“ ...Yalnızca hastalık bile, hasta olmadığımız zaman asla farkına varamayacağımız süreçlerin farkına varmamızı, bu süreçlerin ne olduklarını öğrenmemizi sağlar. Her gece doğruca yatağına koşan, uyanıp tekrar ayağa kalkana kadar yaşamdan kopan bir adam, bırakın uyku üzerine büyük keşifler yapmayı, uyku ile ilgili küçücük bir gözlemde bulunmayı bile aklından geçirmeyecektir. Aslında o, uyuduğunun da farkında değildir. Ama birazcık uykusuzluk, uykunun değerini anlamamız açısından yararlı olacak, karanlığımıza ışık tutacaktır. Çok güçlü bir bellek, belleğin işleyişini incelemek için en iyi araç değildir...”
Proust’un düşüncesine göre, merakımızın tam olarak uyanması için bir rahatsızlık duyuyor olmamız gerekiyor. Zihinsel etkinlikleri de ikiye ayırmakta: Acı vermeyen düşünceler ki herhangi bir rahatsızlıktan doğmazlar; burada gerçek bir merak değil, insanların nasıl uyuduğunu ya da niçin unuttuğunu öğrenmek için duyulan bir istek söz konusudur ve Acı veren düşünceler. Bu düşüncelerde ise uyuyamayan ya da bir adı hatırlamakta zorlanan kişinin rahatsızlığı sonucunda ortaya çıkarlar ve yine Proust’a göre bu düşüncelerin çok daha ayrıcalıklı bir yeri vardır. Hayatın kendisi sayesinde acı çekilerek varılan bilgeliğin bir öğretmen sayesinde acı çekilmeden varılan bilgelikten üstün olduğuna da inanmaktadır.
“... Mutluluk beden için iyidir ama zihnin gücünü arttıran şey kederdir...” Yani aslında ifade etmeye çalıştığı şey özetle kederlerin, mutlu olmadığımız zamanlarda yapmaktan kaçındığımız zihinsel çalışmaları yaptırdıklarıdır bizlere.
“...Gereksinim duyduğumuz ve bize acı çektiren kadın, ilgi duyduğumuz bir dahinin yapabileceğinden çok daha derin ve hayati duygularımızı su yüzüne çıkartabilir...”
Aslında herşey normal giderken bazı şeyleri görmezden gelmemiz bana çok da ters gelmiyor. Araba düzgün çalışıyorsa, işleyişini öğrenmemize ne gerek var ki günlük koşuşturmacaya ek olarak. Sadakat varsa ihanet dinamiklerini öğrenmenin faydası ne olacaktır ki? Ancak madalyonun öbür yüzü de hayatın içinde var tabi ki. Kederle ya da kabullenilmesi zor bir durumla karşılaştığımızda başımızı yorganın altına gömüp bir güzel ağlarız. Keder konusunda son derece deneyimli olan Proust bunu en iyi bilenlerdendi:
“Yaşama sanatı, bize acı çektiren insanlardan yararlanmaktır.”
Bu yaşama sanatı neleri içine alıyordu? Bir Proust taraftarı için en önemli iş, gerçekliğin daha iyi kavranmasıdır. Sevgilimizin bizi niye terkettiğini, bir davet listesinde niçin yer almadığımızı, geceleri neden uyuyamadığımızı, ilkbaharlarda polenlerle dolu kırlarda neden yürüyüş yapamadığımızı anlayamayız bir türlü. Bu rahatsızlıkların nedenlerini bulmak, acı çekmemizi tümüyle önlemez ama iyileşmemiz için temel oluşturabilir. Böyle bir anlayış, bu sorunlarla boğuşan tek kişinin yalnızca biz olmadığımız gerçeğini de gösterir bizlere.
“Kederler, düşüncelere dönüştükleri anda bize acı çektirme güçlerini yitirirler.”
Ancak, genellikle çekilen acılar düşüncelere dönüşmez, varolan gerçek dünyayı anlamak yerine bizi daha kötü bir yöne iterler. Bu yeni yön bize yeni birşey öğretmez bilakis hayati düşüncelerden iyice uzaklaşırız. Proust’un romanı acı çekme konusunda başarısız insanlarla doludur. Aşkta ihanete uğradıkları, partilere davet edilmedikleri için kan ağlayan, toplum tarafından aşağılanan ya da entelektüel yetersizlikleri yüzünden acı çeken ama bu acılardan hiçbir şey öğrenmeyen bu kişiler, böylesi durumlara kibir, zalimlik, umursamazlık, kin ve öfke ile tepki verirler. Aslında bu savunma mekanizmaları kendilerini yıkıma daha da yaklaştırmaktadır.
Bilgeliği keşfetme ve huzurlu bir hayat sürme anahtarı aslında bizlere şifrelenip öksürükler, alerjiler, topluluk içinde yapılan gaflar, aldatılmalar... vb biçiminde sunulmakta. Suçu yemeklere, insanlara, zamana, hava durumuna atmak bize ancak zaman kaybettirecektir.
10 Kasım 2010 tarihli Ben kendi kaderimin efendisi ve kendi ruhumun kaptanıyım yazımda belirtmiş olduğum bazı noktaları da tekrarlamak isterim.
“ ... Ben içsel yolculuklarım için dibe vurmayı beklemiyorum. Zorunda kalarak bir savunma psikozu ile değil ama bilinçli bir seçim bir tercih olarak bu yolculukları gerçekleştirmeğe çalışıyorum. Ulaşılacak yer, ya da hedef de önemli değil benim için, yolculuğun zaten kendisi yeterince heyecan verici. Amaç ise aslında belli. Mümkün olduğu kadar egolardan kurtulabilmek ve böylelikle de korkularımızdan. Derinliklerde sakladığımız ve sevgiyi engel olan korkularımızdan. Bir nevi yapılan yolculuk korkularımızın sevgiye dönüştüğü bir sistem. Anahtar kelime ise bu dönüşümde affetmek. Kendimizi ve geçmişimizi affetmek. Derinlere itmiş olduğumuz, sanki hiç yokmuşlar gibi yaşamaya devam ettiğimiz ve içinde öfke ve kin barındıran tüm olayları, tüm yaşanmışlıkları sevgiye dönüştürebilmek için affetmek.
Her defasında “Neden ben” yerine “Ne öğrenebilirimi” sorabilmek kendimize. Sübjektiflikten bir parça yukarı yükselmek ve resmin bütününü görebilmek, bize öğrettiklerini yakalayabilmek ve her defasında itilmiş, unutulmaya çalışmış bir korku ile yüzleşebilmek.
Suçlama, beğenilme isteği, aldatılma, aldatma, parasızlık, aşağılanma, yalnız kalma... Korkuların nedenini bulma yerine bunları yok sayma ve suçu hep başkalarında arama, bu korkuları hep üzerimize çekmekte. Evren bu korkuların çok daha ağırlarını yaşatmakta bizlere her defasında. Ne ekersen onu biçersindir bu gerçek. Ya da başka bir ifade ile hayatı nasıl yaşarsan, hayat da sana onu verir gerçeğidir”
Alain de Botton & Proust ikilisi yapmaya başladığım içsel yolculuğumda bana destek veren kuvvetli birer rüzgar oldular. Dilerim sonu olmayan bu eğlenceli ve keyifli yolculukta daha niceleri ile tanışabilir ve sizlerle paylaşabilirim.
0 yorum:
Yorum Gönder