Keşke’ler olmasın anılar toplansın adlı yazımı okumuş olanlar hatırlayacaktır benim son zamanlarda yaparken en keyif aldığım uğraş blog tutmak oldu. Bu keyifli uğraş algımın müthiş açılması gibi bazı başka değişiklikleri de beraberinde getirdi. Eskiden duyup da geçtiğim, okuyup da önemsemediğim birçok olayı size nasıl aktarabilirim, nasıl paylaşabilirim diye düşünür hale geldim. Kitap okurken, gazetelere bakarken ya da yolda yürürken bile sürekli notlar tutmaya başladım. Yani anlayacağınız blog tutmak dışındaki tüm boş zamanımı yine blog için ön hazırlıkla geçirir oldum. Durum böyle olunca eşimin de gayret ve destekleri ile keyif aldığım bu uğraşı biraz daha bilerek yapayım istedim ve bir Öykü Atölyesine yazıldım. Önümüzdeki on hafta boyunca haftanın 2 saatini artık edebiyatla geçirece ğim. Dün akşam da ilk dersime girdim. Benim gibi zamanının neredeyse tamamını işi ile evi arasında geçiren bir kişi için bu oldukça büyük bir değişiklikti. Kursun ilk günü sonrası apartman görevlimiz bile nasıl geçtiğini sordu. Durumun vahametini buradan anlayabilirsiniz. Benzer sorular ailemden ve arkadaşlarımdan da geldi. Bende bu yazımda ilk dersin nasıl geçtiğini anlatmaya karar verdim.
Derse girmeden önce oldukça heyecanlıydım. Yaklaşık 4 sene önce katıldığım ve yalnızca bir kaç ay gidebildiğim Briç Kulübü’nden sonra ilk defa yalnızca kendim için bir şey yapacaktım. Neden bilmem bu kursa başlamayı bir nevi yeni bir başlangıç, kendim için bir şans olarak görüyordum. Gün içerisinde ne zaman hayalini kursam aklıma hep Columbia Üniversitesi geliyordu. Tamam ABD'nin önde gelen yükseköğrenim kurumlarından birisiydi ama aklıma gelmesindeki asıl sebep New York kentinin en önemli düşünsel ve kültürel merkezlerinden biri olmasıydı. New York kentinin hareketli dinamik kültürüyle yoğrulan, daha az geleneksel bu üniversitedeki bir profesörden sanki alacaktım dersi. Açık renk kanvas tipi pantolon giyen, üzerine yine açık renk küçük kareli gömlek ve lacivert örgü kravatı tercih eden, koyu renk V yaka kazaklı genç-orta yaş arasında bir kişi olacaktı hayalimdeki ki hoca. Okurken gözlüklerini takacak, konuşurken gözlerimize bakacak ve karışık, zor metinlerin bambaşka yönlerini bize gösterece k bir hoca. Sınıf da tabi belirli bir konfor seviyesinde olacak, hem oturup hem rahat yazabilmemizi sağlayacak masa-iskemle sistemli oturma düzenleri, uygun oda sıcaklığı ve dikkatimizin dağılmamasını sağlayacak bir sessizlik seviyesi.
Hayallerime maalesef kavuşamadım. Dahası yanına bile yaklaşamadım. Ders 18:00’de başlayacaktı. 17:30 gibi verilen adrese gitmemle hayallerim çatlamaya başladı sonrasında da taş taş üstünde kalmayacak şekilde yıkıldı. Atölyenin bulunduğu yer, Taksim Sıraselviler caddesinde, normal şartlar altında bulunmayı tercih etmeyece ğim, yıkılmasına çok az kalmış mekruh bir apartmanın 2.katındaydı. Alt katında bir bar bulunuyordu ve maalesef canlı müzik vardı. Ben genelde asansörü tercih etmem, ders günü de etmedim. Eden birisi maalesef oldu ve derse yaklaşık 40 dakika gecikmeyle girdi. Asansörde mahsur kalmıştı. Kilolu, çok şirin, 4 yaşında kızı olan, 40’lı yaşlarda bir bayandı. Bir yandan geç kaldığı için özür dilerken bir yandan da asansör hakkında laf sokmaya çalışıyordu. Hem parasını verdiği dersin ilk hiç de bir şey kaybetmediği 40 dakikasını kaçırmıştı hem de muhtemelen korku dolu dakikalar geçirmişti. Üstelik tüm bunlar için bir de özür dilemek zorunda kalmıştı. Hem onun adına gerçekten üzüldüm ama hem de gülmemek için zor tuttum kendimi. Birinci kattan gelen ve oldukça başarısız arya parçalarının, on dakika da bir ambulans sirenleriyle birbirine karıştığı bir ortamda anlatılanları anlamaya çalıştık.
İki birbirine komşu odanın arasındaki duvar yıkılaraktan birleştirilmiş, orta büyüklükte bir salon elde edilmişti. İki cephenin oldukça geniş duvarlar boyasız ve sıvaları dökülmekteydi. Sol taraftaki duvarda A4 boyutunda (koskoca duvarda çok komik görünüyordu) ortalanmadan rastgele asılmış Che Guevara’nın bir fotoğrafı bulunmaktaydı. En rahatsız edici durum ise iki ayrı eski odanın iki ayrı aydınlatmasının artık aynı mekanda ama farklı olmalarıydı. Bir odada beyaz ışık veren floresan bulunuyorken yalnızca 2 metre ilerisinde sarı renk veren bir ampul bulunmaktaydı. Görüntü kirliliği denen kavrama bu bir örnek teşkil edebilir mi bilemiyorum ama itiraf etmelim ki bu durum bana çok rahatsız edici geldi. Tüm bu konforuna ek olarak ders verilen yer aynı zamanda bir eylem merkezi gibi kullanılıyordu. Bir ara lavaboya gitmek istedim ve kapısı açık olan bir odada depolanmış bir yığın muhtemelen yasadışı olan pankartları gördüm.
20 kişilik bir gruptuk ve bunun yalnızca 5 kişisi erkekti. Gelenlerden bir tanesi geliş nedenini şöyle ifade etti: “Bir filmde kahraman benzer şekilde böyle bir kursa devam etmiş ve hayatı değişmişti. Belki benim de değişir diye geldim”. Hoca bu geliş nedenini son derece makul karşılaması o şekil düşünenlerin hiç de az olmadığı düşüncesini bende doğurdu. Bir kaç tane sınıf ve yuva öğretmeni de var ki geliş nedenleri son derece rasyonel geldi bana. Okuttukları veya okudukları kitaplara farklı yönlerden de bakabilmek. Ne istediğini bilen bir kişinin sebebi bu olsa gerek. Muhtemelen benim gibi bir kaç kişi de yazmanın teknik alt yapısını (gözlemci mi anlatmalı yoksa kahraman mı, kullanılan zaman ne olmalı, ne kadarı hayal gücü ne kadar gözlem olmalı gibi ...) öğrenmek için bulunmaktaydı. Bana göre oldukça farklı ve matrak gelen bir kaç kişiye ayrı birer paragraf açmak isterim. Yanlış anlaşılmaların önüne geçmek adına bunlar geceyi renklendiren kişilerdi yoksa haklarında ukalalık etmek hiç haddim olmaz.
Bunlardan gece me renk katan birincisi mesleği iç mimar olan, bir firmada genel müdür olarak çalışan ama kendini astrolog olarak tanımlayan bir bayandı. Oldukça sinirli, asabi bir yapıya sahipti. Hocayı azarlıyor muydu soru mu soruyordu her defasında karıştırıyordum. Kendisi istediği eğitimin özelliklerini ders başlar başlamaz hocaya iletti: “Ben kitapların eleştirilerinin yapılacağı bir ders istemiyorum. İlgimi çekmiyor. Benim istediğim yazıya nasıl başlanır, nasıl devam edilir ve nasıl bitirilir bilgisinin adım adım bize verilmesi”. Hoca bir hap verece kti, o da içip hep beraber yazar olacak ve düzinelerce kitaplar yazacaktık. İstediği bir şablondu. Tek tip bir teknik düşünce yapısı vardı. Hoca bir ara günlük hayatta notlar tutun dediğinde, elle mi yazarak tutalım, dinleme cihazına konuşma mı yapalım yoksa PC’ye mi yazalım sorusuyla gerçekten de tüm adımların teker teker ve açık açık anlatılması gerektiğini gösterdi. Sanırım o soru sonrasında hoca da onu yalnızca bir robot olarak görmeye başladı.
Yaratıcılıkta tıkanıklık sendromu varmış. Çok başarılıymış ama tüm bunları kağıda dökemiyormuş. Herkese acıyarak ve hatta tiksinerek bakıyor. Neden midesini bulandırdığımızı anlamış değilim. Bir ara genel müdürün söylediğinin tersini söyleyen birisi oldu ve azarını işitip oturdu yerine. Sen kimsin ki koskoca astroloğa karşı fikir üretebiliyorsun diye az kalsın ben de kızacak ve hatta sinirime hakim olamayıp tokatlayacaktım ama gerek kalmadı. Sözleriyle tokatlamaktan beter etti. İlk dersten çok memnun ayrıldığını sanmıyorum ama o gerçekte ne düşünür bunu da asla bilemem. Onu görmek ve yeni maceralarına tanıklık edebilmek için sabırsızlanıyorum.
Bir de bankacımız var. Sahtecilik ve dolandırıcılık masasından. Uzun bir süre diğer çoğunluk gibi sessizdi. Bizler gibi şaşkın, bizler gibi ürkekti. Sonra ama bir açıldı ki hoca bile susturmayı başaramadı. O da başarılarını anlatmayı seviyor. Zaten orası bir nevi kendini gösterme yerine döndü. Bir ara baktım ben bile bitirdiğim okulları saymaya başlamışım. Öyle bir ortam var ki başarısızlara yer yok gibi, insan derse devam için mecbur kalıyor kendini anlatmaya.
Bir de öğretmeni psikolog sanan bir bayan var. Uzun uzun kendinden, çocukluğundan ve çocukluğuna olan özleminden bahsetti. Konuşmada zorlandığını ama yazarak kendini çok daha iyi ifade edebildiğini söyledi. Bence konuşması da oldukça iyi idi ama önemli olan tabi bunu onun hissetmesi. Çocukluğunda hissettiklerini tekrar hissedebilmek için burada bulunuyormuş. Bana en ilginç gelen bulunma sebebi bu oldu. Allah yardımcısı olsun.
Öğretmen ise tam evlere şenlik. Eminim yazarlıkta çok başarılıdır ama konuşmada tam bir fiyasko. Çok okumuş olduğu belli ama sanırım daha önceden böyle bir deneyimi bulunmamakta. Müslüm Gürses gibi konuşmanın sonunu zor getirenlerden. Başladığı yer ile bitirdiği yer o kadar farklı ki, arada bir ilişki bulmaya çalışmak bile nafile bir çaba. Bir örnek vermemi ister misiniz? Tanışalım diye derse başladı, hala tanışacağız. Okuduğu hikayeden ötürü transa girmesi, bazen susup bazen düşünüp konuşması, suratını farklı farklı şekillere sokması ve şiir okurken Genco Erkal ya da Müşfik Kenter gibi olmaya çalışması ama üzülerekten söylemeliyim ki olamaması bana itici ya da belki üzücü gelen özellikleriydi. Belki değildi ama dışarıdan çok yapmacıklı bir hali vardı.
Toplum tarafından empoze edilen sistemin bir çarklısı olmamak için bir ilk adım olarak gördüğüm bu ilk dersimden çok da memnun kalarak ayrılmadım. Ama devam edece ğim. Belki de henüz farkına bile varmadığım olumlu yönde katkıları olmuştur. Devam edip, gözlemleyece ğim. Eğer bir şeyler keşfedebilirsem sizleri de haberdar ederim ...
Çok ilginç bir deneyim olmuş sizin için :) Çokça gülümseyerek okudum, sonlara doğru gülümsemem hafiften kahkahaya dönüştü, itiraf etmeliyim :))))
YanıtlaSilBeğenmenize ve gülmenize çok sevindim. Yazarken ben de büyük keyif alarak yazdım ama ders sırasında da gülmemek için yoğun bir çaba gösterdim. Ortam da katılımcılar da yazılmaya değerdiler. Bakalım ilerleyen günlerde neler olacak ... :))
YanıtlaSil