Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir…
Şu an okumakta olduğunuz yazı sizlerle bu
platformda beraber olma şerefine eriştiğim seksen üçüncü yazım. Bir yedi adet
yazı da blogcuanne için yazmışım. Başka bir ifadeyle bu sizlerle paylaştığım
doksanıncı yazım. Umarım benim aldığım keyfi siz de alıyorsunuzdur. Yazmak daha
önceden de ifade etmeye çalıştığım üzere hep yapmak istediğim bir şeydi ve
sonunda blog tutmak suretiyle bu hobime bir nevi balıklama dalmış oldum. İlk
dönemlerde blog tutmak benim için günlük tutmak gibiydi. İlgimi çeken her
konuda yazıyor ve yorum gelip gelmemesini hiç önemsemiyordum.
Sonra bir akşam eşim bana bir tweet
gösterdi. Tweet, BlogcuAnne’den gelmekteydi. Kendisini ve blogunu muhtemelen
hepiniz biliyorsunuzdur. “Babalara Açık Mektup” isimli bir
yazı ile tüm babalara seslenip kendisine gönderilen yazılara blogunda yer
vereceğini yazıyordu. Çağrısına kayıtsız kalmayarak sizlerle daha öncesinde
paylaşmış olduğum “Ba”dan “Baba”ya yazımı kendisine
gönderdim. Ne mutlu bana ki yazı beğenildi. Bugün artık söz konusu platformda bazen
haftada bir bazen ise 15 günde bir yazı yazma mutluluk ve ayrıcalığını
yaşıyorum. Yoğun yorum trafiği ile tanışmamda bu platformda oldu. Ortada
yadsınamaz bir gerçek var ki yorumlar insanı yazmaya zorlayan itici birer güç
gibiler. Varlıklarına insan çabuk ve kolay alışıyor.
Yazmış olduğum yazılar sonrasında
yapılmış olan yorumlarda, eşimin ne kadar şanslı olduğu hep yazılmaktaydı. Haklıydılar
da. Yalan değil, kendisi gerçekten de şanlıdır. Ama bu ona özellikle göklerden verilmiş
bir hediye ya da doğuştan sahip olduğu bir özellik değildir. Şanslıdır çünkü
kendi şansını hep kendi yaratmıştır.
Şu an okumakta olduğunuz doksanıncı yazım
eşimin şanslı olmasına ilişkin olarak kaleme alınmıştır. Bu bir kıskançlık
yazısı değildir, daha çok bir imrenme, bir takdir etme, bir methiyedir. Size gerek iş ve gerekse özel hayatında bu
saptamamı kanıtlayacak birçok örnek verebilirim ama ben müsaadenizle benimle
ilgili olanlarını sizlere sunmak istiyorum.
Dile kolay günümüzden yüzlerce yıl önce,
Descartes, Montesquieu, Rousseau, Diderot ve daha niceleri gibi kol kola girip,
omuz omuza yürüyüp, düşünce ve ifade özgürlüğü için savaşan ve Fransız halkının evrim
geçirip aydınlanmasını sağlayan düşünce adamlarından bir tanesi de Voltaire’di.
Bu büyük düşün adamının, muhterem zatın, değerli şahsiyetin, kendisi gibi
meşhur bir de ünlü sözü vardır: “Senin
düşüncelerine katılmıyorum ama düşüncelerini özgürce ifade edebilmen için
hayatımı bile verebilirim…”
Eşimin benimle ilgili ve dolayısıyla beni
tanıdıktan sonraki hayatı ile ilgili şansı işte tam bu noktada başlar. Ben
özgürlüğün tüm alanlarda olması gerektiğine inanan bir insanım ve haddim
olmayarak Voltaire’in bu düşüncesine tüm benliğimle katılırım. Bu katılım çok
zor fark edilen bir karakter özelliği değildir. Birçok kişi benimle daha ilk
konuşmasından itibaren bu özeliğimi kolayca gözlemleyebilir. Eşim çok akıllı
biridir. İlk tanışmamızla beraber beni hemen çözmesi ve bu özelliğimi kendi
çıkarları için kullanması onun kendi şansını yine kendisinin yaratmasının en
önemli örneğidir.
Genelde ben yaptım ne de güzel oldu tadında bir davranış paterni gösterir.
Zaman zaman protesto tadında tartışma ve kavgalar çıkarıyor olsam da bu pek
uzun sürmez. Benim protestolarım, genelde Fransız Meclisinin, tarihçilerin işini ben de yapabilirim
yaklaşımında bulunup, meclis çatısı altında subjektif bir tarih oylayıp, utanmadan
bir de bunu kabul etmeleri sonrasındaki Fransız mallarına gösterdiğimiz boykot
kadardır. Ver misketlerimi ben artık
seninle oynamıyorum da demek bu yaştan sonra bana yakışmayacağından
şanslı olmasını bir yerde teyit eder bir hayat sürmekteyim. Pişman mıyım? Tabii
ki hayır. Herkes kendi tercihlerini yaşar.
Eşimle eğer kendisi yemek sonrası hemen kurulduğu koltukta uyuya kalmazsa ki
genelde hep kalır hemen hemen hep aynı saatlerde yatarız. Ne ben onsuz
yatağa gitmeyi tercih ederim ne de o bensiz. Eşim uykuyu sever, düzeltiyorum
çok sever ve uykusu ağırdır ya da ağırmış gibi davranır. Kullandığım ya da kelimesi emzirme dönemi öncesi ve
sonrasında ki hem de çok ani davranış değişimlerinden kaynaklanmakta. Oğlumu
emzirdiği dönemlerde gık demesiyle
uyanan sevgili eşim öncesindeki dönemlerde yanında davul çalınsa uyanmazdı.
Şimdilerde de eski günlerine dönme konusunda oldukça inatçı ve bir o kadar
azimli bir portre çizmekte. Çok yakında eski parlak günlerine geçeceğine
ilişkin hiçbir şüphem ise bulunmamakta.
Dedim ya eşimle genelde aynı saatte
yatarız. Gece boyunca oğlumun tüm çağrılarına sanki eşimle aramda gizli bir
anlaşma varmış gibi hep ben cevap veririm. Bir kere de sevgili eşim sen dur ben bakarım desin tarzında durumlar katiyen ve
külliyen yaşanmaz bizim evimizde. Bu değerli görevin her daim ben de kalması ve
ona asla geçmemesi adına uyanık bile olsa sessizliğini korur kendi köşesinde.
Çağrılar dışında oğlumun üstünü örtme
işi de yine benim omuzlarımdadır. Bazı geceler hani öyle denk gelir ki uyuduğum
saatlerin toplamı tek bir elin parmaklarını bile geçmez. Sabahları ise daha
hava bile aydınlanmadan oğlum soluğu yanımızda alır. Uykusuzluğun vermiş olduğu
saflık ile havanın hala karanlık olduğunu söylerim. Saniyesinde sanki bu soruyu
hazır bekliyormuş gibi havanın aranlık olmaya başladığı cevabını verir. Aranlık
oğlumun dilinde aydınlık demektir. Ne oğlum ne de ben eşimin rahatını bozup,
sıcak yatağından kalkmasını beklemeyiz. Onun zaten yatmaya devam edeceğini çok
iyi biliriz. Kayahan’ın “Ben nerede
yanlış yaptım?” şarkısı dilimde bana bakan oğluma hırkasını giydirmek için
yataktan kalkarım.
Diğer taraftan, böylesi bir düzeni sağlama
başarısını gösteren eşim tüm dikkatleri üzerine
toplamıyor mu? Gelin yaşananları ağır çekim olarak ve kademe kademe tekrar gözden
geçirelim: Aynı saatte yat, geceyi sürekli uyanarak geçir, sabah gün ışımadan
kalkıp güne başla, beri tarafta eşin uyumasına istifini bile bozmaya gerek
duymadan devam etsin ve dahası bunu tüm ev ahalisi normal kabul etsin. Sizce de
gerçekten tebrikleri ve takdirleri hak etmiyor mu?
Cuma
akşamları her bir demokrat babanın yapacağı üzere “bugün ne yapmak istersiniz? Nereye gidelim?” diye sorarım aile
meclisine. Eşim ne onsuz program bile yapamadığımdan başlar, tüm sorumluluğun
onda olmasının ne kadar yorucu ve yıpratıcı bir olay olduğu ile bitirir. Oğlum
ise her daim, içindeki oyuncak ve çocuk dükkânlarından, bisiklet sürülebiliyor
olmasından, büyük ve kalabalık olmasından kendisinin bir numaralı yeri olan ve dur-geç
diye okunup İstinye Park diye yazılan alışveriş merkezini tercih eder. Benim
tercihim ve söz hakkım olmamakla birlikte oğlum gibi, oradan oraya savrulmamak
ve karnımızı doyuracak yerlerin bol olması sebebiyle İstinye Parkına gitmeyi
isterim genelde.
Eşim hep
hareketli programları tercih eder. Oğlum dur-geç derken ve ben oğlumu
desteklerken, eşim Emirgan’da kahvaltı der, Sabancı Müzesi der, Pera Müzesi
der, ya da bilumum diğer müze isimlerini sayar da sayar. Polonezköy yürüyüş
der, hızını alamaz yemek de yeriz der. Hani bıraksak piknik de yaparız diyecek
türden anlayacağınız. Yürüyüş de yapmak ister, bowling de oynamak.
Genelde hep dışarıda kahvaltı edilir ve güzelce yürüyüşler yapılır bizlere inat. Bazen bir daha ittifak içerisinde olmayalım diye modası geçmiş alışveriş merkezleri dahi seçilir İstinye Park yerine. Eşim şanslıdır. Şanslı olması benim demokrat kişilik ve yönetim tercihimin, sahip olduğu ve uyguladığı faşist bir kişilik ve yönetim ile eziliyor olmasıdır.
İsveç bir kraliyettir ve resmi ülke ismi İsveç Krallığıdır. Birleşik
Krallık, Büyük Britanya ise İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda'dan
oluşur. İran ise bir cumhuriyettir ve resmi ismi İran İslam Cumhuriyetidir aynı
Sudan’nın, Sudan Cumhuriyeti olduğu gibi. Cumhuriyet rejimi olan bir ülkede mi
yaşamayı tercih ederdiniz yoksa bir kraliyette mi?
Johann Wolfgang von Goethe yani nam-ı diyar Goethe’nin çok sevdiğim bir
şiirini sizlerle paylaşmak isterim:
"Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun,
O görünmez nesneyle doldur.
Yüreğin
mutluluktan dolup taşınca,
Ona istediğin adı ver;
Mutluluk, Sevgi, Gönül, Işık,
Tanrı…
İsim gürültüden başka bir şey
değildir.
Göklerin ihtişamını bizden gizleyen
bir sistir…"
Bizim minik ama müthiş ailemizin demokratik tercihidir eşimin uyguladığı
faşist rejim. Onun bizlere sahip olması nasıl ki en büyük şansı ise; bizim ona
sahip olmamız da en büyük mutluluğumuz ve ayrıcalığımızdır.
Biricik diktatörümüzün şansının hep açık olması ve rejimin hep aydınlık
olması dileklerimizle…
Duygularınızı ne güzel anlatıyorsunuz :) .Bence de eşiniz de çok şanslı oğlunuz da.
YanıtlaSilyine nerelerden getirip konuyu bağlamışsınız tebrikler .Blogcu annenizdeki yazınızdan sonra blogunuzu merak edip bakmak istedim. Henüz diğer yazılarınızı okuyamadım . Ama sık uğrayacağım bloglardan olacağını tahmin ediyorum.
Yorumunuz için çok teşekkürler. Mesajınıza çok mutlu oldum.Umarım diğer yazılarımı da beğenirsiniz ...
YanıtlaSilHoşuma gitmedi yazın desem yine de yayimlarmisin.. açık olarak anlatmissin tebrik ederim
YanıtlaSilYorumunuzun hemen yayına girmesinden fark etmişsinizdir, ben yorumları kontrol etmiyorum, direk yayınlanıyorlar. Yorum hoşuma gitsin ya da gitmesin direk yayınlanıyor. Başka bir ifadeyle istediğimi yayınlatıp istediğimi yok kabul etmiyorum. Beğenmenize ayrıca çok sevindim. Çok teşekkür ederim.
YanıtlaSilÖncelikle şunu söylemek gerek, eşin gerçekten tebrikleri ve takdirleri hak ediyor :) Bunların hiçbirini yapım gereği yapamayacak bir kadın olarak, kendisine imrenerek baktığımı itiraf etmeliyim :))
YanıtlaSilBu durum, aslında evliliğin bir uyum gerektirdiğini, her evliliğin kendi içinde, kendine özgü bir uyumunun, dengesinin olduğunu da anlatıyor aynı zamanda.
Sonuç olarak, mutluluğunuz daim olsun demeli sanırım :)))
Senden ne zamandır yorum gelmiyordu ... Yorumuna çok sevindim :)
YanıtlaSilSenin de ifade ettiğin gibi bir şekilde her ailenin kendine göre dengesi kuruluyor ve bence bu denge mutluluk ve huzuru beraberinde getiriyorsa o aile için en ideal denge de olmuş oluyor ...
Düşüncelerini kendisine iletirim demiyorum zaten illa ki kendisi görecektir :)
Yorumun ve düşüncelerin için tekrar çok teşekkürler.