Ben oldum olası kitapları çok sevmişimdir. Yalnızca okumasını değil bizzat kendilerini de. Mümkün olduğunca ödünç kitap almak ve okumak yerine satın almam ve sonrasında okuduğum (ve alıp henüz okumadığım) kitapları yanımda tutmam bundan olsa gerek. Onların varlıkları beni mutlu eder. Evimizdeki değişiklikler 1 - Her şey oğlum için yazımda da belirtmiş olduğum gibi kitaplarımı ve onlara olan düşkünlük ve hassasiyetimi oğluma göstereceğim belki de en önemli hayat dersi olarak görüyorum. Kitaplarımdan kaç tanesini kendine ayırır, ayırdıklarının kaç tanesini okur bilemiyorum ama ben kendime göre ona oldukça güzel bir arşiv bırakacağımı düşünüyorum.
Bu yönden kendimi hep çok şanslı görmüşümdür. Çok küçük yaşlardan bu yana kitap okumayı hep çok sevmiş ve mümkün olduğu kadar da çok okumaya gayret etmişimdir. Bazen bu sayede filozoflarla sohbet etmiş, bazen peygamberlerle ve hatta Tanrılarla konuşmuş, bazen ülkeleri gezmiş, bazen savaşlar öncesinde kralların neler hissettiklerini öğrenmiş, bazen de insanların düşünsel dünyalarında yolculuklar yapmışımdır. Kimisinden az keyif almışımdır, kimisinden çok keyif almışımdır. Evet okuduğum kitaplarla yeni hayatlar kur(a)madım kendime, ya da yalnızca okuduğum için toplumsal bir hareketin parçası da olmadım. Ama çoğunda birçok soruma cevaplar bulabildim. Onlar benim basit yol göstericilerim, sessiz öğretmenlerim oldular.
Günümüzün hızlı ve bilgiye çok kolay ve ucuz erişilebilir dünyasında bile kitaplar, en azından benim için, yerlerini ne bilgisayara ne de televizyona kaptırmamışlardır. Onlar aslında kanımda yok edilme korkusu olmadan, lay lay lom dolaşan bir virüs ya da bakteri gibiler. Oğlumun bugün oyuncaktan daha çok kendine ait kitapları var. Resimlerine bakmayı, onları boyamayı, ya da üzerlerine bastığında sesler çıkarmalarını seviyor. Bir kere o selüloz yığınının tadını alması çok önemli. Bir kere aldı mı kolay bırakılamayacak bir keyiftir kitap.
Muhteşem Cin Ali serisini bir kenara bırakacak olursak ilk okuduğum kitaplardan Afacan Beşler ve Gizli Yediler’i hala hatırlarım. İkisinin de yazarı İngiliz çocuk kitapları yazarı Enid Mary Blyton’dur. İlkokulun ilk yıllarının yaz döneminde okuduğumu bile hatırlıyorum. Büyük keyif ve merakla okumuştum her iki kitabı da. Aynı yazarın diğer bir ünlü kitabı olan Yaramaz Kızlar’ı ise kendimle bağdaştıramadığımdan almamıştım bile. Belki de okuduklarımdan, kendi hayatımdan bölümler bulamayacağımı düşünmüştüm. İnsanoğlu aslında –tabii bence – farkında olsunlar ama olmasınlar oldukça bencil yaratıklar ve aslında okumak istedikleri yalnızca kendi hayatları.
Hepsi birer ayrı ayrı hikaye olan kitaplardaki asıl hikaye, kitabı o anda nerede ve hangi şartlarda okunursa okunsun, okuyan insanın hikayesidir. Kitap yalnızca bir araçtır. Zihninizin sizin bile unuttuğunuz en ücra köşelerine yaptığınız yolculuklardır kitap okumak. Okunan ne kadar keyifli olur ise olsun, en azından büyük bir bölümü bir, bilemedin bir kaç hafta içerisinde unutulacaktır. Önemli olan zaten okunan satırlar, ezberlenen cümleler değildir. Bunlar geride kalması gereken tortular, atılması gerekli olan safralardır ancak. Kitap okuma da önemli olan beyninizin, zihninizin bu sayede tetiklenmesi ve bu tetiklenme sonucu olarak üretilen düşünceler, fikirler ve hayallerdir. İşin ilginç, rahatlatıcı, ve muhteşem olan noktası ise yaratılan tüm düşünce, hayal ve fikirlerin okunan satırlardan bağımsız olabilmesidir. Kitap her bir okuyan ayrı bir hikayedir aslında. Kitap kişiselliktir. Kitap kendi iç dünyana yaptığın yolculuğun altın anahtarıdır. Kimsenin bilmediği sığınağındır. İnsanlardan, olaylardan, dertlerden veya seni rahatsız eden ne ise ondan bir kaçıştır.
Üstelik birleştirici bir tarafı da vardır. Kişisel olduğu kadar aynı zamanda insanlığın da hafızasıdır kitaplar. Paylaşmaktır. Hissedilenin, yaşanmışlıkların, mutluluk ve zorlulukların başkalarına şartsız olarak bildirimleridir.
Stefan Zweig kitapları, günlük yaşamın altında ezilen ruhunu çekip kurtaran Tanrı mıknatısları olarak tanımlar. Ona göre kitaplar insan ruhunun karanlığını aydınlatan araçlardır. Sonsuzluğun bu küçük parçaları olan kitaplar, yan yana ve suskun, evimizin duvarına sıralanmış öyle dururlar. Fakat bir el ne zaman onları çekip alsa, yürek bize dokunsa, mekânları kırıp parçalar, çılgınca ileri atılan bir araba gibi bizleri sonsuzlara taşırlar. Tanımdaki, anlatımdaki şiirsellik gerçekten de büyüleyici.
Sunay Akın’ı çok severim. Tanısa eminim o da beni çok severdi. Aslında birgün bir yazımı yalnızca ona ayırmak çok isterim. Usta olmak kolay değil bakın benim neredeyse bir sayfa tutan yazdıklarımı o bir paragraf ile nasıl da güzel özetlemiş: “Zeynep Değirmencioğlu'nun Türk filmlerinde oynadığı Ayşecik'i eğitmek için, piyano hocaları tutulurdu ona yemek yemeyi öğretirlerdi, bir de dik durabilsin diye başına kitap koyup yürütürlerdi. Ben o zamandan sonra anladım ki, kitap insana hayatta doğru yürümesini öğretir”.
Italo Calvino kitapları okuduğun kitaplar ve okumadığın kitaplar (okumana gerek olmayan kitaplar) olarak iki bölüme ayırır. Bu kadar satır kitaplar hakkında bu methiyeleri yazmamın tek nedeni yalnızca onları çok sevdiğimi sizlere anlatmak değildi.
Bazı kitapların yalnızca tadına bakılmalı, bazıları hap gibi yutulmalı, bazıları ise ağır ağır, sindirilerek okunmalıdır. Bir kitap okuyorum ve büyük ama büyük keyif alıyorum. Her satırında kendimi buluyorum. Her cümlesinde pişmanlıklarımı görüyorum. Her kelimesine imzamı atabiliyorum. Bazen yalnızca tadına bakıyorum, bazen de hap gibi yutmaya çalışıyorum. Biliyorum bitirsem de tekrar tekrar alıp okumaya devam edeceğim ta ki yeterince sindirene kadar.
Yılmaz Özdil’in İsim, Şehir, Hayvan adlı kitabını herkese tavsiye ederim.
Kitapta hayranlık uyandıran o kadar çok nüve var ki hangisini öne çıkarmam gerekiyor onu bile bulabilmiş değilim. Ama yine de bana göre çok çarpıcı olan 3 noktayı sizlerle paylaşmak isterim.
Öncelikle konulara, olaylara farklı gözle, farklı açılardan bakabilmesinde ki başarı. Ortada, herkesin görebildiği bir olaya bu kadar farklı bir yaklaşımda bulunması, yaratıcılığının da ne kadar da üstün olduğunun en büyük göstergesi. Ceviz Ağacı’na bakarsınız tek bir ceviz dahi görmeyebilirsiniz. Sonra bir adım sağa, ya da bir adım sola kayarsınız ki tüm cevizler ortaya çıkar. Önemli olan bulunduğunuz, baktığınız yerdir. Seth Godin gibi Yılmaz Özdil hep doğru yerde ve hep doğru açıdan bakabilmekte. Keşke Fenerli’de olmasaydı.
Bir diğer özelliği faklı açıdan baktığı konuları o kadar yalın, o kadar sade, o kadar kolay anlaşılabilir satırlar yazıyor ki basitliğin neden bu kadar zor ama aynı zamanda bu kadar muhteşem olduğunu kanıtlıyor her bir yazısında.
Son, ancak bir o kadar da önemli nokta da cesareti. İçinde bulunduğumuz konjonktürde, bu kadar içinden geldiği gibi, bu kadar müdanasız, yalnızca hissettiklerini, yalnızca fikirlerini, yalnızca düşüncelerini yazabiliyor olması, bende büyük bir hayranlık uyandırıyor. Korkusuzca ve büyük bir cesaretle adeta meydan okurcasına yazabiliyor olması ve bunu kapalı küçük bir zümreye değil de milyonlara yapabiliyor olması yalnızca hayranlık duymama değil aynı zamanda kendimi sorgulamamı da sağlıyor. Günümüzün artık her türlü menfaatin hiçbir çekinme olmadan, adeta kör gözüne parmak sokulacak bir tarzda sunuluyor olmasına tüm dürüst insanlar adına bayrak açıyor olması onu ve yazdıklarını çok daha da önemli ve ayrı kılıyor.
Tek kitaplı insanlardan korkmak gerekir ama mutlulukla ifade etmeliyim ki Yılmaz Özdil’in bu yönde attığı tek bir geri adım bile yok.
Fransız düşünce hayatının büyük yazar ve filozoflarından Voltaire, yabani uluslar dışındaki her ülke kitaplar tarafından yönetilir demiş bundan yüzyıllar önce. Sonrasında da zaten Fransız Devrimi gelmiş. Umarım ve dilerim ki bu düşünsel evrim bizim toplum için de bir gün gerçekleşir.
Biliyorum bugün çok alıntı yaptım ama son bir alıntı ile yazımı bitirmek istiyorum. İngiliz filozof ve sosyolog olan Herbert Spencer, bir insanın değerinin okuduğu kitaplarla ölçülebileceğini söylemiş.
Yılmaz Özdil’in İsim, Şehir, Hayvan adlı kitabını okuyun. Kendinizi değerli hem de çok değerli hissedeceksiniz.
0 yorum:
Yorum Gönder