kaç metre yükselsen
zaten sorun kalmayacak, sarhoşluk pat diye yok olacak, şaka gibi bir şey ama
kabarcıkları takip etmez de yükselmezsen derin mavi ebedi istirahat edeceğin
yer haline gelir bir anda. İşte bu
nedenle zor ve ters bile olsa kurtarıcıdır hava kabarcıkları. Diyeceğim o ki
hayatlarımızda hava kabarcıkları bile kalmamış adeta bizlere yol gösterici ve
dahası kurtarıcı.

Ne zamandır istediğim bir eve taşınmak, yine istediğim bir
hayatı yaşamak istiyorum ama iş ciddi planlamaya gelince hemen bu hayallerime
bir son veriyorum. Başlıyorum elimde olanların artılarını yazmaya. Hayalini
kurduklarımın birden hiç düşünmediğim kadar eksileri gözümün içine kadar
girmeyi başarıyor. Üzümün sapı, armudun çözü derken bir anda mevcut sisteme
yine dönüş yapıp duruyorum her seferinde. Amaç, hayal, istek, donanım tabii ki
olmalı ama başka bir şey daha olmalı. Başlayabilme cesareti. İlk adımı atabilme
çılgınlığı.
Endişe kapsülü problemini incelediğimiz zaman aslında problemin ikiye ayrılması gerekliliği de ortaya çıkıyor: Toplumsal ve bireysel etkileri. Toplumsal etkilerinde ilk göze çarpan başarıyla uygulanmış ayrıştırma ve yok etme stratejisi. Aynı geçmişe sahip insanlar bile ayrıştırılabiliyorlar. Tarih boyunca insanlığı birleştirmek için ortaya çıkan dinler, ideolojiler ve felsefe akımları bile başka bölünmelere, başka kamplaşma ve kutuplaşmalara, yeni yeni kavga ve uyuşmazlıklara yol açmışlardır. İlahi güce inanan çeşitli dinlere mensup olanlar, mabetlerini ve kutsal kitaplarını farklılaştırmışlar, bununla da yetinmeyerek, mezarlarını bile ayırmışlar, cennet ve cehenneme bile kimin gideceğini söyleme cesaretini göstermişlerdir. Daha ne kadar ileri gidilebilir ki! Keşke bu oyunlara hiç gelmemeyi başarabilsek.
Bireyselliğe bakacak olursak herkesin hayatı benzer de olsa,
şartları ve sahip oldukları açısından kendi mikro dünyamız da kendine göre. Bu
nedenle herkes kendisi için en iyi yolu yine kendisi bulacaktır. Burada önemli
olan nokta endişelerimizin yol açtığı hayat tarzlarımızı hata olarak görmememiz
gerekliliği. Daha doğrusu bunun alışkanlık mı tercih mi olduğunu fark
edebilmemiz gerekliliği. Her sabah uyandığımızda bu tercihle uyanıyor ve bizim
için en doğru olanın bu olduğuna karar verebiliyorsak sorun yok aslında. Yok
eğer uyuşmuş olduğumuzdan neden bu tercihi bile yaptığımızı unutup aynı ezbere
hayatı yaşıyorsak bir problem olduğunu bilin o zaman.

Kilit farkındalık noktanız ise hayalleriniz olsun. Eğer hayalleriniz var ise doğru yoldasınız demektir. Unutmayın ki tercihler hep üç boyutludur. Tercih varsa hayal de olmalı. Hayal yoksa artık uyuşmuşluktan bu hayat devam ediyordur. Tercihlerimin hayal dünyama giden yollar olması benim sürekli dileklerimdendir.
Bununla beraber siz siz olun kişilik alanlarınızı yaratın ve sahip çıkın. Kurmuş olduğunuz empatinin fazlasının sizden götürdüğünü bilin. Kendinize zaman ayırın. Hobiler edinin. Bol bol hayaller kurun ve bu hayallerinizin peşinden koşun. Kendinizin değerini bilin. Sizden bir tane daha yok bu dünyada. Kendinizi sevin ve dahası gurur duyun. Mutluluğunuz varsa sıkıca sarılıp nedenini düşünmeden, sorgulamadan tadını hem de sonuna kadar çıkarın. Size heyecan veren, hayatınıza neşe ve anlam katan ne varsa düşünmeden peşinden gidin hatta koşun. Unutmayın bu dünyaya yalnızca bir kere geliyoruz.

Hayat bizlerin hayatları olmalı. Nasıl olacağına ilişkin kararı da bir başkası bizim adımıza değil, ancak bizler verebiliriz. Her vazgeçiş bir devrimdir. Kabullenmeyin, devrimci olun. Sahip olduklarımız bize değil,bizler onlara sahip olalım. Tüm endişeleri gelişmemiz için gerekli olan hediyeler olarak görün, onları reddetmeyin, görmemezlikten gelmeyin, sevgi ile kabul edin. Cesaretle yüzleşin. İçinizdeki güce ve nüveye güvenin ve vasatlaşmayın. Kimsenin hayallerinizi yok etmesine izin vermeyin. İrade gösterin. Hayatınızın gidişatını elinizde tutun, kaptan olun, kendi kendinizin efendisi olun. Ancak ondan sonra toplumsal düzelme başlayabilir.

Kilit farkındalık noktanız ise hayalleriniz olsun. Eğer hayalleriniz var ise doğru yoldasınız demektir. Unutmayın ki tercihler hep üç boyutludur. Tercih varsa hayal de olmalı. Hayal yoksa artık uyuşmuşluktan bu hayat devam ediyordur. Tercihlerimin hayal dünyama giden yollar olması benim sürekli dileklerimdendir.
Bununla beraber siz siz olun kişilik alanlarınızı yaratın ve sahip çıkın. Kurmuş olduğunuz empatinin fazlasının sizden götürdüğünü bilin. Kendinize zaman ayırın. Hobiler edinin. Bol bol hayaller kurun ve bu hayallerinizin peşinden koşun. Kendinizin değerini bilin. Sizden bir tane daha yok bu dünyada. Kendinizi sevin ve dahası gurur duyun. Mutluluğunuz varsa sıkıca sarılıp nedenini düşünmeden, sorgulamadan tadını hem de sonuna kadar çıkarın. Size heyecan veren, hayatınıza neşe ve anlam katan ne varsa düşünmeden peşinden gidin hatta koşun. Unutmayın bu dünyaya yalnızca bir kere geliyoruz.

Hayat bizlerin hayatları olmalı. Nasıl olacağına ilişkin kararı da bir başkası bizim adımıza değil, ancak bizler verebiliriz. Her vazgeçiş bir devrimdir. Kabullenmeyin, devrimci olun. Sahip olduklarımız bize değil,bizler onlara sahip olalım. Tüm endişeleri gelişmemiz için gerekli olan hediyeler olarak görün, onları reddetmeyin, görmemezlikten gelmeyin, sevgi ile kabul edin. Cesaretle yüzleşin. İçinizdeki güce ve nüveye güvenin ve vasatlaşmayın. Kimsenin hayallerinizi yok etmesine izin vermeyin. İrade gösterin. Hayatınızın gidişatını elinizde tutun, kaptan olun, kendi kendinizin efendisi olun. Ancak ondan sonra toplumsal düzelme başlayabilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)