Hayallerim, hobilerim ve ben serisinin dördüncü yazısı olan Kabullenme ve tekrar başlama bölümünde sizlere Aşk Mektupları (Letters To Juliet) isimli bir filmden bahsetmiş ve mutlak surette bu filmi anlatan bir yazı yazacağım demiştim. Örnek insan, büyük düşünür, süper çizgi kahraman Homer Simpson’ın da dediği gibi “Bizi, hayvanlardan ayıran en önemli özellik,verdiğimiz sözü tutmamızdır”. Bu vesile ile de sözümü tutmanın tarifsiz mutluluğunu ve huzurunu yaşadığımı bilmenizi isterim.
Eşimin annesi ve babası geçenlerde bizdeydiler. Onların bizde olmaları hayatımızı oldukça kolaylaştırmakta olduğu artık yadsınamaz bir gerçek. Oğlum uyanık iken yıkanabilmem ve dahası televizyon karşısına oturup neredeyse hani bir filmin tamamına yakınını seyredebilmek bunun en büyük kanıtı. Ben hiç gitmesinler ve hep bizde kalsınlar istiyorum ama şartmış gibi hep dönüyorlar evlerine.
Yıkanma sonrası çok dikkat çekmeden salona gittim. Sessizdim. Umutluydum. Heyecanlıydım. Ben çıktımmmm, yapılacak bir iş var ise artık hazırımmmm, hadi bana iş verinnnn gibi naralar atmadan koltuğa önce iğriti ve hemen kalkmaya hazır bir şekilde oturdum. Sonra utanmadan iyice kaykılıp uzanıverdim. Kumanda elimde, salon bomboş, yıkanmışım ve oğlumla ilgilenecek evde benden başka üç kişi daha var. Bundan daha büyük bir mutluluk olabilir mi?
Ne seyretsem zaten beğenecektim bu kesin ama filmin İtalya'da geçiyor olması bunu garanti haline getirmişti bile. Hep söylemişimdir ve söylemeye de devam edeceğim: İstanbul dışında (son zamanlarda itiraf etmek gerekirse İstanbul daha bir ikinci planda kalmaya başladı gibi) yaşayabileceğim hatta yaşamak istediğim tek bir ülke var o da İtalya. Sürekli bunu söyleyerek bir nevi aslında secret yapıyorum ya da günün moda terimi ile vizyonluyorum.
Nelson Mandela, doğru şeyi yapmak için her zaman "doğru" zamandır demiştir. Biliyorum ve hatta eminim ki benim de doğru zamanım artık gelmek üzere. Hissedebiliyorum kısa bir süre sonra artık ben de arya ve operalar eşliğinde, bu ülkede karafta sunulan kırmızı şarap ile birlikte pizza yiyor olacağım. Yemek öncesinde serinlemek için limoncello’mu yudumlayacağım. Yemek sonrasında ise kesinlikle tercihim amaretto'lu espresso ve sonrasında grappa olacak. Venedik, Floransa, Verona, Sienna ve daha nice güzel yerlerine seyahatler gerçekleştireceğim. Aşıklar çeşmesine para atıp dileklerde bulunacağım. Dinlenmek ve güneşin tadına varabilmek adına İspanyol merdivenlerinde oturacağım. Venedik meydanlarında sokak müzisyenlerinden Verdi ya da Vivaldi dinleyeceğim. Uzun ve neşeli yemek masalarını bizzat ben organize edeceğim. Yüksek sesli sohbetler ve kahkahalar içerisinde öğle yemekleri yiyeceğim ve sonrasında siesta zamanı diyeceğim. Yavaş ve bir o kadar keyifli hayatı, mahalle baskısız din motifli bir düşünce yapısını doya doya yaşayacağım.
Kenan Evren bir gün Picasso tablosuna bakarak, bunu ben de yaparım demiş. Alain Prost ise yarış kazanmak istiyorsan, ne hızda gitmen gerektiğini bilmeli ve o kadar hızlı gitmelisin; ne eksik ne de fazla demiş. Umarım ben Marmaris ressamının durumuna düşmem ve birgün bu söylediklerimi doğru hızda giderek gerçekleştirebilirim.
Tekrar evdeki salona ve filme dönecek olursam, oldukça sıradan ama kesinlikle sıkıcı olmayan ve insanın içini ısıtan bir film seyretmeye başladım. Luciano Pavorotti tam bir İtalyandı. Hayattaki en güzel şeylerden bir tanesinin her işi bırakıp yemek yiyebilmek olduğunu söylemişti röpörtajlarının birisinde. Verona ve Sienna merkezli muhteşem manzaralı bir İtalya gezintisi içersinde, büyük masalarda, kalabalık ve gürültülü ama kesinlikle eğlenceli ve keyifli ortamlarda yenen yemek işte bu büyük ustayı hem de nasıl destekler nitelikteydi anlatamam.
Yemek ile birlikte filmde aşktan da önce öne çıkan bir başka öğe ise şarap motifiydi. Belki de şarap içmesini çok sevdiğimden, filmi benim için keyifli ve güzel kılan başka bir neden de buydu işte. Filmde herkes ama herkes benim gibi şarap severdi ve sürekli içiyorlardı. Çok kel alaka gibi görünse de söylemeden geçemeyeceğim: Brothers and Sisters adlı diziyi de sevmemin aslında ana nedeni buydu.
Filmin orijinal adı Letters To Juliet yani çevirinin aslında Juliet’e Mektuplar olması gerekir değil mi? Ama olmamış. Belki de ticari başarı kaygısından daha bir genelleme yaparaktan Aşk Mektupları demişler. Peki bu benim için ya da film için önemli miydi? Kesinlikle hayır, açıkçası umurumda bile değildi. Yalnızca ne kadar dikkatli olduğumu ve ingilizceye ne kadar hakim olduğumu sizlere ve kendime göstermek istedim J
Filmin tarzı belki de en basit yazılacak olan: Romantik komedi. Bünyesinde bu tarza uygun düşen tüm naifliği ve duygusallığı içermekte. Zaman zaman sizlere hatırlattığı bazı geçmişe yönelik anılardan içiniz sızlıyor, kimi zaman mekanları hayranlıkla takip ediyor, kimi zaman duygulanıyor ve kimi zamanda gülümsüyorsunuz. Hiçbir duyguyu içinizde pik yapacak kadar yaşamıyorsunuz ama her bir duyguyu da tecrübe edebiliyorsunuz.
Gary Winick diye biri yönetmiş ve bence işini de çok iyi yapmış. Başrollerde ise Amanda Seyfried, Gael García Bernal, Vanessa Redgrave, Christopher Egan ile Franco Nero var. Hikayeyi özetlemek gerekirse 50 yıl öncesi başlayan ve ne yazık ki yarım kalan bir aşkın günümüzdeki devamı.
Claire rolü ile Vanessa Redgrave filme hemen damgasını vuruyor. 15 yaşında İtalya’ya eğitim için gelen Claire, aile baskısı nedeniyle (ve tabii daha çok küçük de olduğundan) sevgilisinden ayrılıp İngiltere’ye geri döner. 50 yıl boyunca hiç görüşmezler, mektuplaşmazlar. Bugünkü gibi sms ve facebook’da olmadığından (en azından ayrılıklarının büyük bir bölümünde) ayrı yaşamlar kurarlar. Evlenirler. Çocukları ve dahası torunları olur. Claire, İngiltere’ye dönmeden Verona’da Ağlama Duvarı gibi aşıkların mektuplarını bıraktığı geleneksel Juiliet Duvarına bir de mektup gizler. Gizlediği bu mektup 50 sene sonra Sophie (Amanda Seyfried) tarafından bulunur. Sophie yazar olma yolunda biridir ve Claire’e çok güzel ve romantik bir mektup yazar. Claire’de torunuyla kalkıp Verona’ya geri döner. Eşini çoktan kaybetmiştir ve artık yalnızdır.
Sonrasında ise Claire, ona gönülsüzce eşlik eden torunu Charlie (Cristopher Egan) ve bu normal zamanlarda eşine çok az rastlanabilecek aşk öyküsüne neden ve niçin karıştığı belli olmayan Sophie’nin bir zamanların hızlı Lorenzo’nu bulmak için çıktıkları yolculuk ve onu bulmaları anlatılıyor.
Tabii devamı da var ama belki seyretmek isteyen olursa diye anlatmaya devam etmeyeceğim. Yalnız ufak bir notu da söylemeden geçemeyeceğim. Filmin oyuncularından Franco Nero ile Vanessa Redgrave, gerçek yaşamlarında da yıllarca ayrı kalmış ve çok sonra kavuşmuş iki sevgiliymiş. Şu an evliler ve eminim çok da mutludurlar :-) Düşünsenize neredeyse kendi hayatlarını anlatan bir filmde başrol bile bulabilmişler.
Franz Kafka, dünyayla aranızdaki kavgada, dünyayı arkanızda bırakın demiş. Bazen bütün hayatınızı etkileyebilecek bir karar almadan önce bu kararın doğurabileceği en kötü ihtimali kabullenmeniz gerekir, sonrasında da kendinizi kararlarınızın kanatlarına bırakmaya.
Umarım hayatımızda karşılaşabileceğimiz en kötü ihtimaller bu film tadında olurlar.
0 yorum:
Yorum Gönder