Bu Blogda Ara

3 Aralık 2012 Pazartesi

Çocuklarımız ve Rekabet

Çocuklarımız, biz ve benim babam senin babanı döver duygusu

Oğlum artık büyümeye başladı. Bunu rahatlıkla görebiliyorum. Yavaş yavaş karakteri oluşmaya başlıyor. Düne kadar uykusuz kalmak, peşinden koşmak, düşmemesi veya fiziksel bir zarar görmemesi için harcadığım fiziksel eforlar, düşünsel ve zihinsel eforlarla dengelenmeye başladı. Bugün artık yalnızca fiziksel efor harcadığımı söyleyemem. Ben genelde düşünmeyi pek sevmem. Bu tarz entelektüel aktivite ve eforları genelde eşime bırakırım ama konu oğlum olunca işler değişiyor ve taşın altına elimi ben de hem de göğsümü gere gere ve büyük bir mutlulukla koyuyorum. Düşünün ki daha geçenlerde ben miniminnacık panik baba, koskoca, bu işler konusunda uzman kişi olan eşimle oğluma verilmesi gereken disiplin konusunu tartıştım. Dahası evet efendim, sepet efendim yerine düşüncelerine aleni bir şekilde, korkusuzca karşı çıktım. Bendeki cesarete bakar mısınız! Evet bu cesareti gösterdim çünkü konu hakkında okuyorum, öğreniyorum ve dahası içimde özümsemeye çalışıyorum. Oğlum her şeyin en iyisini, en güzelini hak ediyor tıpkı diğer çocuklar gibi ve ben de üzerime düşüne yapmaya çalışıyorum her bir babanın ve annenin ya da daha geniş bir pencereden ebeveynin yapması gerektiği gibi.

Son günlerde düşünmeye başladığım bir konu da rekabet. Klasik benim babam senin babanı döver konusu. Oğlum son günlerde eve bir arkadaşını yakalamaca oyununda yakalayamadığı için üzülmüş olarak geldi. Ciddi ciddi bunu kafasına takmış. Sanırım zeka konusunda annesi yerine bana çekmiş. Yapacak bir şey yok, o benim oğlum. Hayatımız boyunca insanlarla ilişki kurmak zorundayız. Dünyanın düzeni bu şekilde kurulmuş. Eskinin evet evet hem de çok eskinin bağımsız yaşama günleri ateşin bulunması ile bir son bulmuş. Oğlumun ilk tanıştığı kişiler bizlerdik. Onu doğuma katılarak annesinden bile önce kucağıma alıp, kulağına hoş geldin diyen bizzat bendim. Yani ilk iletişim kurduğu kişiler bizlerdik. Sonra zaman içerisinde diğer insanlar ve uyaranlar hayatına girmeye başladılar. Yani iletişime girdiği kişi ve nesneler çeşitlendi, çoğaldı. Onun sürekli gördüğü, izlediği, tanıyıp örnek aldığı bizler onun için referans kişiler olduk doğal olarak. Onun davranışlarının doğal mimarları olduk. Bizlerde elimizden geldiğince elimizdekinin en iyisini başta sevgimiz olmak üzere ona sunmaya çalıştık.

Sonra okulu başladı. Aile odaklı hayatı bir anda değişti. Yeni insanlar bir anda ortaya çıktılar. Kendi yaşıtı küçük adamlar mesela etrafını sarıverdi. Onlar kuralsızdılar. Onlar düzensizdiler ve evet bazıları oğlumdan daha hızlı koşuyorlardı. Onlar da aynı oğlum gibi kendi dünyalarının merkezleriydiler. Hepsi ayrı ayrı birer yıldızdı. Sonra yine mesela öğretmen denen ve anne ve babadan farklı bir tavır takınan, takınmak zorunda kalan kişiler ortaya çıktılar. Tamam oyuncak sayısı artmıştı belki ama oyuncakları aynı anda oynamaya kalkan kişiler vardı artık etrafında. Evdeki steril alan da artık yok olmuştu. Artık ister istemez dikkat edilen, bakılan diğer çocuklarla ve öğretmenle olan uyumuydu. Al gülüm ver gülüm dönemi bitmiş, taklit ve kendini tanıma dönemi başlamıştı. Koşu yarışında arkadaşını geçebilmeliydi ve asla dahası ona yakalanmamalıydı. Saklandığı zaman onu kimse bulamamalı ama o herkesi bulabilmeliydi. Rekabet hayata girmişti artık.

Peki ama neydi bu rekabet? İyi miydi kötü müydü? Oğluma ne demeliydim? Büyüyor diye sevinmeli miydim yoksa kötü etkileri ihtimaline karşılık panik mi olmalıydım? Ben de oturup okumaya başladım.

Bir kere en zayıfından en şişmanına, en zekisinden alığına, yakışıklısından çirkinine tüm insanlar arasında bir rekabet vardır. Öğretmenin kimi en çok sevdiği, kimin en iyi top oynadığı, sınıfın en hızlısının kimin olacağı, her çocuk için önemlidir ve bunda endişe edilecek bir durum da yoktur. Artık bizlerin çizdiği resim yerini okuldaki güç dengesinin oluşturduğu resme bırakmıştır ya da bırakacaktır. Görünüşten tutun da popülerlik, sportif başarılar hep bu güç dengesini oluşturan etkenlerdir. Hoşgörüsüzlük, oyunların subjektif hale dönüşmesi veya yeniden kurallarının yazılması yine bu dönemde normal kabul edilmelidir. Hayatlarına dile kolay ilk defa kaybetmek veya hayal kırıklığına uğramak girmektedir.

Peki ama bizler ne yapmalıyız?

En azından benim yaptığımı zinhar yapmayın. Ben oğlumun bir türlü yakalayamadığı ve kendisinden pire gibi kaçmayı başarabilen arkadaşına bir daha seninle koşmaca oynamayacağım demesini öğütlemiştim. Hatalıymışım. Rekabet insanın doğasında olan ve uygun şartların sağlanması durumunda çocuklar için yararlı olan bir duyguymuş. Bazen korumacılığım akılın önüne geçebiliyor ki bu yapılabilecek en büyük yanlış. Zinhar yapmayın anacım. Burada önemli olan rekabetin ortaya çıkardığı zararlı yanları perdelemeye çalışıp, olumlu noktaları çocuğunuzun hayatına sokabilmek. İçinde rekabet barındıran aktiviteler çocukların hem fiziksel ve hem de zihinsel becerilerinin gelişmesini sağlayabilirler. Hem bununla da sınırlı değil yararları, takım çalışmasına yatkınlık sağlıyor, kişisel hedefler koyabilmeye ve bunlara ulaşmak için çabalamayı da sağlıyor. Burada önemli olan nokta başarıya ulaşabilmek için rekabet duygusunun ölçülü olması gerekliliği. Söz konusu bu duygu kıskançlık boyutuna ulaşırsa bu tüm taraflar için ve başta da rekabeti tüm heybetiyle içinde büyütüp yaşatan kişide pek iyi sonuçlar doğurmuyor.

O halde tekrar soruyorum kendi kendime: Peki ama olumlu yanını görüp bunlardan yararlanabilmek için bizler ne ya da neler  yapmalıyız?

Aile içinde hoşgörülü ve sevgi dolu bir ortam yaratmak, yaratabilmek bu işin belki de başlangıç noktası olmalı. Paylaşma ve sevgi her daim hissedilmeli. Ayrımcılık ve kıyaslama da zinhar yapılmaması gerekenlerden. Çocuklarımıza kıyaslama yapmak suretiyle rakipler yaratmamalıyız. Tüm hayatımızın bir yarışmaya dönüştüğünü bir düşünsenize. Her çocuk değerlidir ve her çocuğun kendisine göre bir becerisi vardır. Başkalarına göre değil bizzati kendisine göre değerlendirme de bulunmak en sağlıklısı olacaktır. Rüzgar eken fırtına biçer. Kıyaslama bizlere saldırganlık ve kıskançlık olarak geri dönebilir. Kıyaslama yapmak yerine gözlemlediğimiz eksiklik ya da problem açıkça söylenmeli, çözümü için önerilerde bulunulmalıdır. Biz mesela artık hem evde ve hem de dışarıda artık sürekli koşuyoruz. Amacımız arkadaşını geçmek değil, koşma hızımızı arttırabilmek. Tek rakibinin yine ve yalnızca kendisi olduğunu öğretmeye elimden geldiğince çalışıyorum.

Yüce milletimizin yetiştirdiği büyük değerlerden olan tanınmış animasyon ve masal kahramanı Pepe’nin dediği gibi “önemli olan oyun oynamak” olmalı. Kazanmaya ya da zaferlere odaklanmak yerine içinde bulunduğumuz ortam ve aktivitenin tadını çıkarabilmek amaç olmalı. Sonuç için sürecin keyfinden mahrum kalınmamalıdır. Süreç esnasında gösterilen çaba mutlak surette övülmelidir (hoş ben oğlumu takdir etmek için bir süreçte bulunmasını gerekli bir şart olarak görmüyorum, her daim övmeyi sürdürüyorum). Ortada gösterilen bir çaba vardır ve bu çaba takdir edilmelidir. Aslında bu konuda özellikle öğretmenlere büyük iş düşmekte. Gelecek nesil gerçekten de onların eseri olmakta.

Egomuzu da bu işlerden uzak tutmalıyız. Kardeşler ve/veya arkadaşlar arasında oluşan her türlü mücadele aslında çocukları güçlendirmekte. Karşı koyarak, mücadele ederek aslında dayanıklı olmayı öğreniyor çocuklarımız. Bazen bilerek ya da bilmeyerek egomuza esir olarak, eksiklik veya yaşanmamışlıklarımız nedeniyle olaylara dahil olabilmekte ve çocuklarımızı olumsuz ve hatta hatalı olarak yönlendirebiliyoruz. Hayatın kendisi zaten mükemmel bir döngü, mükemmel bir okul. Çocuklarımıza ihtiyacı olan her şeyi sunmakta. Süreç içerisinde mücadele etmeyi, düşünmeyi, hatta hızlı düşünmeyi, pratik olabilmeyi, gerekirse fedakarlık yapması gerektiğini, paylaşmayı öğreniyor. Bizim ve egolarımızın bu doğal sürece dahil olması sorun yaratmaktan öteye geçemiyor, çocuklarımızı yenilmekten korkan, başarısızlığa karşı tahammülsüz, öfkeli, kıskanç, ve hatta saldırgan kişiler haline dönüşmelerine neden olabiliyorlar. Anlayacağınız uzak durmak bütünün yararına olmakta. Rekabetin çocuklarımızı zenginleştirmesine bırakın izin verelim. Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki onları ömür boyunca koruyamayız. Bırakalım kendi kendilerini koruyabilmeyi ve dahası ifade edebilmeyi öğrensinler.

Kabul edelim ya da etmeyelim önceki nesiller özgüven konusunda şu andaki nesillere göre çok daha zayıf bir noktadaydı. Buna bağlı olarak da çoğunluk içindeki şanslı azınlık diyebileceğimiz özgüveni yüksek kişiler bugün göreceli olarak çok daha başarılı bir duruma gelmişlerdir. Ben olamadım aman çocuklarım başarılı olsun düşüncesiyle bugün herkes çocuklarını özgüveni yüksek bir şekilde yetiştirmeye çalışıyor. İster istemez bunun doğru olup olmayacağını sorgularken buluyorum kendimi. Öyle ya dünün şanslı azınlığı geleceğin artık çoğunluğu olacak ve birbirlerine göre çok da büyük farkları olmayacak. Böylesi bir durumda sınırlarını bilen, özgüven patlaması yaşamayan ve empati özelliği yüksek bireyler işte sözü geçen bu çoğunluktan ister istemez ayrılmış olacaklar.  Belki de başarı kriteri bu sayede değişmiş de olacak.

Benim zamanımda ilkokulda rekabet nedir biz bilmezdik. Anaokulunda böylesi bir duygunun esamesi bile okunmazdı (ben kendi dönemim için anaokuluna giden şanslı azınlıktandım). Şimdi ise tüm çocuklarda bir özgüven patlaması ve büyük ihtimalle bundan sebep küçük yaştan başlayan rekabet etme güdüsü bulunmakta. Özgüven patlaması yaşayan çocuk ve velilerle dolu bu rekabet ortamında çocuklarımıza empati yapabilmeyi öğretebilme bizlere düşen diğer bir çok önemli görev ve sorumluluk olmakta. Umarım bunu yeterince başarabiliriz.

Muhtemelen her bir ebeveyn gibi eşim ve ben de oğlumuzun güzel bir hayat yaşamasını istiyoruz. Potansiyelini en yüksek düzeyde kullanabilmesini, yapmak istemediği şeyleri yapmamasını istiyoruz. Mutlu, huzurlu ve başarılı olmasını istiyoruz. O her şeyin en iyisini hak ediyor. Önemli olan oğlumun gözlerindeki mutluluk ve ışıltı. Bize düşen her zaman olduğu ya da olması gerektiği gibi bu ortamı ona elimizden geldiğince sunabilmek. Çevresel faktörleri de hesaba katmaya çalışaraktan doğru bir yol var ise onu bulmaya çalışıyoruz.

Dilerim bizler ve çocuklarımız, farklılıklarımızı kutlayan, eşsiz oluşumuzun değerini bilen, sahip olduğumuz başka başka renklere rağmen ve belki de inat bir araya gelip bir gökkuşağı oluşturabilen bir toplum olmayı başarabiliriz.

0 yorum:

Yorum Gönder