Bu Blogda Ara

25 Ekim 2011 Salı

Tanrılar Okulu

Kendisinin efendisi olan, dünyanın da efendisi olur

Devam ediyorum...
Durmadan, sıkılmadan ve hevesle devam ediyorum.

Kendimi her geçen gün ve her gittiğim kursla biraz daha geliştiriyorum.

Potansiyelimi tam olarak kullanabilmek adına çalışmaya ve araştırmaya devam ediyorum ve bu beni hep mutlu, hem huzurlu ve hem de özgür hissettiriyor.

Biliyorum ve hissediyorum ki ne zaman arayışım bitecek işte o zaman önce yerimde ve sonra da geriye doğru saymaya başlayacağım. Buna niyetim hiç olmadığından sürekli araştırmaya ve hayatımın anlamını bulmak için çaba sarf etmeye devam ediyorum.

Son katıldığım ve 2 gün süren çalışma hem seminer hem eğitim ve hem de kurs olarak tanımlanabilir. İfade etmeliyim ki oldukça değişik, biraz ruhani ve çokça da komikti. İçerik hakkında  üzülerekten size bir şey söylemeyeceğim. Gizli ya da yalnızca bana özel olması gibi bir durum yok aslında. Konu hakkında bu tür ders ya da seminer verenler çok az olduğundan kimden ve neden bahsettiğim hemen ortaya çıkar. Bu blog yazısının konusu orada yaşadıklarımı, kendi penceremden ve biraz da  komik olarak anlatmak olduğundan, orada tanıştığım bu birbirinden iyi ve temiz insanları kırabilirim korkusuyla içerik hakkında bilgi vermek istemiyorum. İşte bu nedenle içerik hakkında çok konuşmadan sizlere genel olarak yaşadıklarımı anlatacağım. Ama size şu kadarını söyleyebilirim Norbekov, İnsanın hasta, çirkin ve fakir olmaya hakkı yoktur dediği gibi almış olduğum eğitim de bu paralellikte bir içeriğe sahipti. Umarım beğenir ve eğlenirsiniz.

Yağmurun şakır şakır yağdığı bir Cumartesi sabahında arabamı park edip, bir miktar yürüdüm ve adresi verilen apartmandan içeri girdim. Seminer apartmanın en üst katındaki bir dairede verilmekteydi. Zili çaldım. Kapıyı genç ve hafif toplu bir bayan açtı. Hoş geldiniz diyip beni içeri aldı. Saçlarım kısa olduğundan yağmur altında ıslanmam çok dert değildi ama montum bayağı bir ıslanmıştı. Önce onu çıkardım ve bana gösterilen kapıya doğru ilerledim. İçeri adımımı attığım zaman ilk fark ettiğim şey salondan görünen muhteşem boğaz manzarasıydı. Bir taraftan Boğaz köprüsünü ve diğer taraftan tüm Topkapı Sarayı, tüm ihtişamıyla Ayasofya ve Sultanahmet Camii. Manzaradan zor da olsa gözlerimi alıp boş bir yer ararken, yanımdaki kadının sözlerini duydum: Sınıfın tek erkeği de işte geldi. Hani bir söz önce bir anlam ifade etmez de bir süre sonra dank diye bilincinize düşer ya, benim ki de o hesap yerime oturana kadar hanımefendinin söylediklerini yalnızca duydum ama anlamlandıramadım ama sonrasında tüm sınıftaki toplam 25 çift bayan gözünün bana çevrilmesiyle içinde bulunduğum durumu hemencecik kavrayıverdim: Orta hatta ufak denebilecek bir salondaki eğitmen dahil 25 kadın arasındaki tek erkek bendim. Tüm dalga geçmeye hazır gözler bana çevrilmişti. Hafif tebessümle bana bakan kadınlara nazikçe selamlar vermeye başladım. Her selam verdiğim kadın sırasını salmış gibi kafasını çeviriyordu. Eğitmen ben gelmeden önce başladığı sözlerini tamamlayıp bana hoş geldin dedi. Kısaca kendimi tanıttım. Arada senin burada olmanın kesin bir sebebi var gibi laf atışlar arasında, eğitmen beni adeta sınıfa kabul etti. Bu kabul diğer bayanları da sakinleştirmişti, artık bana bakmıyorlardı. Sınıfın doğal olmayan doğal bir üyesiydim artık.

Bu doğal üyelik tüm kadınların ben yokmuşum gibi davranmasına neden olmuştu. Sabah kuşağındaki genelde kadınların izlediği programları gözünüzün önüne getirin. Bir bağrış çığrış, kimsenin kimseyi dinlemediği bir gürültü kaosu. Eğitmen bile bazen çaresiz kalıyordu. Ben ise programı televizyondan izliyormuş gibiyim ama tek farkla programın bizzat içindeyim. Konuşmaya cesaret ettiğimi söyleyemem, susup sessiz kalsam doğal bir üye gibi hareket etmemiş olacağım. Ne yapacağımı bilemez bir halde oturup bana atılan lafları zaman zaman cevaplandırmaya çalışarak zaman geçirmeye çalıştım durdum.

Hele bazıları vardı ki tam evlere şenlik. Her konuyu eğitmenden daha iyi biliyor mübarek kadın. Eğitmen gak diyor tabii onun bu şekilde bir açıklaması var, şu kitapta uzun uzun anlatılmış gibisinden eğitmenin laflarını ağzına sokmaya çalışıp durdu sürekli. Eğitmen insaflı ve çok umursamazdı sanırım ki çok cevap vermedi ama beni her defasında kadının sesini duymak gerip duruyordu. Hani kadından çekinmesem biraz da hocayı dinlesek, nasıl olur? diye soracağım ama cesaretle titrediğimden pek sesim çıkmadı. Benim sesim çıkmamasına inat kadının sesi de bir gür ki sormayın. Astrolojiden giriyor, reikiden çıkıyor ama bir türlü susmuyor. Birbiri ardına içinde volkanlar patlıyor ve enerjisini bir şekilde dışarı çıkarmak için konuşup duruyor sanki. Diğerleri de sanmayın ki bu kadından farklı. Eğitmenin kitaplarını herkes ezbere biliyor. Ben yalnızca bir kere okuyan bir kişi olarak gruptan kolayca ayrışıyorum.

Hayatta meydana gelen tüm olaylar eğitimin konusuyla ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Hele bir tanesi arada salonda tüm parfümünü üzerine boca edip, lavaboya gitmiş. O yokken söz konusu bu koku bile eğitim konusuna bağlandı. Neyse ki sonra parfümü üzerine boca eden hanımefendi itiraf etti de gerçek anlaşıldı. Tüm gün boyunca yok artıkkkk diye söylenip durdum tabii büyük bir sessizlik içinde. Bir de yapılan ve hiç de komik olmadıklarını çok rahat söyleyebileceğim esprilere abartılı bir şekilde gülen bir kaç kadın da sinirlerimi sürekli bozup durdu ilk gün.

Rüyalarında geleceğini görenlerden tutun da, yine rüyalarında kendini cennette görenlere, konuşurken birden susuyorum ve öncesini hatırlamıyorum, bu ne demek şimdi gibi soru soranlara, tam bir kadınlar matinesiydi. Hele bir kadın kramp girmesinin bir anlamı var mıdır diye sordu durdu belki onlarca kere. Durup durup otomatiğe bağlanmış gibi peki, ya kramp dedi sürekli. Eğitmen sürekli duymamazlığa geldi ki bu aslında bulunduğumuz ortam için tam yerinde bir stratejiydi ama kadın pes etmedi ve sormaya devam etti: Peki, ya kramp?  Sonunda eğitmen magnezyum eksikliğidir, doktora gidin dedi de kadın sustu. Ben ilk içten gülmemi bu söz üzerine gerçekleştirdim ama zamansızdı. Gülüşüm genel topluluk tarafından neden bilmem düşmanca algılandı. Öğretmen Tuğba, ev hanımı Tuba, bankacı Tuğba, ya da iş kadını Tuba hepsi bana kızmışlardı. Evet yanlış okumadınız, gelenlerin bir çoğunun ismi yazılışları farklı bile olsa aynıydı. Tanımadığınız birisini Tuğba diye çağırdığınızda bakma şansı hiç bu kadar yüksek olmamıştı.

Hava yağmurlu olduğundan girişte bir de galoş giymemiz gerekmişti. Hanımefendinin birinin ayağından galoş sürekli çıkıp çıkıp duruyordu. Sonunda dayanmadı ve sanki çok doğal ve sıradan bir şey soruyormuş gibi ayağımdan galoş sürekli çıkıyor; bu ne demek şimdi? diye sordu. Eğitmen garibim kem küm etti ve dahiyane bir stratejiyle içinize sorun dedi. Hanımefendi de sormuş olmalı ki hemen cevap geldi kendisinden: Sanırım artık duygu ve düşüncelerimi saklamamalı, dışarı çıkarmalıyım. Allahım bir tebrik, bir alkış tufanı oldu ki görmeliydiniz. Dedim ya tam şenliğin ortasına düşmüştüm.

İstiklal Marşını dinlerken tüylerim diken diken oluyor, bu ne demektir sorusuna tüm salondakiler tarafından verilen ülkeni çok seviyorsun cevabı sanki çalışılmış gibiydi. Ağzım neredeyse açık ve büyük bir hayranlıkla takip ettim bu paylaşılan ortak vizyonu. Tüm grup ortalama dağılımda %66’lık birinci sigma bölgesindeydi. Normal olmayan tek kişi de bendim.

Benim orada ne işim vardı. Sürekli kendi kendime bu soruyu sorup durdum. Bir süre sonra artık anlatılan olaylardan kopmuş, olan olayların notunu tutmaya başlamıştım. Keyif almaya başlamıştım. Yazacak, paylaşacak kelimeler yerini cümlelere ve satırlara bırakıyordu.

Eğitmen de bir alemdi. Sesini aklına geldiği zaman kısıp ruhani bir hava vermeye çalışıyordu ama çoğu kere boş bulunup normal ve hafif rahatsız edici bir tonla konuşuyordu. Hareketlerinin yapmacıklığı adeta yüzlerce metreden okunur nitelikteydi. İyi para kazanıyordu ve bu bir kaç saati geçirmesi gerekiyordu. Gülümsemesi bile sahte idi. Hele bazen gözlerini kapatıp düşünmesi yüksek sesle gülen kadından bile daha irite edici geliyordu. Sıkıştığı anda büyük bir yumuşaklık ve sesini ruhani hava vererekten içinize sorun diyordu. Hele öyle bir an oldu ki belki 5 kere arka arkaya içinize sorun demek zorunda kaldı.

Genel görüntü orta yaşa girmeye çok az kalmış ve bir şekilde sıkıntıları ve problemleri olan, hayat ve kendileriyle çok barışık olmayan ve çoğunluğu muhtemelen bekarlardan oluşan bir kadınlar grubuydu. İnsan tabii ister istemez acaba ben de mi dışarıdan böyle görünüyorum diye düşünüyor. Tamam kadın değildim ama mutsuz muydum? Burada bulunma sebebim neydi? Boşanmak üzere olanlar vardı, sevgilisi ile arası iyi olmayanlar, henüz sevgilisi olmayanlar, işinde memnun olmayanlar, sağlık sorunu bulunanlar...Bir süre sonra iriti edici bu durum daha çok hüzünlenmeme neden oldu. Farklı bir gözle bakmaya başladım. İyi insanlardı ve yalnızca hayatla istedikleri ritmi yakalayamamışlardı. Hayatla dansa yanlış adımla başlamış gibilerdi. Eğitmenin telefonlarınızı lütfen kapayın ya da sessize alın diye belki 5 kere söylemesine rağmen çalan telefonlar ve Vallahi kapamıştım, nasıl çaldı anlamadım diye kendini savunanlar bile (2 ayrı kişi) beni artık ne rahatsız ediyordu ne de kızdırıyordu. Koca koca teyze diyeceğim kadınların büyük bir ısrarla parmak kaldırıp söz istemeleri ise artık yalnızca sempatik geliyordu. Büyük ikramiye kazanmak isteyenlerin sayısıyla aşk isteyenlerin sayısı hemen hemen aynıydı. Ben de kendilerine içten bir amin dedim.

Sahnenin bir başka komik figürü ise eğitmenin hemen yanı başında büyük bir haşmet ve azamet içerisinde oturan ve zaman zaman olaylara ombudsman gibi kısa ve bilge sözler söyleyerek katılan eğitmen yardımcısıydı. Tane tane ve yine ruhani bir havada konuşup kendi hayatından örnekler verip durdu. Konuşmasının tonu, bakışları ve oturuşu doğal bir saygınlık yaratırken konuşmasının içeriği genelde fiyaskoydu. Keşke öylece oturup dursaydı tüm gün boyunca.

Aralarda ise mutfak en favori yerdi. Meğer insanlar ne kadar çok çay seviyorlarmış. Bir çay içildi ki inanamazsınız. Yağmurun Mavi Camii’ye yağmasını bir yandan seyredip bir yandan çayımı yudumlarken düşüncem hala aynıydı. Neden buradayım?

Cevabım aslında belli idi. Mühendislik ve istatistikle ilgilenen kişiler bilirler, Ki kare denilen ve popülasyonun içinden rassal olarak seçilen öğelerden oluşan örneklem kümesinin popülasyonu temsil edip edemeyeceğini test etmemizi sağlayan istatistiksel bir test vardır. Elimizdeki bağımsız değişkenin verilen bir bağımlı değişken üzerindeki etkilerinin birbirleriyle ilişkili olup olmadığını anlamamızı sağlar. Benimki de o hesaptı. Aldığım bu son kursun önceki sahip olduğum düşünceyi destekleyip desteklemediğini görmekti tek isteğim. Temel düşünce hep aynıydı ama izlenen yollar değişiklik gösterebiliyordu.

Benim için her şey aslında Stefano E. D Anna’nın Tanrılar Okulu kitabını okuduğumda başlamıştı. Kendisinin efendisi olan, dünyanın da efendisi olur diyordu kitapta. Yıllar sonra Mandela’nın aynı şeyi söylediğini okudum: Ben kendi kaderimin efendisi, kendi ruhumun kaptanıyım.  Kitabın vermek istediği mesaj bundan yüzyıllar önce hak ettiği ölçüde tanınmayan, büyük bir düşünür ve felsefeci olduğuna inandığım Lupelius’un verdiği mesaj ile aynıdır:  İster bilinçli, ister bilinçsiz verilmiş olsun, kişinin başına kendi rızası olmadan hiçbir dış olay gelemez. Öncelikle psikolojisinden geçmeden, hiçbir şeyle karşılaşamaz. Düşünce bu yüzden çok güçlüdür. düşünüş yazgıdır. Varoluş bizim buluşumuzdur ve bu yüzden sadece bize bağlıdır. Bu dünyadaki yaşantı, bir Tanrılar Okuludur.

Bu kitap sonrasında yapmış olduğum araştırmalar, gittiğim kurslar/seminerler/eğitimler ve katıldığım toplantılar sonrasında ve sayesinde din ile bilimin aslında sanılanın tam tersi olarak hem de çok büyük bir payda da birleştiğini kendimce tespit ettim: Hepimiz birer küçük yaratıcılarız. İçimizde Tanrısal bu nüve, Tanrısal bu özellik bulunmaktadır. Kendi kaderlerimizi, kendi hayatlarımızı bizzat yaratmaktayız. Kabala’da da bu denmiştir, Tasavvuf’ta da bu vardır, Kuantum’dabunun üzerine kurulmuştur. Rahatlıkla görebileceğiniz üzere blogumun alt başlığı da bu düşünceyi destekler nitelikte özellikle seçilmiştir: Ben bu sayfanın hem yaratıcısı ve hem de takip edeni olacağım.  Zaten hepimiz birer küçük yaratıcılar ve takip ediciler değil miyiz?

Katılımında bulunduğum bu son eğitim yine bu düşünceyi destekler nitelikteydi. İlk günden yalnızca bir kaç kişi vardı. Bu işe devam etmek isteyenlerin katıldığı devam niteliğindeki kursun ikinci günü oldukça keyifli, öğretici ve şaşırtıcıydı. Yağmur yine yağmaktaydı, manzara aynı manzaraydı, eğitmen aynı eğitmendi, salon yine aynı salondu ama hava oldukça farklıydı. Henüz öğrendiklerimi uygulamaktan uzakta gibiyim ama uygulama ihtimalinin olması bile Ki kare testini başarılı kılar nitelikte.

Hayatın anlamını hepimiz öyle ya da böyle aramaktayız. Şanslı olanlarımız heyecan verici ipuçları bulurken bazılarımız kısa sürede vazgeçebilmekteyiz. Bana göre hayatın anlamı insanın kendisiyle tam anlamıyla barışık bir hayat yaşamasıdır. Barışma çabalarım ve bu uğurdaki yolculuklarım halen devam etmektedir. Bir gün biliyorum, kendimle karşılıklı gelip, gözlerimizin taa içlerine bakıp, huzur, mutluluk ve özgürlük hisleriyle dolu olarak kadeh tokuşturacağız. İşte o gün benim Tanrısallaştığım ilk günüm olacak. Sizlere de bu keyifli ve öğretici yolculukta içten başarılar dilerim ...

0 yorum:

Yorum Gönder