Konuya tekrar bir yerden ve direk olarak girmek gerekirse, yoğun ve yorucu bir çalışma haftasının ardından, herkes kendine göre bir hafta sonu programı çizer. Bazıları gideceği yerleri, izleyeceği filmleri seçer,bazıları ise buluşacağı arkadaşlarını düşünür durur. Sevgililer aranır, kıyafetler seçilir, rezervasyonlar yapılır, telefonlar edilir ve saatler kimileri için 17:00’yi, kimileri için 18:00’i gösterdiğinde o muhteşem hafta sonu başlar. En kötüsü ise yapacak programı ve buluşacak kimsesi olmayan ve büyük bir sendrom yaşayanlar ki yazının konusu onlar olmadığından bu bölüme hiç girmiyorum.
Benim hafta sonum ise farklıdır. Çok ama çok özeldir. Herkesin bırakın her haftayı, bir haftasına bile dayanamayacağı bir yoğunluktadır. Birbirine girmiş hisler dünyamın en yoğun ve ağırlıklı olarak öne çıkan hissi yorgunluktur. Yoğun fiziksel tempo o kadar yakıcı seviyelerdedir ki atık vücudunuzu dahi hissetmez olursunuz. Sahip olduğunuz tüm enerji bir vakum tarafından emilmiş gibi hissetmeye başlarsınız. Bir alışveriş merkezinden, bir alışveriş merkezine, bir parktan diğer bir yeşillik alana kendinizi sürükler durursunuz. Yanınızdan geçenlerin yüzüne bile bakmak içinizden gelmez. Sabahın kör karanlığından, akşamın geç hem de çok geç saatlerine kadar yaşayan bir ölü gibi hisseder durursunuz kendinizi. Yaşadığınızı gösteren tek emare ise çok geç yenen akşam yemeğinin çok zor ve tatsız bir şekilde sindirilme çabalarıdır.
Hafta sonlarında diğer bir ağırlıklı olarak öne çıkan his ise artık yanmaya başlayan gözlerinizden akan sürekli ve acı veren uyku halidir. Acil kafein girişini emreden vücudunuza bu takviyeyi hemen yapmazsanız ya uyuyakalırsınız ya da gözlerinizi sabit olarak bir yere dikip, aval aval bakmaya başlarsınız. Bönlük durumuna geçiş o kadar çabuk ve bir o kadar sinsice olur ki önlem almaya bile zaman bulamazsınız. Yapılacak ilk şey uyanır uyanmaz yüzümü yıkıyorum bahanesinin ardına sığınıp sessizce mutfağa yönelmek ve koyu bir kahveyi hemencecik içmektir. Sizi bu işlemden mahrum etmek isteyecek kesinlikle dahili girişimler illaki olacaktır. Duymamazlığa gelmeniz yapabileceğiniz en akıllıca strateji olur. Kahvenizi için, yüzünüzü yıkayın öyle günlük işlerinize başlayın.
Pazartesi sabahı ise doğan güneş ve gelen bakıcı abla ile birlikte her şey düzelmeye başlar. İşe adım attığınız andan itibaren ise hafiflemeye başlarsınız. Üzerinize yüklenen tonlarca yük artık alınmış gibidir. Bir kaç saat öncesinin tüm gerginliği ve huzursuzluğu, hissedilen yorgunluğa rağmen daha normale yakın bir hale gelir. Tamamen düzelme belki Pazartesi günü içerisinde olmaz ama yavaş yavaş iyileşmeye başladığınızı yine de hissedersiniz. Bir hafta sonunu daha başarılı bir şekilde geçirmiş olmanızın o dayanılmaz gururunu yudumladığınız kahve ile Pazartesi gününün ilk saatlerini geçirmeye başlarsınız.
Şaka ve abartılarım bir yana çoğumuz gün içerisinde ama öyle ama böyle sürekli bir takım işlerin, uğraşların peşinde koşturup duruyoruz. Çoğu kere hayatımızdan geçen ve bir daha gelmeyecek olan zamanı unutup duruyoruz. Önceliklerimiz bile değişebiliyor, bulanıklaşabiliyor. Hatta belki rahat bir nefes alacak zamanı bile kendimize çok görebiliyoruz. Sonu gelmeyen bir biri ardına yapılan toplantılar, görüşmeler, günlük severek ya da sevmeyerek bir şekilde yapılan rutin işler, alışkanlıklar derken eve gitme zamanını bile kaçırabiliyor, öteleyebiliyoruz ki bende bu maalesef çok oluyor.
İşten geç çıkmak ve asla çözülemeyecek bu arapsaçı İstanbul trafiğinin içerisinde eve gitmenin her türlü yolunu bulmaya çalışmak bile günlük stres limitinizi doldurmak için yeter de artar zaten. Durum böyle olunca da insan evine vardığında günün stresinden kurtulup, rahatlamak istemesi kadar doğal ve bir o kadar insanca başka bir istek olamaz. İşte bu noktada imdadıma yetişen, ne eve vardığımda içtiğim bir kadeh içki, ne farklı çiçeklerden oluşmuş sakinleştirici bitki çayları, ne de mis gibi kokan rahatlatıcı mumlardır. Beni rahatlatan eşimin ve oğlumun varlıklarıdır. Eve varışımda onları bulmamdır. Eşimin sarılması, oğlumun öpmesidir.
Siz bakmayın şikayet edip durduğuma, hem hafta içlerinde işte, trafikte, toplantılarda ve hem de hafta sonlarında evin içerisindeki yoğun işlerde,tüm bu zorluklara katlanabilmemi sağlayan tek şey oğlum ve eşimle geçirdiğim zamanın sağladığı büyük keyif ve mutluluktur. Hayatta zaten bu mutluluğu ve keyfiyeti sağlayabilecek başka ne olabilir ki!
Bir zamanlar Anadolu Hayat Sigortanın bir reklamı vardı. Erik Satie'nin Gymnopédie no.1 eşliğinde söylenen sloganı bir çok kişi gibi benim de hala aklımdadır: Evdeki huzur, mutluluk budur.
Sözüm ona geçirdiğimiz son hafta sonunu anlatacaktım. Biliyorum hala anlatmaya başlamış değilim. Gelin o zaman şimdi hep beraber bir kaç gün öncesine, Cuma gününe, geri dönelim ve beraber eğlenceli bir hafta sonu geçirelim. Ne dersiniz?
0 yorum:
Yorum Gönder