Bu Blogda Ara

14 Kasım 2011 Pazartesi

Lafla peynir gemisi yürümüyor…

Güzeller güzeli bir ülkede yaşıyoruz. Etkin bir şekilde kullanmıyor olsak da 3 tarafımız denizlerle çevrilmiş. Bir tarafımız zamanında Türk gölüne dönüştürdüğümüz Akdeniz bir tarafımız hırçın ve dalgalı Karadeniz.  Rusya’nın sahip olmak için yüzyıllardır can attığı ve her bir fırsatı değerlendirmeye çalıştığı boğazlara sahibiz. Anlı, şanlı, gurur duyulacak bir tarihimiz var. Toprağımız bereketli, iklimimiz ılıman, insanımız özünde iyi, birçoğu çalışkan ve fedakar. Azalmaya başlıyor olsa da hala ailenin çok önemli ve kutsal kabul edildiği bir zihniyete sahibiz. 

Güzeller güzeli bir ülkede yaşıyoruz. Bunu kim inkar edebilir ki?

70 milyonun üzerinde kişinin yaşadığı ülkemizde yazacak konu yığınla. Üşenmeyin ve gazetelerdeki başlıklara, televizyonlardaki yayınlara bakın. Göreceğiniz yalnızca kötü haberler olacaktır. Bir kaç tane iyi ve insanın içine aydınlatan, gününü aydınlatan haber ise köşe bucağa ve oldukça küçük puntolarla ve muhtemelen kerhen verilmekte. İnsanı üzen, gelecek açısından kaygılandıran ve hatta umutsuzluğa düşüren haberler ise adeta insanın gözüne sokulmakta.

Dikkat etmişseniz çoğu zaman bu konulara girme tercihinde bulunmamışımdır. Yazmama tercihim benim için söz konusu bu konuları görmemezlikten gelme ya da kulağımın üzerine yatma değildir. Bilakis tüm bu iç kapatıcı konuları aslında üzülerekten ve çoğu kere kaygıyla takip etmekteyim. Açıkçası birçoğu için yazacak bir kaç kelimem de çoğu kere heybemde bulunmaktadır ama genelde kendime saklamaktayım.

Köşe yazarları gibi konudan avantaj sağlamaya çalışıp gündem üzerine yazma kolaylığına girmemek gibi bir nedenin arkasına sığınacak değilim zira bence bu kolaycılık değil bilakis gündemi yakalamak aslında. Ama ben bilinçli bir tercih ile yazmamayı tercih etmekteyim.
Nedeni mi? Aslında çok açık hatta naif ve bir o kadar insanca aslında...

Bu konuları yazmak açıkçası içinde bulunduğumuz durumda beni korkutuyor. Hem kendimi, hem de ailemi düşünmek zorundayım. Kişisel olarak bir Yılmaz Özdil, bir Can Ataklı, bir Emin Çölaşan, bir Bekir Coşkun, bir Levent Kırca, ya da bir Müjdat Gezen kadar da cesaretli olduğumu söyleyemem.

Arkamda beni koruyacak ve savunacak ne koca koca, büyük firmalar, ne avukatlar ordusu, ne de geniş bir hayran kitlesi olmadığından bu konularda uzun uzadıya, içimden geldiği gibi yazmıyorum. Aslında kendime uyguladığım bu gönüllü/zorunlu oto-sansürden ötürü yine kendime kızdığımı pek söyleyemem.

Konu düşüncelerin yazılı hale getirilmesi olduğunda cesaret tabii ki yalnızca teferruat olmaktadır. Onlar gibi konunun özüne bu kadar direk ve bu kadar başarılı girebileceğimi de düşünmüyor olduğumu itiraf etmeliyim.

Bir Müjdat Gezen üstat mesela; “ Ekim ayına söyleyin bundan böyle 28 çeksin, Kasım 9 çeksin, Nisan 22, Ağustos 29 çeksin. Çünkü birileri bizi çekemiyor ” diye yazmış. Anlatılmak istenen konu, verilmek istenen mesaj birkaç kelime ile başka nasıl bu kadar güzel ve bu kadar bam teline dokunacak kadar etkili anlatılabilir ki? Atamız da “Sanatçı güneşi alnında ilk görendir” derken tabii ki yine boş yere dememiş.

Bir cümlesiyle bir yığın insanı yıllar yılı tartıştırma becerisine ve zekasına sahip Aziz Nesin’i haklı bulan ve hatta oranı az bile söylemiş olduğunu düşünen bir birey olarak yukarıda ismini saymış olduğum bu değerli düşünce adamlarının boşa kürek çektiklerini özellikle ve üzülerekten belirtmek isterim.

Düşündükleri, dile getirdikleri ve yaptıkları ile tabii ki tarihe bir not düşüyorlar ama hedefi bulma şansları bu kadar dar bir ortalama dağılımda oldukça güç ve bana göre neredeyse imkansız. İşte belki de bu yüzden Sanat, sanat için olmalıdır düşüncesini benimsiyorum. Eğitimin bu denli düşük ve söz konusu oranın da bu kadar yüksek olduğu bir ortamda yine kişisel görüşümdür demokrasi yerine Cumhuriyet birincil amaç olmaya devam etmelidir. Söz konusu yukarıda zikredilen bu değerli şahsiyetlerin yine de bu uğurda çalışmalarına devam edeceklerinden hiçbir şüphem de yok. Açıkçası onların varlığından mutluluk ve huzur duyuyorum. Bir nevi sözleri ile yazıları ile rahatlıyorum.

Beylik büyük laflar edecek değilim. Konu hakkında uzman da değilim. Haddim de değil ama bazı gördüklerimi bir yaşayan olarak biraz özetlemek de isterim. Ayrıntılara girmek hem de hiç istememekle beraber kıyısından köşesinden biraz değinmek adına kendimce önemli bulduğum bazı ana konu başlıklarını sıralamak isterim.

Bence gündemde sürekli tutulup, çözüm adına konuşulması gereken ama bir şekilde hep diğer başka doğal veya yapay sansasyonel olaylar nedeniyle belki de özellikle perde arkasına itilen, her geçen gün biraz daha artan, biraz daha hassaslaşan ve gerilimin artmasına neden olan işsizlik, yoksulluk ve hatta açlık konuşulması, yazılması, dikkat çekilmesi gerekli ilk konu olmalıydı.

Konuyu mevcut hükümete bağlamak ise yalnızca kolaycılık olacaktır. Bence bu hükümette değişen tek şey sermayenin sahibi olmuştur.  Sermaye el değiştirmiş, bazı kesimler paralanmıştır. Fakir ve yoksul kesim ya da onların çocukları, tanıdıkları ya da komşuları yine sabit olarak bu manzaradaki yerini korumaktadır. Konu hakkında yazılacak tabii daha yığınla şey var ama dedim ya ben yalnızca hafifçe dokunacağım. Belki yarın belki yarından da yakın bu konuyu derinlemesine analiz ederim.

Diğer bir hassas konu ise son zamanlarda özellikle artan, arttırılan şehitlerimiz ve buna karşı yetersizliğimiz. Bir yandan içimiz yanıyor ama bir yandan da ateş düştüğü yeri yakar gerçeği ile her gün yüzleşmek durumunda kalıyoruz. Birileri bu işlerden nemalanmaya çalışırken Okan Bayülgen gibi şövalyeler ise özel temalı bir kanalda Don Kişot’luk yapıp adeta yayıncılık ve dürüstlük dersi veriyor. Kendisiyle aynı liseden mezun olmanın kendi adıma gururunu yaşadığımı özellikle belirtmek isterim. 

Bilanço o kadar acı, o kadar yürek paralayıcı ki insan sarsılıyor. Üzülüyor, içi burkuluyor ama çok değil bir kaç saat sonra yeniden Fenerbahçe küme düşecek mi konusuna geri dönüyor. Vah hem de ne vah ölenlere ve acılar ve özlemler içerisinde geride bıraktıkları ailelerine. Söz konusu bölücü örgütün bir süreliğine bile olsa ilacı olan zamanın hükümetinin yol verdiği karanlık işler, yasal olmayan oluşumlar, kontrol edilemeyen bağımsızlaşmış ve bence kanserleşmiş güç odakları ise bugün hala temizlenmeye çalışılıyor. Çözüm yok mu tabii ki var ama bir olunamıyor ki çözülebilsin. Yalnızca orduyla çözülemeyecek olması gün gibi aşikar. Kuruluşu bile Sovyetler Birliği’nin dağılışına denk gelen bir örgütten bahsetmekteyiz. Bu bir tesadüf olabilir mi?
Çözümün her türlü çalışmalara rağmen sağlanamaması ve tabii bunun sonucu her geçen gün biraz daha artan hatta faşizme kadar varan bir milliyetçilik, kafatasçılık ve neredeyse ayrıştırılmış bir millet.

Bu ayrım o kadar belirginleşti ki son gerçekleşen ve içlerimizi burkan Van depreminde toplumumuz düşünsel anlamda da birbirinden ayrışmaya başladı: Yardım yapalım diyenlerle en basit ve naif anlamında yardım etmeyelim görüşünü savunanlar.

Sözü açılmışken Van depreminden sonra Cumhuriyet bayramının iptali ve aynı zamanlara denk gelen malum Ankara’daki düğün de oldukça tartışmalar neden oldu. Bir kısım yerinde bulurken bir kısım ise Cumhuriyet Bayramı törenlerinin ve de kutlamalarının iptalinin "Van depremi ile" alakası yoktur görüşünü savunarak Van depremini  "kılıfı örtülmüş ve hatta güzel paketlenmiş, geçerli bir özür” olarak gördüler.

Hatta kimi tartışma panellerinde ve sanal platformlarda şu an ki kafa yapısı ve çalışma şeklini  "önce bir yem atmak, reaksiyonları ölçmek, eğer çok reaksiyon gelmez ise, devam etmek" seklinde özetledirler. Can Ataklı da günlük köşesinde “Cumhuriyeti de iptal edin bari. Haftaya kurban bayramı kutlanacak mı diye?” sorarak tepkisini dile getirdi. Bekir Coşkun ile Emin Çölaşan ise Ankara’daki malum düğünün zamanlamasını sütunlarına taşıyarak bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demeye getirdiler.

Kişisel olarak ise 88 yılda bu ülke nice acılar yaşadı; Erzincan depreminde 33 bin, Kocaeli depreminde 17 bin kişi öldüğünde bile Cumhuriyet Bayramı etkinlikleri iptal edilmedi de bugün neden iptal söz konusu? diye sormadan edemiyorum. Cumhuriyet Bayramında davullu zurnalı, dansözlü kutlama yapılmıyor ki. Günün anlamının, Cumhuriyetin nasıl kurulduğunun, milli birlik ve bütünlüğün ne anlama geldiğinin anlatıldığı konuşmaların yapıldığın bir bayramdan bahsediyoruz.
Hem kutlamama gerekçesi Van depremi olunca adama sormazlar mı “deprem gecesi de dâhil hala her gün televizyon programlarından eğlence neden eksik olmuyor” diye.
“… Önce uyutuyorlar, sonra soğutuyorlar ve en sonunda da rafa kaldıracaklar…”
“…Ortalama ılıman insanlar türetiyorlar, kılık değiştirenler de kervanını yürütüyor.”
“…bu vatan kime emanet edilmişti? Emanete sahip çıkılıyor mu?

Bende özellikle yukarıdaki ve benzeri konuşmalarda ve yorumlarda bulunan insanlara sesleniyorum, sahi sizler “emanete sahip çıkıyor musunuz?

CHP'nin iki kalesini gören bir noktadan Şişli ve Beşiktaş’a - ki bu mahallelerde göbeğini kaşıyanlar değil, cumhuriyetin "elitleri" oturur - baktığınızda Şişli’de ve Beşiktaş’ta bir elin parmaklarını geçmeyecek dairelerde bayrak görebildiğim bir 29 Ekim’de ister istemez geçmiş yılların bayrak zenginliğini hatırlamadan edemiyorum.

O zaman iktidara "neden yasakladın" diye sormak yerine "ben ne yaptım" diyerek başlamak daha yerinde olmaz mıydı? 29 Ekim tarihinde hem City's ve hem de İstinye Park ağzına kadar ziyaretçi doluydu ve üzülerek ve şaşıraraktan söylemeliyim ki hiç bir dükkanda bayrak maalesef yoktu.

Sen sahiplenmezsen ne mi oluyor?

6 gazete Cumhuriyet Bayramı'nı görmezden gelebiliyor: Taraf, Evrensel, Milli Gazete, Özgür Gündem, Yeni Akit ve Yeni Asya.

Daha önce de Cumhuriyet Bayramı'yla ilgili duyuru koymayan Taraf gazetesinin genel yayın yönetmeni Ahmet Altan, o günkü yazısında Atatürk'ün diktatör, Cumhuriyet'in ise diktatörlük olduğunu iddia ederek "Cumhuriyet’iniz ve bayramınız size kutlu olsun. Biz, kutlamak için demokrasiyi bekleyeceğiz" satırlarına pervasızca ve cesaretle ama utanmadan yer verebiliyor.

Altan geçtiğimiz 29 Ekim'de de bu türden kutlamaların sadece diktatörlüklerde görülebileceğini, normal gazetelerin böyle duyurular koymayacağını ileri sürmüştü. Bu sene işi biraz daha ileriye götürmesinde bir beis görmeyebiliyor.

Tabii İzmir’e ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Meydanları dolduran ve Cumhuriyet Bayramını kutlayan o görkemli ışıl ışıl aydınlık insanlara bir sözümüz tabii ki olamaz.

Aslında benim haddim değil ama siyaset bilimcilerin belki de tartışmaları gereken en önemli konusu tüm yukarıda sayılanlara rağmen her geçen gün ve üstelik 3.dönemlerindeyken bir iktidarın bu kadar yükselebilmesi olmalıdır. Başlı başına bir yüksek lisans tezi olmayı hak ediyor bu konu. Bunun nedenini esameleri okunmayan, cılız söylemli ve kimseye umut vermeyen bir muhalefete veya Aziz Nesin’in tezine bağlamak hem iktidara haksızlık ve hem de kolaya kaçma olacaktır.

Ya yolunda yürürüz ya da bu yolda ölürüz diye bağıranlar; lafla peynir gemisi yürümüyor.

0 yorum:

Yorum Gönder