Bu Blogda Ara

25 Kasım 2011 Cuma

Muhteşem bir öğle vakti!

Beni tanıyanlar bilirler, yemek yemesini çok severim. Güzel donatılmış sofralarda dostlarla veya aileden kişilerle yemek yemenin biz insanlara verilmiş en güzel hediyelerden bir tanesi olduğuna inanırım.

Yıllarca akşam yemeklerine çok önem verdim ve çok özendim. Kahvaltılar da yine atlamadığım, keyif alarak zaman geçirdiğim öğünlerden bir tanesi olmuştur. Öğle yemelerim ise hiçbir zaman gereken önemi hissetmediler. Genelde hep yemiş olmak için yedim. Atladığım çok az olmuştur ama çok özene bözene ortam yarattığım bir öğün de hiç olmamıştır.
Hayat kendi içinde bir denge her zaman bir şekilde yaratıyor. Yıllardır, hadi en azından çok az önem verdiğim diyelim, öğle yemekleri bugün benim üzerine titrediğim öğünlerin hem de en başında gelmekte. Öğle saatleri ve özellikle öğle yemekleri benim için son 3 senedir çok ama çok önemli.
Daha saat 11’den itibaren nereye gideceğimi ve ne tüketeceğimi düşünmeye başlıyorum. Çoğu kere o saatlerde acıkmış bile olmuyorum ama yine de  öncesinde oturup ne yapacağımı düşünüyor, bu keyifli 1,5 saati adeta dakika dakika planlıyorum. Evet doğru okudunuz J Firma çalışanları olarak çok şanlıyız; tam 1,5 saatlik bir öğle arasına sahibiz. Bu konuda ki duyarlılığı için patronumuza en azından içimden şükranlarımı sunmak isterim.
Öğle yemekleri benim için çok önemlidir çünkü tuvalette geçirdiğim saatleri saymazsak (ki evde kaç kere apar topar çıkmak zorunda kalmışımdır)ancak bu 1,5 saatlik sürede yalnızca kendimle başbaşa kalabiliyorum. Bu uğurda şirkette anti-sosyal görünmeyi bile göze alabiliyorum.
Evdeki akşam yemekleri bizde büyük bir kargaşa içersinde geçer. Bir kere yemelerim ve içmelerim hatırı sayılır miktarlarda ve uzunluklarda kesilir. Mesela oğlum “tamam saklandım, odamdayım, beni bullllll” diye bağırır. Tabii ben hemen odasının yolunu tutarım. Bir kaç kere o, bir kaç kere ben saklandıktan sonra yeniden masadaki çıkışa en yakın yerime geri dönerim.
Eşim de sevecenlikle başladığı ve hep kendi yaşadıklarını anlatan konuşmalarında kendisini dikkatle dinlememi ister. Onun hayatında benim hayatımın tersi olarak hep birşeyler olur. Bu birbirinden önemli konuları da tüm detayları ile anlatır. Çok şükür yorum beklemez, yalnızca konuşur. Ben de gözlerim ona bakarak, yemek yemeğe ve kendimle kalmaya devam ederim. Bazen sen nasılsın diye sorar ama önemli değildir. Ben daha cevap vermeden o başka yine kendisiyle alakalı bir konuya başlamıştır bile. Bu arada oğlum eşimi dinler gibi yaparak dinlemekte olduğum müziği beğenmez ve kendisinin artık ezberlediğimiz, tüm sözlerini içselleştirdiğimiz (hani bestecisi ya da söz yazarı olsak bu kadar biliyor olabileceğimiz)şarkılarını dinlemek istediğini söyler. Hadi gücününüz yetiyorsa kendinizi iyi hissettiğiniz, stresinizi yok eden, günün yorgunluğunu üzerinizden alan, sevdiğiniz parçaları dinlemeye devam edin de göreyim sizi. İllaki masadan yeniden kalkılır ve istediği gerçekleştirilir. Hep beraber o muhteşem şarkılar dinlenir, hatta zaman zaman coşkunuzu kontrol edemeyip kalkıp dans etmeye bile başlarsınız. Eşim bu dansların sebebini şaraplara bağlasa da ben biliyorum nedeni yalnızca ve yalnıza bu muazzam derinlikli şarkıların ben de yarattığı içsel çoşkudur.
5-6 ortalama kalkış oranıyla yemeğimi tamamlamaya çalışırken “hala mı devam ediyorsun, nasıl bu kadar yemeği uzatabiliyorsun, mahsus mu yapıyorsun” sevgi ve huzur cümlecikleriyle yemeğimin bir kez daha bitmeden sonu geldiğini anlamış olurum her defasında. Anlayamadığım ise o sevgi cümleciğin içinde geçen “mahsus” kelimesi olmaktadır hep. Cevap vermek veya soru sormak, tecrübe ile sabit,durumu iyice zora sokacaktır. Şarabın etkisini sıfırlama riski ise cabası. Susup hızla masayı toplamaya başlıyorum ki oğlumu uyutmaya başlayabileyim. Çoğu kere de zaten oğlumla uyuyakalmayı gerginliğin tekrar yaşanmaması için tercih ediyorum.
Kahvaltı için ise zaten zamanım yok. Oğlumu yuvaya bırakma saatim ile iş başı yapma saatim aynı. Nasıl hala kovulmadığımı merak ediyorsanız gün içerisindeki beni bile şaşırtan muazzam performansım. İşimi seviyorum ve gereken önemi her bir dakikasında gösteriyorum, bu nedenle de giriş çıkış saatlerim çoğu kere önemli olmuyor.
Gün ortasında ihtiyacım olan şey, günlük olayları konuşup, yönetici çekiştirip, dedikodu yapmak çoğu kere olmuyor. Tek istediğim bir kadeh şarap eşliğinde, sakin bir ortamda, hafif bir müzik dinleyerek , kitabımı okuyup, lezzetli yemekler yiyebilmek. Çoğu kere şirketten birileri olup da yanıma gelirler diye özellikle uzak yerleri tercih ediyorum. Sessizce köşeme kuruluyor, kitabımı açıyor, keyif yapmaya, kendime zaman ayırmaya başlıyorum. Ne büyük bir saadettir, ne büyük bir mutluluk, ne büyük bir stres atmadır sizlere anlatamam. Genelde tercih ettiğim mekanlar ve yemekler aynı olduğundan gittiğim yerlerde kendimi adeta evimde hissederim. Masaj etkisi yaratan bir öğle yemeğinden sonra yeniden paşa paşa firmamın yolunu tutarım.
Eşim dostum bilirler öğle yemeklerim hayattaki hava kabarcıklarımdır. Dalma ile ilgilenenler bilirler, azot sarhoşu olduğun zaman yön duygun yok olur ve yüzeye çıktığını sanarak derinlere doğru gitmeye başlarsın. Zaten bu duruma derinlik şarhoşluğu da denir. Tek kurtuluşun hava kabarcıklarının gittiği yöne gitmen olmalı ki çoğu kere sana sanki hava kabarcıkları derinlere gidiyormuş gibi gelir o durumdayken. Zaten bir kaç metre yükseldin mi sarhoşluk pat diye yok olur, şaka gibi bir şey. İşte bu nedenle zor ve ters bile olsa kurtarıcıdır hava kabarcıkları. İşte öğle yemeklerim benim kurtarıcılarımdırlar. Severim, önemserim ve değer veririm. Geçiştirmek işime de gelmez zaten yapmama da.
Geçen gün öğle saalerinde öğle yemeğine gidemedim. Oğlumun doğum günüydü ve ana okulunda kutlaması vardı. Allahım öncesindeki hazırlığı size anlatamam. Yalnızca pasta seçimi bile evlendiğimiz zamandaki pasta seçiminden çok daha zor ve çok daha karışıktı. Önce pastanın alınacağı yerin seçimi, sonrasında seçilen yerden alınan, denenen, tadılan pastalar ve nihayet seçim. Seçim sonrasındaki pastanenin sahibesi olan bayanın gözlerinin içindeki “çok şükür sizden nihayet kurtuluyorum ifadesi” beni bile duygulandırdı açıkçası. Gören de oğlumuz evleniyor sanır. Pastadaki içerik seçimi, üstünün süslemesi, getirilmesi, kesilmesi  meğer füzyon bile bu kadar zor değilmiş. Bizim zavallı doğumgünlerimizi düşünüyorum da nice senelerimizi mahalle pastanelerinden alınan bol kekli az çikolatalı pastalarla heba etmişiz.
Doğumgünü Cuma günü idi. Ne olur ne olmaz diye Perşembe okula gönderilmedi. Çarşamba sabahı eşim “Perşembe göndermeyim, ne olur ne olmaz” dedi. Sabahın daha ilk saatlerinde, kahve bile daha içmemişken, kalkıp da “ne alaka canım, gitsin, evde sıkılır çocuk” demek gafletinde bulunmadım çok şükür ama pek tabii ki de boş bulunup ağzımdasn kaçırıverebilirdim. İşiğin komiği ve anlaşılmazı, Çarşamba günü okulda bunu haber verdiğimde oradakilerin tamamının bu söylediklerimi çok mantıklı bulmalarıydı. “Yahu deli misiniz, bari siz böyle düşünmeyin” demek istedim ama tüm bunları söylesem de anlamayacaklarını bildiğimden güldüm ve arabama doğru yöneldim.
Öğle vaktine 1 saat kala okulda yerimi aldım. İçeri girdiğimde girişteki boş koltuklarda tüm azameti ve artisliği ile oturan eşimi gördüm. Görmemezliğe gelmek için çok geçti ama yine de kafamı çevirip dışarıya yönelmeyi tercih etmiştim ki o romantik ve içimi kıpır kıpır eden sesini duydum. Arabaya doğru bağıra bağıra koşmayı düşündümse de, sonrasında bunu açıklamayacağımı fark edip “selam hayatım nasılsın”  diye ona yöneldim. Neden bilmem biz yalnızca kavgalıyken birbirimize isimlerimizle hitap ederiz. Onun dışında, hayatım, canım, gibi süslü kelimeleri hep tercih etmişizdir. İsimlerimizi beğenmediğimizden ve adeta bir küfür gibi kullanmak istediğimizden mi yoksa bir şekilde “sana bak hala kızgınım” iç sesimizi, dış ses haline dönüştürmek isteğimizden midir bilemem ama hep bu şekilde davranmayı daha doğurusu seslenmeyi tercih etmişizdir.
Sonrasında yaşananları anlatmak oldukça kolay aslında. Gözünüzün önüne bir mafya düğünü getirin. Girişte gelin ve damadın ailesi gelenleri karşılıyor. Gelenlerde yanlarında getirdiği içi para dolu zarfları aile büyüklerine veriyor. İçi para dolu beyaz zarf objesini , içi oyuncak dolu poşet objesiyle değiştirin. İşte bizim durumumuz kısaca buydu. Okulun kapısında gelen velileri karşılıyor, gelen hediyeleri arabaya yerleştiriyor, bir kaç kibarlık kelimesi edip, diğer veliye yöneliyorduk. Sonra topluca çocukların sınıfına yöneldik. Pastamızı ve yanındaki tuzluları hazırladık. Şapkalar takıldı,balonlara tekmeler atıldı, süslemelere sevgiyle ve mutlulukla bakıldı. Bir süre sonra bilgisayara takılı hoparlörden Happy Birthday melodisi yükseldi. Hayır tabii ki Marilyn Monroe’nun buğulu sesinden değil, sevgili Mickey Mouse  ve saz arkadaşlarından. Pasta kesildi, tuzlular yenildi. Pasta hakkında görüşler söylendi.
Ne kadar hafif, süper bir pasta ...
İçindekiler bir harika, ne güzel seçmişsiniz ...
Hayatım nereden yaptırdın?
Üstündekilere bayıldım, nerden bu ayol?
Evet biz yapmadık ama biz seçmiştik. Tüm gururu ve kutlamaları üzerimize aldık. Bir yandan tebrikleri kabul ederken bir yandan da pastacının yerini anlatıyorduk. Burada kullanmış olduğum 1.çoğul şahıs eşime olan sevgimden ve takım ruhuna olan saygımdandır yoksa ben para ile tutulmuş bir fotoğrafçı gibiydim. Sürekli fotoğraflar çekip durdum. Arada pastayı da yedim ve çok beğendiğimi de söyleyemem. Daha önceki denediklerim çok daha güzeldi.
Partiyi bozan tek olay öncesinde yaşanan bir ısırma olayı idi. Çocuğun teki bir başka çocuğu üstüne çıktığı için ısırark cezalandırmış ve ısırılan çocuğun annesi buna oldukça içerlemişti. Etrafına toplanan diğer annelere sıkıntısını anlatıyordu. Etrafına toplanan öğretmenler ise ısıran çocuğun adını vermiyorlardı. Neyse ki çocuklardan biri ısıranı ispiyonladı da partinin ve günün kötü çocuğu ile de tanışmış olduk. Haylaz olduğu gözlerinden okunan yaramaz mı yaramaz bir adamdı. Sevmedim dersem yalan olur. Ne yalan söyliyeyim ısırma huyunun olmadığını bilmeme rağmen oğlumun bu en mutlu gününde kötü adama dönüşmediğine çok sevindim. Isırılan çocuğun annesinin ise gözlerine bakmaya korktum. Onun bu acılı haline rağmen, gülüyor, pasta yiyor, fotoğraf çekiyor olmamıza her an bir laf edecek diye  bekleyip durdum. Neyse ki kibar bir kadındı da pek ses etmedi eğlenmemize.
Eskiden doğum günlerinde doğumgünü sahibi toplardı hediyeleri. Günün kralı ya da prensesi olurdu. Herkes onunla ilgilenir, hediyeler verilir, omuzlara alınırdı. Biz böyle gördük, böyle bir psikoloji ile büyüdük. Meğer zaman içersinde işler değişmiş. Zayıf psikolojimin nedeni de bu şekilde anlaşılmış oluyor. Psikolojik sebeplerden tüm çocuklara hediye almamız gerekiyormuş. Ne anladım ben bu işten ...  Kardeşim keşke bir centilmenlik anlaşması yapmış olsaydık da kimse kimseye bir şey almasaydı, pastamızı talan edip dağılsaydık. Sen misin bana hediye alan, al bakalım sana hediye tadında bir gün oldu.
Öğle yemekleri benim için çok önemlidir. Kendimle kalabildiğim büyülü anlardır. Bu öğle vaktinde oğlumla beraberdim ve yeni bir yaşa girmesine tanıklık ettim. Bir yaş daha büyüdü.
Kendisini yalnızca 3 senedir tanıyoruz. 3 sene önce hayatımıza katıldı ve çok da iyi yaptı. İyi ki bizi seçti. Ondan öncesi meğer yalnızca geçen boş yıllarmış. Hayat bizim için onunla başladı. O bizim yalnızca kanımız, canımız ve bir parçamız değil. O bizim yaşam sevincimiz. Neşemiz, kahkahamız. Gözlerimizdeki ışık, aydınlığımız. O bizim nefesimiz. Gün ışığımız. Mutluluğumuz. Huzurumuz. Sağlığımız. O Tanrıdan gelen bir armağan bizlere. O bizim hayatımız. Herşeyimiz. Onu çok seviyoruz.
Oğlum! Canım oğlum! Benim yakışıklı, iyi kalpli, birtanecik oğlum!
Nice mutlu güzel yıllara...
Dilerim şansın da bahtın da hep açık olur!
Doğum günün kutlu olsun!





0 yorum:

Yorum Gönder