Bu Blogda Ara

23 Ekim 2012 Salı

Sıradan bir filmin ardından sıradan olmayan düşünceler...

 Geçen akşam bizim evde küçük bir mucize yaşandı. Saat 19:00 cıvarlarında oğlum benim uykum geldi, ben yatıyorum dedi ve demekle kalmayıp şaşkın bakışlarımıza dahi aldırış etmeden ve bizden bir cevap bile beklemeden odasına doğru yürümeye başladı. Şaşkınlığımızı kısa sürede üzerinden atan ilk ben oldum ve onun peşinden koşarak önce dişlerini fırçalamasını, sonra pijamalarını giymesini ve son olarak da çişini yapmasını sağlayıp, erkenden yatağına yatırdım. Gerçekten de yattıktan kısa bir süre sonra uyumaya başladı. Tüm günün aralık vermeden koşuşturmacası güne gün doğmadan başlayanlarda işte bazen böyle ani uyku getirici olabiliyor. Oğlum uyumasına uyumuştu da eşim ve ben şaşkındık. Bu saatte (7:30 bile daha olmamıştı) baş başa ne yapacağımızı bilemez haldeydik. Birbiri ardına birbirimize teklifler yapmaya başladık: Kanasta oynayalım, hayır hayır balayı kingi, yok yok en iyisi bezik oynayalım. Film seyredelim, biriktirip izleyemediğimiz dizileri seyredelim, kitap okuyalım... Aslında hepsini yapmak istiyorduk ama hepsi hepsi ilave 1,5-2 saatlik bir süremiz vardı. Üstelik daha yemek bile yememiştik. Önce güzelce ve hiççççç acele etmeden yemeklerimizi bitirdik. Sonra üzerine kahvelerimizi höpürdettik. Yorulan yalnız oğlumuz değildi aslında, bizimde tüm gün pestilimiz çıkmıştı. Yemek sonrası iyiden iyiye ağırlaştık ve benim kuvvetli ve haklı tezlerim sayesinde film seyretmeye karar verdik. İyi ki de öyle yapmışız zira seyrettiğimiz film bugünün yazı konusu oldu.

Aslında öyle ahım şahım, mutlaka seyredin diye tutturacağım bir film değildi. Tamam konusu ve akıcılığı fena değildi ama diğer taraftan çekilmiş çok daha güzel kumar filmleri sayabilirim (evet film kumar nüveleri içermekte). Peki neden bu yazının konusu oldu? Anlatayım efendim ... Öncelikle ele alınan yalnız kumar değildi. Zaten filmde kahramanlarımız yaptıkları işlemi kumar diye de adlandırmıyorlar, matematiksel sistem kurma ya da istatistiksel modelleme diye tanımlıyorlardı. Hırs ve başarının güzel yanları da vardı filmde ve yine hırs veya başarı uğruna feda ettiğimiz ve bizi biz yapan özelliklerimizi nasıl kaybettiğimiz de. Senaryo da iyi idi oyuncular da. Filmin adı 21’di. Yazı ile yirmi bir.

Ben Mezrich'in gerçek bir öyküden uyarladığı eğlenceli "Bringing Down the House" kitabından uyarlanmış bir film. MIT'de okuyan (ki yalnızca orada okuyabilmek bile birçok kişinin hayali) Ben Campbell'in tek hayali Harvard Tıp Fakültesi'nde okumaktır. Ama söz konusu bu hayalin de bir bedeli vardır ki bu bedel yaklaşık 300.000 USD’dir. Okul kayıt parasını elde edebilmek için Ben’in tek bir umudu vardır o da bursa başvurmak. Harvard Tıp Fakültesi'nin dekanı ile ilk görüşmesinde 100’e yakın aynı cv’ye (4 üzerinde 4 ortalama, bir sürü akademik ve bilimsel diğer başarılar ...) sahip öğrencinin söz konusu bu burs için başvuruda bulunduğunu ve yalnızca bir kişinin bu bursu almaya hak kazanacağını öğrenir. Dekan son söz olarak da Ben’e şu sözleri söyler: “Kazanacak kişi öyle bir kişi olmalıdır ki başvuru formuna yazacakları ile, sahip olduğu hayat tecrübesi ile kağıttan adeta fırlamalıdır”.

Ben’in böyle bir hayat tecrübesi var mıdır? Bugüne kadar tüm hayatını derslere girip çıkarak ve tüm sınavlardan en iyi notları alarak geçirmiştir. Hayat tecrübesi mi?!!! Onun hayatını hayat olarak görmek bile tartışma konusudur. Jim Sturgess, Kate Bosworth ve Kevin Spacey’in başrollerini paylaştığı film işte böyle başlar.

Bir gün Lineer olmayan denklemler dersinde (ki bu dersi zamanında ben de almıştım) 21 takımının patronu ve aynı zamanda dersin öğretmeni Micky Rosa'nın (Kevin Spacey) dikkatini çeker ve 21 takımına dahil olur. Altı kişilik öğrenci takımı kart sayımı konusunda eğitilerek uzmanlaştırılmış bir gruptur ve tek amaçları kazandıklarının %50’sini öğretmenlerine vermek şartı ile Las Vegas'ın kumarhanelerinde black jack oynayıp milyonlar kazanmaktır.

İdealleri olan genç çocuk (Jim Sturgess ) yine ideallerine ulaşmak için bu takımın bir parçası olur. Film bu tabii Ben’in platonik aşık olduğu okulun en güzel kızlarından biri de (Kate Bosworth) bu takımdadır. Sürekli kendisi gibi looser ama çok zeki iki arkadaşı ile bira içip okulun popülerlerine bakıp iç geçiren Ben’in hayatı artık değişecektir. Kağıtları iyi sayar, hem de çok iyi sayar. İyi saydığı için kazanmaya ve takımın lideri olmaya başlar. Kızın dikkatini çeker. Eski, onu sahip olduğu özellikler için seven iki arkadaşı ile bağları zayıflar. E tabii ki kız ile sevgili olurlar. Hayat bu, bazen inişler bazen de çıkışlar vardır ve sonra yine bazı inişler. İşler bozulur. "her şey bitti" dendiği bir an olur. Ne kazanılan para vardır artık, ne bir kız arkadaş, ne eski gerçek dostlar ve de mezun olabilecek bir okul. Esas oğlan hatasını anlar, aklını başına alır ve yaptığı hataları yine akıl ve şans dolu bir planla temizler. Kovalamacalar, sorunlar, çözümler, matematik, istatistik, Las Vegas derken film mutlu sonla biter. Filmin bence tek yumuşak karnı sanki Las Vegas’ta yalnızca bir tane kumarhane varmış gibi tüm sorunların orada meydana gelmesi ve yine orada çözülmesi. Filmin ilginç yanı ise gerçek bir hikayeye dayanıyor olması.

Size bu filmi anlatmamın sebebi ise yine dekan ile yapılan son konuşma ve o konuşmanın bende oluşturduğu hisler. Başka bir ifadeyle filmin sonunda bende kalanlar bu yazıya sebep oldular.  Kahramanımız dekanın karşısına geçip başından geçenleri anlatır ve bu kadarlık bir hayat tecrübesinin kağıttan fırlamak için yeterli olup olmadığını sorar. Film zaten öylece sona erer.

Belki yeterli olmuştur belki de olmamıştır. Büyük bir dikkat, fedakarlık ve özveri ile her birimiz hayatlarımız boyunca cv’lerimizi doldurmaya çalışıyoruz. Amaçlarımız ise iyi birer hayata sahip olmak. Bizim gibi yüzlerce, binlerce aynı yerlerden mezun ve aynı özelliklere sahip insanla beraber hayata atılıyoruz. Kimimiz başarılı kimimiz daha başarılı ve yine kimimiz de çok daha başarılı olabiliyor. Kazanılan hayat tecrübeleri ve bu tecrübelerin hayatımıza olan etkileri olumlu veya olumsuz olabiliyorlar. Benim bu adamdan ne farkım var ki, ya da ülen aynı okulları bitirmişiz o nerede ben neredeyim diye hayıflanmadan önce belki de düşünmemiz gerekli ilk nokta sahi ben ne kadar istedim, ben bunun için ne yaptım, bu konudaki tecrübem nedir olmalı. Yoktur aslında birbirimizden bir farkımız her zaman doğru olmayabiliyor işte.  Şimdiki aklım olsaydı mesela dersleri çok daha farklı dinlerdim. Hayatıma bir şeyler katabilmek, yaşadıklarımla öğrendiklerimi harmanlayabilmek için uğraşırdım. Oysaki ben yalnızca sınıf geçmeyi ya da iyi not almayı hedeflemiştim. Hayat aslında okul  sonrası başlayacak kadar uzun değil. Okul hayatın içinde olması gerekirken benim için daha çok sterile bir alan gibiydi. Hayata tek etkisi ise mezuniyetlerdi.  Mezun olup iyi bir işe girecek ve hayalimdeki hayat başlayacaktı.

Hayatta başımıza gelen veya karşılaştığımız her bir olayın mutlaka bir sebebi olduğuna inanırım (okul yıllarında bunları düşünmekten çok uzaktaydım). Önemli olan olumlu ya da olumsuz tüm başımıza gelenleri iyi etüt edip, çıkarımlarda bulunabilmek. Kendimiz için avantaj haline getirebilmek. Kolay bir iş değil ve kesinlikle hem alışkanlık ve hem de büyük disiplin gerektiriyor. İşte çok daha başarılı olanların bence en büyük farkları bu alışkanlık ve disipline sahip olabilmeleri.

Diğer bir başka düşünce ise kendi hayatlarımızı yine kendimizin yaratacağı gerçeği. Aynı kişi ilk başlarda biraz yalpalasa da yine aynı özellikleri ile bambaşka ve istediği bir hayata sahip olabiliyordu filmde. Filmin çekici yanı işte içerdiği bu gizli umut mesajı idi. Her zaman için ufak bir hareketle hayatlarımızın nasıl da istediğimiz eksenlere girebileceği gizli mesajı vardı. En azından ben mesajı böyle almayı ve okumayı tercih ettim.

Farkı yaratan aslında ufak gibi görünen ama tüm hayatlarımıza yön veren bazen bizim sayemizde ve bazen de başkaları sayesinde hayatlarımıza giren ve bizim biz olmamıza sağlayan tüm bu düşünceler, fikirler; hayata geçirebilmemiz durumunda tecrübeye ve sonrada farklılıklarımıza dönüşüyorlar.

Farklı olun, fark yaratın. Hayatlarınızın sizin istediğiniz gibi gitmemesi için aslında hiçbir neden bulunmamakta. Filmin senaristi de, yönetmeni de, baş rol oyuncusu da sizlersiniz. Yeter ki bunu gönülden isteyin ve harekete geçin. Dilerim her şey aynen dilediğiniz gibi olur  

3 yorum:

  1. Ahım şahım olmayan bir film hakkında böyle bir yazı yazdıysan, iyi bir film hakkında yazacaklarını merak ettim doğrusu :)

    Kendi hayatlarımızı kendimizin yaratacağı meselesi, yazdığımız ya da okuduğumuz kadar kolay değil galiba, gerçekten çaba ve istek gerekiyor. Hayatımız istediğimiz gibi gitmiyorsa, kontrolü nasıl ele almalı, neresinden yakalamalı? Ben de tam harekete geçmem gereken noktadayım sanırım...

    YanıtlaSil
  2. Öncelikle geç cevabım için özürlerimi sunarım. İstanbul dışındaydık ve daha yeni blogumu açabildim :)

    Dut ağacı ilginç bir ağaçtır. Bazen bakarsın ağaçta tek bir dut bile göremezsin. Sonra bir adım sağa ya da bir adım sola adım atarsın ve tüm dutlar gözler önüne serilir. Bakış açısını değiştirecek tek bir adımı bile atabilmek çoğu kere yardımcı olur. Dışarıdan gözle bakabilmeli ve değiştirilmesi gerekli noktayı tespit edip o noktanın çözümünü sağlamalısın derim. Sorunlu durumun tespiti ilk adım olmalıdır bence. Tamam çok mühendisçe ve amaca yönelik gibi görünüyor ama günün sonunda zaten ilk iyi kurulması gereken de amaç denklemi olmalı. Amaç denklemi hiç değişmeyecek diye bir şey yok tabii. Durum ve şartlara göre değişebilir ama hareketlerimizi tabii bence kurmuş olduğumuz amaçlara göre düzenlemeliyiz. Umarım uzun cevabımdan sıkılmamışındır :)

    Selam ve saygılarımla,

    YanıtlaSil
  3. Rica ederim, özür ne demek. Ben de zaten yeni akıl ettim yanıt var mı diye bakmayı :) Uzun tatillerde ben de koparıyorum sanal ortamlarla bağımı ;)

    Kesinlikle sıkılmadım, ayrıca yanıtın için de teşekkür ederim.

    Sevgiler :)

    YanıtlaSil