Bu Blogda Ara

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Ne umduk, ne bulduk


Aslında İzmir yolculuğumuzla ilgili olarak anlatacak çok fazla şey var ama ben beni oldukça etkileyen bir kaç tanesiyle yetineceğim. Öncelikle fikri-takip açısından İzmir Ege Park’ta bulunan Friends & Burger’a bir ziyarette daha bulunduk. Hatırlayacağınız üzere bundan önceki bir yazımda burası ile ilgili oldukça olumlu satırlar kaleme almıştım. Bir önceki ziyaretimizde hatırlayacağınız üzere niyetimiz hemen yanındaki İstanbul’dan bildiğimiz Kitchenette’e gitmekti diye yazmıştım. Bu sempatik dekorasyonlu yeri görmemiz ve yine son derece sempatik garsonların sayesinde bir anda iki üç kelime ile tavlanmış (meğer bizim de tavlanasımız varmış) ve bu bilmediğimiz yeri tercih etmiştik. Hem servisini, hem yemeklerini ve özellikle de şaraplarını çok sevmiştik. Dekorasyon yine çok sempatikti (geçen bir sene zarfında zevkimin değişmediğini görmek beni mutlu etti). Şarap yine enfesti. Serin ve toprak tadının geldiği güzel bir ev yapımı şaraptı. Ekonomiklik olarak ise yine çok hesaplıydı. Bunlar olumlu noktalar olarak haneye yazıldılar yazılmasına ama garsonlar artık o kadar sempatik değillerdi. Belki az para kazandıklarından (geçen sene yeni açılmıştı ve eminim daha yüksek beklentiler yaratılmıştı) belki de canları bir şeye sıkkın olduğundan çok günlerinde değillerdi. Yemekler de sanki biraz daha az başarılıydı. Bir önceki sefer yemeye doyamadığım ekler ise kesinlikle iyi değildi. Çikolatalı  ekler benim en sevdiğim tatlılardandır. Hatırlasanız bir önceki sefer buranın eklerini Savoy’un, Kitchenette’in veya Gezi’nin eklerleriyle karşılaştırmıştım. Bu seferinde ise bu trio’nun lezzetinden çok uzaktı. Bir daha gitmek için can atmayacağımı bilerek mekandan ayrılmak beni biraz burktu açıkçası zira bundan sonraki seferler için eşimin iskendercisine gün doğmuş oldu.
  
Diğer yazılası bir konu ise Alsancak kordon boyu... Galatasaray’ın bence ezerek yenilmesi!! sonrasında moralim doğal olarak çok bozuldu. Futbolun adaletinin en azından bu sene için ve en azından Fenerbahçe için (Fenerbahçe lehine ve diğer takımların aleyhine) olmadığına inanmaya başladım. Hoş neyin adaleti kaldı o da ayrı bir konu. Buradaki amacım polemik yaratmak ve düşük seviyeli bir tartışmaya girmek kesinlikle değildir ve keza böyle bir duruma da düşmek hem de hiç istemem. İsteyen istediği takımı tutar ve istediği düşünceye de sahiptir. Ben burada yalnızca kendi kişisel boyutumdan olaylara doğru yada yanlış bakıyorum yoksa illa doğru olana benim söylediklerim ve kesinlikle ben haklıyım dayatmacası içerisinde değilim. Farklı düşünenler varsa ki vardır onların düşünceleri kendilerine ve benimkiler de bana demek isterim. Kişisel görüşüm bu sene Temmuz ayından beri süre gelen mega-traji-komedyadan sonra  artık futbola olan ilgimi kaybetmeye başlamış olmam. Digiturk’ü biliyorsunuz bırakıp sonra yeniden almıştık. Çok muhtemeldir ki seneye yine almayacağız. Büyük ihtimalle yine seneye spor sayfalarını ancak mecbur kalırsam okuyacağım. Türkiye’de futbol çok önemlidir. Bizim gibi diğer bir ülke ise Brezilya’dır. Ülkemizde futbol rakipsizdir. Bir çok dert ve sorunun ilacıdır. Stres atmanın en baş yöntemidir. Sosyalliktir. Kenetlenmedir. Yeri geldiğinde konuşulacak/konuşulabilecek tek konudur. Ortak paydadır. Bir aşktır ülkemizde futbol. Futbolu bugün bu hale getiren herkese, istisnasız yazıklar olsun demek isterim. Tüm bu acı ve gülünesi olaylar bambaşka bir yazı konusu ama en azından benim midemi fazlasıyla bulandırdığından ne ileride yazmayı düşünüyorum ne de şimdi daha fazla ayrıntısına gireceğim. Tuttuğunuz takımın özellikle tüm istatistikleri yerle bir edecek kadar iyi oynaması ve sonrasında yenilmiş olması hoş değildir. Atamayana atarlar basitliği bile bu kadar fark için çok olur ama oldu bir kere. Ama Galatasaray için işin yine trajikomik tarafı bu yaşananların bir ilk olmamasıydı.  

Çok benzer bir durum 1999-2000 sezonunda da yaşanmıştı. Tarih bu işte hep tekerrürden ibaret. Fenerbahçe’nin belki de en kötü sezonu ve Galatasaray’ın altın çağı. Daha yeni Real Mallorca'yı üstelik  deplasmanda 4-1 yendiğimiz sezon. Fenerbahçe lige havlu atmış, Avrupa’dan ve kupadan elenmiş, takım alt yapı sorumlusuna emanet edilmiş. Galatasaray’da ise güven en üst noktada. Yakıcı, yıkıcı ve hatta kırıcı. Okan Buruk “Fenerbahçe pota kurup oynasın”deme terbiyesizliği ve gafletinde. Diğerleri de 3 olur 5 olur demeçlerinde. Tüm maç gerçekten de çok büyük bir üstünlükle Galatasaray bastırır da bastırır ama gol bir türlü gelmez. Hani gelse gerçekten de 3 olur 5 olur ama o kilit açan gol bir türlü gelmez. Çok sevdiğim bir arkadaşın davetlisi olarak ben de maçı tüm izleyenlerin Fenerbahçeli olduğu karşı tarafta bir yerde izliyorum. Hop oturup hop kalkıyorum ama o gol gelmiyor bir türlü. Neyse serbest vuruş, Johnson’un gerinip topa vurması, baraja çarpan topun yön değiştirip, Taffarel’i yanıltması ve tüm stadın sessizliğe bürünmesi. Hem de ne sessizlik, ölüm sessizliği. Benim izlediğim yerde ise nasıl bir cümbüş, nasıl bir sarmaş dolaş durumları. İşin kötüsü maç sonrası beni vapur iskelesine bırakacak diye kornalı tur attırması idi. Bu travmatik durumun çok benzeri iste yeniden benim için ne acıdır ki yaşanmıştı.

Moralimin bozuk olmasının tek sebebi ise yalnızca kaybedilmiş olan maç değildi. Tabii ki yenilmiş olmamızdan sebep moralim bozuktu ama bir diğer sebep ise  ne umdum ne buldum durumundandı. Efendim biz maçı eşimle beraber Deniz Restoran diye bir balıkçıda balık ve rakı eşliğinde seyredecektik. Planlar ve kararlar bu yönde yapılmış ve dahi alınmıştı. Hatta öğle saatlerinde mekana ziyarette bulunulmuş ve yerlerimiz kontrol edilmişti. Bu duruma garson biraz şaşırmıştı ama olsun kötü bir noktadan seyredeceğimize varsın garson şaşırtalım demiştik. Sonrasında her şey çok hızlı gelişti. Bir alışveriş merkezinde eşimin arkadaşı ve hasta fenerbahçeli eşi ile karşılaştık. Laf lafı ister istemez açtı ve bizim program çarpıcı ve üzücü bir şekilde değişti. Rakı balık hayalimiz varken kendimizi dehşet kalabalık bir ortamda patlamış mısırla bira içerken bulduk. Bir de yenildik! Hasta fenerbahçeli eşinin garip çığlıkları hala kulaklarımda. Bu ruh durumundan kurtulmak ve İzmir’i hep güzel hatırlamak için eşim sazı eline aldı ve bir sonraki programı bizzat kendisi yaptı.

Programımız vapurun Karşıyaka’dan Alsancak için hareket etmesiyle başladı. Güneş neredeyse batmak üzereydi ve ılık bir bahar gününün tüm güzellik ve özellikleri çevremizi kuşatmıştı. Alsancak’a varış sonrasında kordona ayak basma  ve etrafı inceleme benim için bir sonraki etap oldu. Kordon boyu denize doğru genişletildi zaman İzmir’de yaşamıyor olmama rağmen çok üzülmüş ve bunu yapanlara çok kızmıştım. Hata etmişim. Alsancak çok ama çok güzeldi. Alabildiğine uzanan çimenler, ortasında tartan yürüyüş yolu. Deniz kenarında güneş batarken yürüyüş yapan insanlar. Bir tarafta deniz diğer tarafta Dario Moreno’nun şarkısında ki gibi her akşam votka, rakı ve şarap için insanların oluşturduğu birbirinden güzel restoranlar. Çimenlerin üstünde onlarca grup insan ve hepsinin ellerinde bira. Kimisi ise çiğdem çitliyor. Nasıl güzel bir manzara. Böylesi nezih ve liberal bir ortamı nasıl da özlemişim yıllarca. Ve İzmir nasıl da diğer şehirlere göre farklı, özel, bir o kadar yaşanası! Son olarak yurt dışında yaşarken böylesi ortamlarda bulunmuştum. İşte o an karar verdim artık İstanbul’da yaşamak istemediğime. Bulunduğum ortamdan yaşamak istediğim yerde bir anda belirginleşivermişti. Bir süre tartan pisti arşınladık, keyiflice sohbet ettik. 

Sonraki durağımız bir İtalyan Lokantasıydı. 1979’dan beri faaliyet gösteren Pizza Venedik. Sokak arasında, dışarıda nasıl da güzel yemek yedik anlatamam. Yediklerimiz oldukça lezzetliydi. Tamam pizzada ince hamuru tercih eden biri olarak ilk başta çok mutlu olmadım ama buna rağmen yediklerim çok lezzetliydi ya da içtiğim şarabı fazla kaçırmıştım. Şarap olarak Chianti yöresinden kırmızı bir şarabı tercih ettik ve tercihimizde hiç de yanılmadığımızı bizzat yaşadık. Bir de üstüne şımarıklık yapıp karaf istedik. Ilık bir havada, dinlenmiş ve havalanmış bir şarabı içmek, arka planda aryaları, napolitanları dinlemek ve birbirinden leziz yemekleri hem de yayıla yayıla, hem de sonunda masa toplaması ve bulaşık makinesine yerleştirmesi olmadan yemek, uzun zamandır ihtiyacımız olan ve nicedir unutmaya başladığımız bir romantizmdi. Sonrasında kendimizi İzmir sokaklarına vurduk. Orası burası dolaşıp durduk. Ben o akşam biraz çakır keyif olduğumdan gördüğüm her şeyi beğendim.

Gecenin sonunda sanki Rena Dallia tam da yanı başımda Gülbahar şarkısını söylüyor gibiydi. Parça bir hint parçası gibi başlar ama sonra birden oldukça tempolu bir girişle Türk-Yunan ortak yapımına döner. Benim çok sevdiğim ve fırsat buldukça dinlediğim ve türlü hayallere daldığım eski hem de çok eski bir muhteşem rembetikodur. İçim coşku ile dopdolu olarak bu şarkının dinlenebilecek en iyi yerin İzmir olduğu kişisel tespitimle içimdeki İstanbul’a veda ettim.

Bir sonraki yazımda ise İzmir’i bir parça daha övmeye devam edeceğim. Yalnızca ben sevdiğim için değil, fazlasıyla hak ettiği için.

2 yorum:

  1. Güzel bir İzmir yazısında bu kadar futbol olmasını beklemiyordum doğrusu :))) Sanırım moralini ve programını bozduğu için böyle olmuş :)

    Meşhur bir anektod vardır, bilirsin:
    "İspanyayı ölene kadar yöneten ünlü diktatör general Franko'ya sormuşlar, fakirliğin kol gezdiği İspanyayı, halkı isyan ettirmeden nasıl uyuttunuz?
    General Franko demiş ki :
    Futbol,
    Fiesta,
    Boğa güreşleri,
    Lotarya"

    Bizim ülkemizde de futbol bir spor dalı olmaktan çok, uzun zamandır bambaşka boyutları olan çirkin bir mesele haline geldiği için, daha önceleri çok severek izlememe rağmen artık hiç takip etmiyor, ilgilenmiyorum. Keşke böyle olmasaydı :(

    Son paragraflarda çok güzel anlatmışsın İzmir'i ve sende yarattığı etkiyi. Bizim de sevdiğimiz ve sık gittiğimiz bir mekandır Pizza Venedik (hem ofisimize de çok yakın). Ne zaman gitsem pizza, şarap ve müzikle mest olurum :)

    Yazarken bir yandan da Rena Dallia'yı dinliyorum ve her zaman söylediğim bir şeyi içimden (ve burada) tekrarlıyorum: İzmir'den başka yerde yaşamak istemezdim ;)

    Sevgiler...

    YanıtlaSil
  2. Çok haklısın, bence de çok fazla kaçtı ama moralim çok bozulmuştu :) Bir de başlayınca yazmayı çoğu kere kontrol edemiyorum. Benim dışımda gelişiyor :) Bir sonraki yazıda futbol olmayacak, yalnızca İzmir olacak.

    Evet bu anektodu bilmez olur muyum. Boğa güreşleri vahşet de keşke bizde de fiesta olsaydı. Şaka bir yana bize bir tek futbol yetebilmekte ne acı ki!

    İzmir evet gerçekten de yaşanası bir yer ve umarım ki bir gün biz de sizin oralara göçebiliriz.

    Bir sonraki yazıda başka bir şarkıdan ve bu şarkıların bende yarattığı duygulardan bahsedeceğim. İçinde pek tabii yine İzmir olacak ve muhtemelen bu serinin son yazısı olacak. Amacım bir kaç güne yayınlayabilmek ...

    Sevgi ve saygılarımla,

    YanıtlaSil