Bu Blogda Ara

11 Ağustos 2011 Perşembe

Tasarlanmış bir imparatorluk: Amerika Birleşik Devletleri 2


Cumhuriyetten İmparatorluğa giden yolda, emperyalizmi yönetebilmek

Amerika başkanı dünyadaki en önemli siyasi lider. Bunun nedeni basit: Ekonomik ve askeri politikaları dünyadaki her insanın hayatını şekillendiren bir ülkeyi yönetiyor.Amerika başkanının eşsiz konumu ve etkisi, fetihlerin, planların veya kutsal emirlerin sonucu değildi. Bu, sadece Birleşik Devletler’in dünyadaki tek küresel askeri güç oluşu sayesinde gerçekleşti. Ayrıcı ABD ekonomisi ikinci sırada gelen bağımsız ekonomiye göre üç misli hacimdi. Bu gerçekler ABD’ye, nüfusuna ve büyüklüğüne veya onu haklı ya da temkinli olarak düşünen birçoğuna göre fazla orantısız bir egemenlik veriyor. Ama Birleşik Devletler bir imparatorluk olmaya niyetlenmemişti. Bu istem dışı düzen, çok azı Amerikalıların kontrolünde olan olaylar sonucunda gerçekleşti.

Amerikan ekonomisi bir girdap gibi her şeyi merkezine çekiyor ve onun küçük anaforları küçük ülkeleri yıkabiliyor veya zengin edebiliyor. ABD ekonomisi iyi gittiğinde bütün makineyi çalıştıran motor olurken; teklediğinde bütün makine bir anda bozulabiliyor. Dünyayı bu kadar derinden etkileyen veya böylesine etkili şekilde bir araya getiren başka bir ekonominin olmaması işte onları bu şekil büyük kılıyor.

ABD gücünün çekirdeği (şu anda ne kadar hasarlı görünse de) ekonomiktir ama bu ekonominin arkasında duransa büyük bir askeri kudrettir. Roma’nın lejyonları gibi, Amerikan birlikleri önceden dünyanın dört bir yanına yerleştiriliyor ve olası tehditleri, henüz ciddi bir tehdit halini almadan çok önce dağıtılmasını sağlıyorlar.

Cumhuriyetten İmparatorluğa giden yolda, emperyalizmin etkili yönetilebilmesi için, Friedman, 3 başkanın örnek alınması gerektiğini ısrarla kitabında tavsiye etmekte.

Abraham Lincoln sıkı bir kandırmaca programı başlatarak ve sivil özgürlükleri ezerek Birlik’i korudu ve köleliği kaldırdı. Sınır eyaletlerinin sadakatini sağlamak için 1858’deki büyük tartışmalarda da görüldüğü üzere köleliği kaldırma niyetini hiç sahiplenmedi. Bunun yerine gerçeği gizledi, köleliğin güneyden öteye yayılmasına karşı olduğunu iddia ederken köle sahipliğinin zaten yasal olduğu eyaletlerde köleliği kaldırmaya niyeti olmadığını söyledi.

Yetmiş beş yıl sonra benzer bir  ciddi kriz sırasında, Franklin Roosevelt yapılması gerekeni yaptı ve onun liderliğini izlemeye henüz hazır olmayan bir halka yalan söyleyerek amaçlarını sakladı. Fransızlara silah satışını gizlice organize etti ve Winston Churchill’e İngiltere’ye erzak götüren ticari gemilerin ABD donanması tarafından korunacağı konusunda taahhüt verdi, tarafsızlığın açıkça ihlaliydi bu.

Lincoln gibi Roosevelt de ahlaki değerlerle harekete geçiyordu. Bu, küresel stratejiye uygun bir ahlaki vizyon demekti.

Ronald Reagan da ahlaki değerleri hedef alan acımasız bir yol izledi. Hedefi, şeytanın imparatorluğu dediği Sovyetler Birliği’ni yok etmekti ve bu yoldaki çabalarını Sovyetler’in bunu karşılayamayacağını bildiği için kısmen silahlanmayı hızlandırarak sürdürdü. 1983’de Grenada’yı işgal etti ve Nikaragua’da Marksist hükümete karşı savaşan asileri destekledi. Bunun neticesinde özellikle bu tür girişimleri önlemek için tasarlanmış bir yasayı baypas ederek, inceden inceye hazırlanmış hileli bir manevrayla İsrail’i, Irak’la savaşan İran’a silah satması için destekledi ve elde edilen kazancı Nikaragualı asillere yönlendirdi. Reagan’ın Afganistan’da Sovyetler’le savaşan Müslüman cihatçılara olan aktif desteğini de unutmamalıyız.

İlk yapılması gerekli olan o halde, küresel stratejiye uygun bir ahlaki vizyon geliştirmek ve bunu uygulamak için gerekirse Makyavelci Başkan olmayı bile kabullenebilmek.

Lord Palmerston
Cumhuriyetten İmparatorluğa giden yolda, emperyalizmin etkili yönetilebilmesi için ikinci uygulama adımı zaten çok tanıdık. Britanya İmparatorluğu zirvedeyken, Lord Palmerston şöyle demişti: “Şu veya bu ülkeyi İngiltere’nin sonsuz müttefiki veya ebedi düşmanı diye nitelendirmek sığ bir politika. Sonsuz müttefikimiz veya ebedi düşmanımız yok. Çıkarlarımız sonsuz ve ebedi ve bizim görevimiz bu çıkarları gözetmek.” Başkanın gelecek on yılda kurumsallaştırması gereken işte bu tür politikalar.

Gelecek on yıldaki başkanlar geçen on yılda ortaya çıkan tehditlerin anormal olmadığını onaylayan bir strateji yaratmalılar. Stratejik hedef, dünyanın herhangi bir köşesinde Birleşik Devletler’e meydan okuyabilecek bir gücün ortaya çıkmasını önlemek olmalı.

Her şeyin bir veya birkaç küresel tehdidin etrafında döndüğü dönem sona erdi. Avrupa’da güç dengesi Asya’nınkiyle yakından bağlı değil ve Latin Amerika’daki barışı koruyan güç dengesinden farklı. Yani artık dünya ABD için, İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş’ta olduğu kadar tehlikeli değilse de çok daha karmaşık.

Duygusuz bir dış politikanın anlamı, gelecek on yılda başkanın açık ve soğukkanlılıkla en tehlikeli düşmanlarını tanıması, sonra da onları yönetmek için birlik oluşturması gerektiğidir. Bu duygusuz yaklaşımın anlamı NATO, IMF ve Birleşmiş Milletler de dahil olmak üzere Soğuk Savaş sisteminin ittifaklarından ve kurumlarından kurtulmaktadır.

Ortalık eğer bu stratejiler dikkate alınırsa oldukça karışacak gibi. Yakında belki de ne NATO kalacak, ne IMF ne de Birleşmiş Devletler.

Yeni çıkarlar ve bu çıkarlara ulaşılabilecek yeni yol arkadaşları belirlenecek ve yeni birliktelikler bu doğrultuda atılacak. Sözü son zamanlarda sıkça edilen, Polonya, Türkiye ve Birleşik Devletler yakınlaşması da bu bağlamda zaten düşünülmeli.

Amerikan başkanlığını ülke içinde zayıf ama ABD dışında çok güçlü bir yönetici olarak hem diktatörlüğe hem de aristokrasiye alternatif olarak yarattılar. Anayasa içi iş yerini idare edilemez bir Kongre ve neredeyse anlaşılamaz bir Yüksek Mahkeme tarafından kısıtlanmış bir yönetici yönetiyor. Ekonomi yatırımcılarının, yöneticilerin, tüketicilerin ve ABD Merkez Bankası’nın ellerinde. Eyaletler büyük güce sahip ve sivil toplumun çoğunluğu başkanın kontrolü dışında. Belki de Birleşik Devletler kurucuların daha en başından beri istedikleri de buydu. Ülkeye başkanlık yapacak ama hükmetmeyecek biri. Ancak, ABD dünyayla dış politika yüzünden karşı karşıya gelince Beyaz Saray’da yaşayandan daha güçlü kimse yok.

Başkan Clinton 1999’da Yugoslavya’yı bombalamaya ve başkan Reagan 1983’te Grenada’yı işgal etmeye karar verdiğinde, Kongre istese de onları durduramazdı.

Nicolo Machiavelli
On altıncı yüzyılda Makyavel şöyle yazmıştır: “Her ülkenin, yenileri olduğu kadar eski ve bileşik ülkelerinde temeli iyi yasalar ve iyi silahlardır. İyi silah olmadan iyi yasa olamaz ve iyi silahların olduğu yere kaçınılmaz olarak iyi yasalar da gelecektir.”

Bir başkanın sahip olabileceği en büyük erdem, gücü anlamaktır. Başkanlar filozof değildir ve güç kullanmak soyut bir kavram değil uygulanan bir sanattır. Sadece başkana değil, ülkeye de acı getirir. Makyavel’in dediğe gibi, “Gerekli her alanda erdemli davranmak isteyen adam, erdemli olmayanların arasında acı çeker.”


Ne yapılabilir ne edilebilir bilemiyorum. Bilsem de yapar mıydım emin olamıyorum.

Göz göre göre, herkes neredeyse biliyorken (aynı Marquez’in Kırmızı Pazartesi kitabındaki gibi) ve daha güneş batmamışken (hani sanki batsa çok fark eder de)gazeteci öldürülüyor. Yapan belli, azmettiren belli ve cezaevinden tetikçinin ne zaman çıkacağı da belli. Sesi çıkanın sessizleştirildiği bir dünya düzeninde kahraman olmak ister miydim, bilemiyorum ve büyük ölçüde sanmıyorum. İşte bu nedenle bilemiyor olmanın büyük rahatlığını ve keyfiyetini sürüyorum kendim ve ailem adına.

Bir sonraki yazımda gelecek on yılı şekillendirecek iki olaydan bahsedeceğim. Daha doğrusu yazarın düşüncelerini aktaracağım.

0 yorum:

Yorum Gönder