Kurgunun merkezinde, 4000 sayfa boyunca adı ancak bir ya da iki kere geçen Marcel adlı başkahraman yer alıyor. Bir yazar olmak istiyor, ancak hayatının "belleğini" bulmakta güçlük çektiğinden bir türlü oturup yazamıyor. Yazarlık serüveni yedi cilt boyunca sürüyor. Bir noktada yazma işinden büsbütün vazgeçmeye karar veriyor. Eserin sonlarına doğru "belleğini" kazara buluyor ve yazmaya başlayabiliyor. Ancak bu da düşündüğü kadar hoş bir şey olmuyor. "Gerçek cennetler, unuttuklarımızdır" diyor.
Babası Achille Adrien Proust, Avrupa ve Asya'da koleranın nedenlerini ve yayılmasını araştırmakla görevli bir patolog ve epidemiyoloji uzmanı. Oğlundan çok daha fazla kitap yazmış başarılı ve zengin bir doktor. Annesi Jeanne Clémence Weil, Alsace'li zengin ve yüksek kültürlü bir Yahudi ailenin kızı.
Hastalık ve korkularla dolu geçen bir hayat, astım hastalığı, beslenme ve sindirim problemleri, takıntılar, cilt duyarlılıkları, sürekli üşümeler, yükseklik, fare ve diğer fobileri, öksürükleri, sürekli yatakta zaman geçirmesi ve diğer hastalıkları. Tüm bunlara çevresindekilerin inanmaması ve onun hastalık hastası olduğunu düşünmeleri ve tüm ömrü boyunca devam eden sağlıksız aile ilişkileri. Yıllarca sürecek bir hastalık izni ile sözde kütüphaneci bir eşcinsel. Eşcinsellik temasını eserlerinde açıkça ve uzun uzadıya işleyen ilk Avrupalı romancı.
Son üç yılını büyük ölçüde yatak odasında geçiren bir milyoner, bir mirasyedi. Gündüzleri uyur, geceleri romanını tamamlamak için çalışırdı. 1922 yılında zatürreye yakalanıp, akciğer apsesinden öldü. Yaşarken edebiyat dünyasının yarısı onu çok parlak bir yazar, diğer yarısı da okunamayacak kadar ağır bulmakta idi.
“ ... Okuma süreci içinde her okuyucu aslında kendini okur. Yazarın ürettiği yapıt bir optik araç görevi görür yalnızca. Böylece okuyucu, o kitabı okumadan belki de asla farkına varamayacağı şeyler keşfeder kendi içinde. Okuyucunun, okuduğu kitap sayesinde kendi kendinin bilincine varması, kitabın gerçekliğinin bir kanıtıdır” saptaması bugün yazacağım konunun da nedeni oldu aslında.
İnsanlar şu anda yapmakta olduğum paylaşımlara girdiklerinde (blog, twitter ...) algıları oldukça açık olmaya başlıyor. Okudukları, dinledikleri, gördükleri her şeyden bir şeyler çıkarmaya ve bunları paylaşmaya başlıyorlar. En azından ben de süreç bu şekilde gelişti.
Dün akşam Alain de Botton’un Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir adlı kitabını okuyordum, eşim ise Yetenek Sizsiniz adlı yarışma programını seyrediyordu bir yandan çekirdek çitleterekten. Bu arada onun kadar hızlı çekirdek çitleten bir insan olabileceğine inanmıyorum, hani belki annesi onunla yarışabilir ama hepsi o kadar. Evde bazen ender de olsa toplu olarak film seyrederken en büyük kabusum onların birlikte çekirdeklerini çitlemeleri oluyor. Sabit frekans aralıklı olarak gürültü çıkarmaya, büyük bir keyifle devam etmeleri, ne film seyretme zevki bırakıyor ne de sinir. Derken birden “Eğer bir şansım olsaydı Türkiye’den Beyazıt Öztürk ve Süreyya Ciliv ile yurt dışından ise Steve Jobs, Alain de Botton ve Seth Godin ile tanışmak ve onlarla sohbet edip, tanımak isterdim” dedi.
Seth Godin |
Ben de sahip olduğum yüksek nezaketten kitaptan kafamı kaldırdım ve “hayırlısı, umarım bir gün olur” dedim. Normalde konuşmamızın bununla sonlanacağını ve benim kitabıma geri döneceğimi sanıyordum ki “ya sen” sorusu ile yanıldığımı anladım. Kafamı kitaptan bir süre kaldıramadım. Hayır sıkıldığım konu kitabımı okuyamıyor olmam değildi çünkü buna zaten alışığım ben, sevdiğim, keyif aldığım işlerle uğraşırken bölünmelerim beni artık kızdırmamakta, bu konuda bağışıklığım oluşmuş durumdadır. Beni sıkan konu bunun çok ötesinde idi. Cevabım yoktu. Ne yurt içinden ne de yurt dışından tanışmak istediğim, tanımak istediğim, konuşmak istediğim kimse yoktu. Sanki şartmış gibi sorulan bu soru canımı sıkmıştı. Eşim kitap okumaya devam etmek istediğim için bu şekilde bir cevap verdiğimi sandı ve yarışmaya seyretmeye devam etti. Bense gözlerim kitapta öyle kalakalmıştım. Neden ben kimseyle tanışmak istemiyordum?Ölüme mesela yakın olsaydım (ki uzaklığını veya yakınlığını asla bilemeyiz) hayat biliyorum kesinlikle gözüme harikulade görünüyor olacaktı. Düşünün ki kendi yaşamımız bizden neleri esirgiyor; projeler, yolculuklar, aşk ilişkileri, yapacağımız çalışmalar, hepsi gelecek günlerden emin olmanın verdiği tembellikle bulanıklaşıyor ve sürekli erteleniyor. Ama bunları asla yapamayacak olsak, herşey ne kadar da güzel olurdu! Kayıtsızlıklarımız arzularımızı öldürmekte demiş Proust. İnsanın yalan da değil diyesi geliyor. Aslında bugünleri sevmek için, felaket ya da ölüm haberlerini beklememeliyiz. Bize sonu yokmuş gibi gelen, bunun için de tad almaz olduğumuz şey aslında hayatın kendisi değil, gündelik seçmiş olduğumuz yaşamımız aslında. Ölümsüzlüğümüzden o kadar eminiz ki denemediğimiz, seçmediğimiz yaşam seçeneklerinin bizleri beklediğinin farkına bile varamıyoruz.
Konu aslında nankör olma, elindekinin kıymetini bilememe de değil. Yoksa ben sürekli Tanrı’ya teşekkürlerimi sunan ve sahip olduklarımın kıymetini bilen bir insanım. Peki ama neden ben kimseyle tanışmak istemiyordum? Cevabı aslında basitti. Ben ne zamandır robot gibi yaşamaya kendimi alıştırmıştım ve dışına çıkmaya korkuyordum. Çılgın hafta sonu kaçamakları, uykusuz işe gitmenin verdiği garip zindelik, düşünmeden atılan adımlar, sonu gelmeyen sabahlamalar, hepsi benim için çok gerilerde kalmıştı. Sabah aynı saatte kalkan (ya da kalkmak zorunda kalan) ve uykusunu almak için erken yatan, arada işine gidip yemek yiyen birisiydim ve yalnızca oğlumla ve eşimle ilgilenip, kitap okumak nicedir yeterli gelmekteydi. Ama hata yapıyorduk aslında, eşim de ben de. Hayat aldığın nefeslerin sayısı ile değil, seni nefessiz bırakan olayların sayısı ile ölçülmelidir derler ya sanırım ben bunu unutmuştum.
Kiminle tanışmak istediğimi hala bilmiyorum ama bildiğim bir şey var o da son zamanlarda robot gibi yaşasam da robot olmadığım. Bunu kırmanın bir yolunu bulacağım ve böylelikle çok daha mutlu çok daha huzurlu ve çok daha barışık bir hayat yaşayacağım.
Sahi bu arada siz kiminle tanışıp sohbet etmek isterdiniz?
Merhaba,
YanıtlaSilYazılarınızı keyifle okuyorum. Akıcı ve samimi... Kitap okumanın verdiği keyif gibi :)
Üzerinde epeydir düşündüğüm bir konu bu. "...Bize sonu yokmuş gibi gelen, bunun için de tad almaz olduğumuz şey aslında hayatın kendisi değil, gündelik seçmiş olduğumuz yaşamımız aslında." Haklısınız! Bazen bir kısırdöngü içinde olduğumuzu çok daha fazla hissediyorum. Umarım bunu kırmanın yolunu bulabiliriz. Bu arada, benim de aklıma tanışmak isteyebileceğim kimse gelmedi, ne fena :)
Yorumunuz için çok teşekkür ederim. İnanın çok mutlu oldum ...
YanıtlaSilGözlerimizle gördüğümüz, zekalarımızla değerlendirdiğimiz belleklerimiz bize geçmişin aslında kötü kopyalarından başka bir şey değil, aynı kötü bir ressamın kötü ilkbahar tabloları gibi.
Yaşadıklarımızı hatırlamayız bu nedenle de yaşamın aslında çok güzel olduğuna da inanmayız. Uzun zamandır unuttuğumuz bir koku ile sarhoş olabilir, ya da uzun bir süre önce kaybettiğimiz bir kişinin eldivenini bulduğumuzda göz yaşlarına boğulabiliriz. Hayatı aslında hayatın kendisi ile değil ama beynimizde geliştirdiğimiz yargılarla değerlendiririz. Sıradan olan aslında hayatlarımız değil ama belleklerimizdeki imgelerdir.
Ben bu sıralarda anı topluyorum. Topladığım anıları da fiziksel eşyalarla ilişkilendiriyorum.
Eminim yakında hem anılarım ve hem de tanışmak istediğim insanların sayısı artacak ... :-)
Bu çok güzel bir tesbit! Beynimizdeki yargılarla hayatı değerlendirdiğimiz ve yaşadıklarımızı hatırlayamadığımız için yaşamın güzel olduğuna inanmamamız... Öyleyse yeni yaşanmışlıkları da güzel anılara dönüştürürsek ve sürekliliğini sağlarsak (polyannalığım tuttu :) ) hayatı yeniden güzel olarak algılayabiliriz.
YanıtlaSilSize kolay gelsin, güzel anılar biriktirir ve güzel insanlarla tanışırsınız umarım :)