Geçen gün eşim benimle bir blog paylaştı: Blogcuanne Sürekli beğenerek takip ettiği birkaç blogdan bir tanesi olan bu blogda yayınlanan son yazı, diğer yazılar gibi çok hoşuna gitmiş ama bu sefer benimle de paylaşmak istemiş. Yazıyı okudum. İki çocuk sahibi bir annenin hazırlayıp paylaşıma açtığı ve annelik temelinde yazılar olan oldukça başarılı bir blog. Eşimin bana gönderdiği son blog yazısı da çok güzeldi. Her şeyden önce içten ve birçok izleyicinin hislerine tercüman olan bir yazıydı. Ben çok beğendim.
Yazısının başlangıcında bir önceki yazısına atıfta bulunaraktan çocukları sonrasında sürekli erken kalkmak zorunda kaldığını, dizi veya film seyretmesindeki zorlukları, velhasıl çocuklarını çok seviyor olmasına rağmen eski hayatını da çok özlüyor olmasından bahsetmiş. Yazıyı okurken kesin bu yazıyı eşim yazmıştır diyesim geldi. O kadar eşimin hislerini yansıtan bir yazı idi. Onun bu yazısını beğenip destekleyen yorumlar bir hayli olmasına rağmen, blogcuanne’ye göre acımasız olarak nitelendirilen yorumlar da vardı. Hatta bu yorumlardan bir tanesini de okuyucularla paylaşmış. Söz konusu yorumu ben de okudum ve hemen belirtmeliyim ki ben de çok acımasız, duygusal, subjektif ve esneklikten uzak buldum. O kadar ki yorum “...Erkekler haklı, kadınlar bir türlü mutlu olmuyorlar” diye bitirilmiş. İfade sert ve acımasızdı da bence belki de açıklanmak istenen bu değildi. Daha doğrusu açıklanmak istenen yarım kalmış gibiydi. İşte bu nedenle karşı yorumu acımasız bulmakla beraber eksik de buldum.
Blog yazmaya karar verdiğim ilk anda aklıma gelen ilk şey Vivaldi’nin muhteşem Dört Mevsim Konçertosu oldu. İnsan hayatının ve ruh halinin iniş ve çıkışlarla dolu olduğunu, birbiri ardına takip eden dönemlerin olduğundan bahsetmiştim daha ilk yazımda. Yıl içerisinde süreklilik ve çeşitlilik gösteren mevsimler gibi yine aynı Dört Mevsim Konçertosunda yer alan küçük bölmeler gibi, her bir olay, her bir dönem, birbirinden bağımsız birer konçerto gibi farklı olabilmekte. Zaten sırf bu nedenle de duygu ve düşüncelerimi paylaşacağım bu sayfalar için Dört Mevsim metaforunu kullanmıştım ve kişiselleştirerek “İçimdeki Dört Mevsim” demiştim.
Eşimin de benim de anne-baba olmadan önce başka birer hayatlarımız vardı. Mesela bol bol sinemaya giderdik. Ne de çok severdik dev akranda yüksek desibelli karanlıkta filmler seyretmeyi. Yemeğe çıkardık mesela. Evde yemek yapmak istemediğimizden, dışarıdan eve siparişlerde bulunurduk. Akşamları oturur şarap içerdik. Hele ki benim günlük oluşturmuş olduğum kutsal bir ritüelim bile vardı. Ertesi sabah erken kalkma derdimiz olmadan sabahlara kadar film ya da dizi seyrederdik. Hele ki 24 dizisini. Ne akşamları ve ertesi günleri o dizi uğruna heba ettik, ne uykusuz olarak işe gittik.
Eşimin aralıksız 8 saat uyumayı nasıl özlediğini en iyi ben biliyorum. Kimin olduğunu bile bilmeden konserlere gitmeyi en az onun kadar ben de özledim. Alışveriş merkezlerinde acele etmeden, amaçsız, zamansız, düşünmeden mağazalarda dolaşmayı, Beyoğlu’nu eşime sevdirme çalışmalarımı, boğazda rakı-balık hadi onu da geçtim en azından haftasonları kahvaltı olayını ben nasıl özledim ki eşimi düşünemiyorum bile. Eşim de ben de arkadaşlarımızla buluşmayı özledik. En çok da “ne zaman uyanacağımız belli değil hemen yatmalıyız” dememeyi özledik belki de... Anne olmak çok zor. Baba olmaktan çok daha zor. Bunu biliyorum ve onu anlıyorum. Sürekli oğlumuz odaklı bir hayat sürmek de. Onun mutluluğu, huzuru, alışkanlıkları için sürekli düşünüyor, çaba sarf ediyor. Yemeklerini düşünüyor, kitaplarını, oyuncaklarını, internete her girişi oğlumuzla ilgili. Soluk almak istediği anlar olduğunu biliyorum.
Bununla beraber evlenmeden önce ikimizin birer hayatı vardı. Kendi evlerimize taşınmadan, hala anne ve babamızın evinde yaşarken de birer hayatlarımız vardı. Mesela benim askerlikten önceki ve sonraki hayatlarım vardı. Bugünkü çocuklu hayatımla karşılaştırıldığında marjinal ya da hareketli denilebilece k bir evlilik öncesi hayatım vardı. Evlilik öncesi hayat evlilikle, çocuksuz evlilik hayatı ise oğlumuzla bir son buldu. Dönemler kapandı ve yeni dönemlere giriş yapıldı. Hepsi kendi isteklerimiz ve tercihlerimizdi. Dayatma olmadan hür iradelerimizle alınan kararlardı. İşte sorgulanması gerekende bu nokta aslında yoksa uykusuz ya da dizisiz geçirilen gece ler değil .
Önceleri yalnızca kendimize karşı sorumluyduk. İstediğimiz hayatı olabildiğince yaşayabiliyorduk. Sonra sevdik, anlaştık, ve evlendik. Sevdiğim, anlaştığım, evlendiğim kadınla bir orta yol bulduk. Yeni dönem başlamıştı. Artık hem kendime ve hem de herbir anımı büyük bir keyifle geçirdiğim eşime karşı sorumluydum. O bir yetişkindi. Ona karşı ya da ondan sorumlu olmak zor değildi, hatta bilakis keyifliydi. Sonra oğlumuz oldu. Bir önceki dönem kapanmış ve yeni bir döneme başlamıştık. Eski dönem daha öncekiler gibi bitmeli ve bir orta yol bulunmalıydı. Üçümüzü barındıran bir orta yol. Oysa biz bulamadık ve bir önceki dönemde takılı kaldık.
Genel kabul “anne” olunca herşeyden vazgeçmemiz gerektiği ve varsa yoksa çocuğumuz için yaşanması gerekliliği idi ve biz farkında bile olmadan oğlumuz odaklı bir hayata merhaba dedik. Mahalle baskısı belki dışarıda yoktu ama bizim içimizde vardı. Eşim bir anda kendini evladı için yaşayıp gerisine boş veren, bu nedenle işini ve hatta beni ikinci plana atan bir kişi oldu çıktı. Özel hayatı, hobileri, kişisel zamanı, giyinmesi, makyajı kalmadı, yok oldu. Sorumluluk bilinci yakıcı hale geldi bir anda. Mutlu olmayan, sürekli birşeyleri özleyen biri nasıl oğlumuza mutluluk verebilirdi ki?
Akşam eve gelip dinlenemeden, duş alamadan, eşimle salonun ortasında tepside yemek yemekten, sürekli baby tv ya da baby first tv ya da son zamanlarda Caillou izlemekten, orta sehpayı kaldırıp evin düzenini değiştirmekten, kapı aralıklarını ve köşe yerleri süngerle kapatarak maksimum koruyucu olarak hem kendi hayatlarımızı ve hem de oğlumuzun hayatını daraltmaktan, sabahın köründe kalkmaktan, yemek yedirmeye çalışmaktan, karnı acıkınca zaten yer merak etmeyin zihniyetine bir türlü alışamamaktan elbette biz de yorulduk.
"Kiminle tanışıp sohbet etmek isterdiniz?" yazımda da belirtmiştim, ben elimdekilerin kıymetini bilmeye çalışan ve sürekli Tanrı’ya teşekkürlerimi sunan birisiyim. Eşim de en az benim kadar öyle. İnsanın bazı özgürlüklerini özlemesinin şikayet etmek olmayacağını da biliyoruz aslında. Eşimin "çocuğum için her şeyden vazgeçerim” diyen bir anne olmasını istemediğim gibi "bir gülümsemesi her şeye değer" kandırmacasına inanan birisi olmasını da istemiyordum. Bu düşünce yapısının devamında onun ne kadar mutsuz olacağını ve bunun da bizleri nasıl kötü etkileyece ğini en azından tahmin edebiliyordum.
Orta yol yoktu çünkü biz ne zamandır robot gibi yaşamaya kendimizi alıştırmıştık ve dışına çıkmaya ve sanki varmış gibi düzenimizi bozmaya korkuyorduk. Sabah aynı saatte kalkan (ya da kalkmak zorunda kalan) ve uykusunu almak için erken yatan, arada işine gidip yemek yiyen birisiydik ve yalnızca oğlumuz vardı bizim için. Ama hata yapıyorduk aslında, eşim de ben de.
Sonra bunu kırmaya ve orta yolu bulmaya karar verdik. Başka bir ifadeyle önceki dönemi kapatmaya ve yeni dönemi açmaya karar verdik. Her bir dönem kendine özgü olmalıydı ve başka dönemlerle kıyaslanmamalıydı. Her çocuk nasıl kendi özelinde ise, farklıysa, her anne ve baba da aslında sokulmak istenen kalıplara rağmen farklı olmalıydı. Bu işin bir standardı yoktu, olmamalıydı. Geleneksel anne-baba kalıplarından (kendini çocuğuna adayan, çocuğu için varolan) bıkmıştık zaten bece remiyorduk da. Bilgi ile yoğurulmuş, sorumlu anne-baba modeli ise bizi çok yoruyordu. Bir yandan da hayat hızla akıyor ve özlediklerimizi en sevdiğimiz varlık yüzünden yapamıyorduk. Onu üstü kapalı ve içimizden suçluyor olmak da en kötüsü oluyordu. Psikolog ile tanışacağımıza orta yol ile tanışmaya karar verdik ve vazgeçtik. Kıyaslama yapmaktan vazgeçtik, şüphe etmekten vazgeçtik. Yemek yedirmek için zorlamaktan, peşinde koşmaktan vazgeçtik. Evin içinde ya da parkta bir gölge gibi başına bir şey gelmesin diye sürekli yanında dolaşmaktan vazgeçtik. Sanki kutsal kitapta yazıyormuş gibi belli saatler arasında uyumasını zorlamaktan vazgeçtik.
Eşim artık güzel giyiniyor, makyajını da yapıyor, saç bakımı bile artık hayata yeniden geçti. Her gün oğlumuzla kaliteli zaman geçirmeye çalışıyoruz. Boğazda kahvaltılara başladık. Hala çok seviyor olmamıza rağmen Günaydın'da artık yemek yemiyoruz, onun yerine bir ablanın çocuklara bakmaya başladığı, harika oyuncakların olduğu Namlı'yı tercih ediyoruz. Oğlumuzun akşam uykuları nispeten daha bir düzenleşti, bu nedenle çok erken yatmak zorunda da değiliz, bazen akşamları film bile seyrediyoruz. Bazen benim ailem ve bazen de eşimin ailesi bizde iken akşamları baş başa bile dışarı çıkabiliyoruz. Geçen gün mesela bir rum tavernasına gittik ve arada bir evi arayıp sormamız dışında çok da eğledik. Evde dedeler nineneler olunca hafta sonları dokuzlara kadar uyuduğumuz bile olmaya başladı. Alışverişlerde oğlumun da fikrini alıyoruz ve yemeğini 5:30'da yemeli, 7:00'de banyosu var ve 8:30'da en geç yatar formülasyonunu da kaldırıp attık hayatımızdan. Bazen 9:30'ları bile buluyor yatması. Kötü anne ve baba mıyız belki evet ama artık eve gelenlerin ellerini özel bakteriyel sabunla yıkatmak zorunda bırakmayan (yıkamak isteyene ama karışmayan), oğullarının öpülmesine ses çıkarmayan mutlu birer anne ve babayız.
Tüm uyarılara inat koltuk takımımızı da değiştirece ğiz ve benim ne zamandır beğendiğim o halıyı da alacağız. Geleneksel olsun modern olsun, tüm çocuklar büyüyorlar. Kimisi başarılı oluyor kimisi daha az başarılı oluyor. Ben oğlumun mutlu ve huzurlu olarak büyümesini istiyorum ve bunun için önce bizim mutlu ve huzurlu olmamız gerekiyor ve biz robotlaşmayı bırakarak bunu yapmaya çalışıyoruz.
Oğlumuz benim için de eşim için de dünyadaki en önemli varlık. Onsuz bir hayat düşünemeyiz bile. Eşim de ben de önceki dönemleri tabi ki özlüyoruz, plansız programsız yaşadığımız o dönemleri ama anne olmak, baba olmak kesinlikle dünyanın en güzel duygusu. Her gün onlarca kez şükrediyorum varlığına. Onun uykudan "baba" ya da "anne" diye uyanıp seslenmesini ve bizleri görünce kocaman gülümsemesi sırasında hissettiklerimi başka bana ne hissettirebilir ki?
Peki biz bir orta yol bulabildik mi? Blogcuanne yazısını " ... Her şey toz pembe mi?" diye sorarak bitiriyor. Cevaplar aslında aynı. Bu dönem de aynı hayatın diğer tüm dönemleri gibi biraz siyah biraz beyaz. Ne 1 ne de 0. Fuzzy mantığı burada da geçerliliğini sürdürmekte; hep grinin bir tonunu yaşıyoruz. Biz 3 kişilik dev bir aile olarak orta yolu hala arıyoruz ve eminim çok yakında bulabilece ğiz ve hayır hayat bu dönemde tüm güzelliklerine rağmen hiç de toz pembe değil ama söyler misiniz hangi dönem toz pembe ki?
Eşim bana geçen gün bir kitap ve bir de ayıraç almış. Ayıraç da "Herkes baba olabilir ama babişko olmak herkesin harcı değildir" yazılıydı. Kitabın içinde bir de kendi el yazısı ile bir not vardı: "Ba*'dan babaya, babadan babama geçen 2 macera dolu yıl ... Mükemmel bir babişko olacağına eminim ...". Hayatı işte toz pembe kılan bu tür yazılar, bu tür jestler bu tür birliktelikler, yoksa gerisi hep laf-ı güzah ...
* Oğlum bana ilk "Ba" olarak seslenmeye başlamıştı.
Hep annelerden dinlediğimiz bu ebeveyn olma sürecini, bir babadan dinlemek, hem de bu kadar açıklıkla ifade eden bir babadan, çok hoş doğrusu :) Bence çok çok güzel yazmışsınız...
YanıtlaSilÇocuklu yaşam, içinde zorluklar da barındıran, çocuksuz yaşama göre çok farklı keyifleri olan bir yaşam. Tek sorun annenin ve babanın arada kendilerine (birlikte ve ayrı ayrı) vakit ayırabilmeleri. O zaman toz pembe olmasa da daha pembemsi görünebilir her şey :)))
Sevgiler...
Yorumunuza yazdığım geç cevabı lütfen blog konusundaki acemiliğime verin. Yazı değiştiği zaman önceki yazıların yorumlarına bakmak aklıma bile gelmemişti :)
YanıtlaSilBeğenmenize çok sevindim. Dediğiniz gibi anne ve baba zaman yönetimini iyi yapabilmeli ve her dönemin farklı olduğunu ve kendine göre keyifli ve zor yanları olduğunu baştan kabul edebilmeli.
Bu arada geçen 2 aylık dönemde biz hala ne koltuk takımımızı değiştirebildik ne de benim ne zamandır beğendiğim o halıyı alabildik :)