Bu Blogda Ara

27 Ocak 2011 Perşembe

Fethedilecek ilk ülke insanın kendisidir - 1

Alternatif tarih ...

Bugünkü ve bundan sonraki birkaç yazımın konusu; diğer yazılarımla kıyaslandığında, oldukça ciddi bir konu olacak. Konunun uzmanı olmadığımdan çok detaylara girecek değilim zaten haddim de olmaz ama son zamanlarda okuduğum kitaplardan, kafamda oluşturduğum bazı noktaları sizinle paylaşmak istiyorum. Bu paylaşımı yapmak istememin nedeni aslında hem tüm bunları sizinle paylaşmak ve hem de kafamın içinde karışık bir halde bulunan tüm bu bilgileri en azından yazıya dökmek suretiyle belli bir düzene sokabilmek. Belirttiğim gibi herkes için gerçek başka olabilir. Kimsenin kişisel inanışlarını yargılayacak değilim, yalnızca genel kabul gören akışa farklı yönde bakan bazı kitapların bende bıraktığı bazı noktaları sizlerle de paylaşmak isteğindeyim.  

Kolay bir konu değil, en azından benim için, ayrıca yanlış anlaşılmalara da açık bir konu gibi görünüyor. Kimseyi kırmak isteğinde ve amacında da değilim. Umarım amaçlarıma ulaşabilirim. 

Okunma kolaylığı ve dikkat dağılması olmaması için de muhtemelen 5 ayrı yazı ile tüm konuyu özetlemeye çalışacağım. Yazıya bir soru ile başlamak istiyorum:

Dinlerin amacı nedir?

Tarihin sayfalarını karıştırdığımız zaman insanlığı birleştirmek, fikir ve inanç farklılıklarını, bunlardan doğan çekişme ve kavgaları ortadan kaldırmak, insanın sömürülmesine, başka insana  köle olmasına engel olmak için ortaya çıkan bütün dinlerin, ideolojilerin ve felsefe akımlarının, neticede başka bölünmelere, başka kamplaşma ve kutuplaşmalara, yeni yeni kavga ve uyuşmazlıklara yol açmış olduklarını görmekteyiz. İlahi güce inanan çeşitli dinlere mensup olanlar, mabetlerini, kutsal kitaplarını, bayram ve tatil günlerini, giyim ve kuşamlarını farklılaştırmışlar, bununla da yetinmeyerek, mezarlarını, hatta ahireti bile ayırmışlardır. O tek ilahi gücün, o tek cehennem ya da cennetini bile parselleme cesaretini göstermişlerdir. Böylesine bir tablo içerisinde insanın gururla şu dine ya da bu dine mensubum diyebilmesi her geçen gün biraz daha zorlaşmıştır.

Bırakın farklı dinleri, aynı dinin bünyesi içinde gelişen çeşitli mezhepler bile mabetlerini ayırdıkları gibi mezarlıklarını bile bölmüşler, hatta ahirette dahi cennetin sadece kendileri gibi inananlara mahsus olduğunu ileri sürerek orasını bile parsellemekten geri kalmamışlar. Bugün ülkemizdeki ortak dile, köke, görünüşe, örf ve adetlere hatta dine sahip olmamıza rağmen yaşanan yapay ve provakatif bölünmeler ya da Ortadoğu’daki ülkelerde yaşanan kargaşanın sebeplerinden birinin bu olması – en azından bir birliğin, bütünlüğün sağlanamıyor olmasının arkasında yatan sebebin bu olması -  bunun belki de bize en yakın örnekleri olarak karşımıza çıkmakta.

Dinlerarası ve dinin kendi içindeki bu çekişmelere ek olarak, bugün insanının, devamlı gelişen teknoloji, gittikçe artan işsizlik, her geçen gün zorlaşan kentsel yaşam, toplum dışı bırakılma, ırkçılık, terörizm, manevi değerlerdeki anarşi, ferdin robotlaşması gibi bir çok problemle karşı karşı olduğunu da görmekteyiz.

Böylesine karamsar ve her geçen gün kötüye giden bir yapılanma içerisinde, amacı, insanlar arasında dostluk ve sevgi bağlarının güçlenmesi, insan kişiliğinin yüceltilmesi, insanlığın özgürlük ve barış içinde gelişmesi olan bir takım güçlü, sağlam değerlere ihtiyacımız bulunduğu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Onur duyulacak bir yaşam biçimi için aslında gerek ve belki de yeter şart içimizdeki erdemlerin ve insaniyetin dışarıdan görülür hale gelmesi, getirilebilmesidir.

Peki ama bunu nasıl başaracağız? Kimlerden, nelerden, hangi öğretilerden yardım alacağız? Mesela sahip olduğumuz inanç sistemi, dinimiz buna yardımcı olabilir mi? Ya da felesefi, töresel veya bilimsel çalışma ve öğretilerde bunun cevabını bulabilir miyiz? Peki zaten eğer bulabiliyor olsaydık, bu ayrışmaları, bu parçalanmaları, bu iç ve dış kavgaları günümüzde bu kadar şiddetli bu kadar olağan yaşıyor olabilir miydik? 

Dinlerin tarihsel değişimlerini incelediğimiz zaman aslında tüm bu soruların cevaplarını da beraberinde görebilmekteyiz. İnsanlık tarihi 200.000 sene öncelere dayanmakta. Günümüzün semavi ve diğer inanışlarının ömrü ise yalnızca 6.000 sene. Başka bir ifade ile insanlar gerek dinsel yaşamlarında ve de gerekse teknolojik hayatlarında dev adımlar atmak için 194.000 sene beklemişler. Bu bana çok da mantıklı gelmiyor açıkçası. Düşünün ki tekerleğin bile icadı M.Ö. 4.000'ler olarak öne sürülmekte. Tarih kitapları sizce her zaman doğruyu yazarlar mı? Bize söylenen insanlık tarihi ya doğru değil ise ya da daha iyimser ifadeyle ya eksik ise? Ortaya çıkmayı bekleyen ya da kasıtlı bir şekilde gölgede bırakılmak istenen alternatif bir tarih var mıdır?

Klasik düşünce yapısını değiştireceğini düşündüğüm bazı örnekler vermek isterim: Günümüzden 3.000 sene önce Hindistan’da yazılmış, Mahabharata’da uzak geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif ediliyor: Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi atıldı. Birden her yer karanlığa gömüldü. Daha sonra gözleri kör eden bir bir ışık ve kulakları sağır eden bir gürütü çıktı. Ardından meydana  gelen büyük ısıda, sular buharlaştı. Filler, insanlar, atlar bir anda kavruldu. Ağaçlar tamamen yandı. Her yer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye kalan sadece bir avuç kül kalmıştı. İlginç değil mi? Tabletlerin yazıldığı dönemlerde ateşli silah bile ortada yok. Hayal güçleri gerçekten de en az Jules Verne kadar güçlüymüş ...

Hint Samsaptakabadha yazıtlarında ise göksel kuvvetlerle yol alan uçaklardan ve patlama kuvveti 10 bin güneşe denk bir silahtan bahsedilmekte. Sankritçe yazılmış Mausola Purva’da da tüm bir kavimi kül eden bir demir yıldırımdan bahsedilmektedir. Sağ kalan çok az insanın saçları ve tırnakları dökülmüş, cesetler tanınmayacak ölçüde yanmış, kuşlar bembeyaz kesilmiş ve yiyecekler yenmez olmuş. Dikkatinizi çekmek isterim, böylesi net ve açık bir tarif günümüzün tarifi değil.

Din kitaplarında yazılan şeylerden bana göre en az bir tanesi doğru, o da Tufan. Din ve teknoloji tarihi için söyleyebileceğimiz en somut şey gerçekten de bir tufanın hatta birkaç tufanın gerçekleşmesi olacaktır. Dünyanın geçirdiği bu felaketlerden sonra çok az belge ve bulgu günümüze kadar erişebildi. Kişisel fikrim insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında, en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğu yönündedir. Yine bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını düşünmekteyim.

Tabi bu fikri yalnızca içimdeki sese göre söylemiyorum. Beni bu konuda destekleyen bir kişi var: James Churchward. 1883’de Batı Tibet’te bir manastırda baş rahiplik yapan Rishi'den bir ölü dili öğrendi ve böylelikle bazı belgeleri gün yüzüne çıkardı. Bu dilin adı Naacal dili, tabletler ise 15.000 sene önce yazılmış Naacal Tabletleriydi.

Tabletlere göre “... evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay meydana geldi ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar bir araya geldi.. Bu gazlar güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce  hava sonra su oluştu.Sular dünyayı kapladı, güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (RNA_DNA) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı...”

Günümüzdeki geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli bir benzerlik sadece tesadüf mü yoksa en az 70 bin yıllık bir uygarlıkta bu kadar bilgi zaten normal mi kabul edilmeli?

Bugün belki yüksek sesle olmasa da fısıltıyla söylenmeye başlanan bir gerçek var ki o da gerek uygarlığın ve gerekse tüm günümüz dinlerinin köklerinin aslında çok eskilere dayandığı ve aslında yeni diye tanımlanan dinlerin de eski kadim dinlerin devamları ve yalnızca görünen yüzleri oldukları gerçeğidir.  

Bir sonraki yazımda sizlerle beraber tarihte ufak bir yolculuk yapacağız ve eski ile günümüz dinleri arasındaki bana göre şaşırtıcı bazı benzerlikleri beraber göreceğiz.

3 yorum:

  1. İlgi çekici bir yazı. Bu konular hep merak ettiğim, ilgi duyduğum konular arasında yer alıyor.

    Merakla devamını bekliyorum :)

    YanıtlaSil
  2. Yazınızı görünce çok heyecanlandım ve keyifle okudum. Devamını ben de Berna Hanım gibi bekliyorum. Kendi içsel yolculuğuma faydası da olacağını düşündüm bir an. Bu arada, sizin içinizdeki mevsim nedir şu an?

    YanıtlaSil
  3. Öncelikle yazımı beğenmiş olmanız beni çok mutlu etti. Bu konular benim için de her zaman ilginç konular olmuşlardır. Son zamanlarda farklı gibi görünen ama içeriği çoğu zaman aynı olan birçok kitap okudum ve önce yalnızca kendim için bazı notları bir araya getirmeye başladım. Sonrasında da düzene sokup sizlerle paylaşmaya karar verdim.

    Konu hassas bir konu olduğundan oldukça tereddütle yazdığımı itiraf etmeliyim. Aslında 5 bölümü de bitirdim sonra kendime göre anlam bütünlüğü bozulmayacak şekilde beş bölüme ayırdım. 3-4 gün arayla onları da yayınlamayı düşünüyorum. Umarım diğer bölümlerde aynı şekilde keyifle okunur.

    İçimdeki mevsim sürekli değişiyor. Bazen yazın sıcağında terlerken bir anda değişip kışın ortasında üşümeme neden olabiliyor. Düşünce maddedir ve eylem kadar da önemlidir. Düşünme biçimlerimiz bizi biz yapar ve yalnızca bizi değil çevremizde bulunan herkesi ve dolayısıyla da tüm dünyayı etkiler ama en çok da bizi etkiler.

    Bu nedenle ben ne kadar kış ya da sonbahar hissedersem hissedeyim yazdaymışım gibi düşünmeye zorluyorum kendimi. Çünkü ben başımıza gelen tüm olumlu ve olumsuz şeylerin sebebinin ve sorumlularının yine bizler olduğumuza inanıyorum. Olanların tümü bizlerin kendi seçimi. Bazı başımıza gelenler üzücü de olsa hayatta ki gelişmemiz için gerekli ama ırmakların bir hızları vardır ve bu hızı doğasından daha hızlı akıtamayız. Yani bazen başarılı oluyorum bazen de olamıyorum ama deniyorum.

    Her şey kendine uygun zamanda gerçekleşir.

    Sevgi ve saygılarımla,

    YanıtlaSil