Bu Blogda Ara

8 Eylül 2011 Perşembe

Tasarlanmış bir imparatorluk: Amerika Birleşik Devletleri 6


Avrupa Avrupa duy sesimiziiii ...1

Hemen konuya belki de balıklama bir şekilde girmek gerekirse gelecek on yıl açısından Avrupa’nın ikilemini iki sorun oluşturuyor: Birincisi bir önceki yazıda olası tehlikesinden bahsettiğimiz yeniden doğan Rusya’yla Avrupa’nın ne tür bir ilişki içinde olacağının belirgin hale getirilmesi. İkincisi Avrupa’nın en dinamik ekonomisi olan Almanya’nın hangi rolü oynayacağının belirlenmesi. Gelin yavaş yavaş incelemeye başlayalım.

Rusya’nın paradoksu –zayıf ekonomi ve büyük askeri güç- ortadan kalkmayacak, Almanya’nın dinamizmi de öyle. Geriye kalan Avrupa devletleri bu iki güçle ilişkilerini birbirleriyle olan ilişkilerin ön koşulu olarak belirlemeliler. Bu sürecin sıkıntısı gelecek on yılda farklı  bir Avrupa’nın doğmasına neden olacak ve birleşik Devletler için büyük bir zorluk ortaya koyacak.Geçen yazıda da belirtmiş olduğum gibi bu tehlikeli yakınlaşma tüm dünya için bir zorluk ve hatta tehlike olur. İşin kötüsü olmazsa kabadayı rejiminin devam edeceği ama olur ise savaşın patlak verebileceği gerçeği. Kötünün iyisini tercih etmek gerekir diye düşünüyorum.

Önce tabii ki biraz tarih ... Her iki dünya savaşı da tekbir senaryoya göre başlatıldı: Almanya, coğrafi konumu yüzünden güvensiz olduğu için şimşek hızıyla Fransa’ya saldırdı. İki olayda da amaç Fransa’yı çabucak yenmek, sonra Rusya’yla ilgilenmekti. 1914’te Almanya Fransa’yı hızlı bir şekilde yenmeyi başaramadı, birlikleri siperlere indi ve çatışma uzatılmış bir savaşa döndü. Almanlar hem doğuda hem de batıda kendilerini Fransa, Britanya ve Rusya’yla aynı anda savaşırken buldu. Bolşevik İhtilali’nin Rusya’yı savaştan çıkartıp Almanya’yı kurtaracak gibi görünmesiyle ABD Avrupa’ya birliklerini gönderdi ve Almanya’nın emellerine ulaşmasını engelleyerek dünya sahnesinde ilk büyük rolünü oynadı. Yalnız burada dikkat çekici unsur, Almanya’nın gözü karalığı ve kaç devlete birden kafa tutabilecek gücü ve cesareti. Bundan sonraki dönemler için beni bu özellikler korkutmaya yetiyor da artıyor açıkçası.

1940’ta Almanya Fransa’yı işgal etmeyi başardı ama yine de Sovyetler Birliği’ni yenemeyeceğini keşfetti. Bunun bir nedeni ABD’nin dramatik çıkışının ikinci perdesiydi. ABD, üç yıl sonra Fransa’ya yapılan İngiliz-Amerikan işgalinin Almanya’nın çeyrek asırda ikinci kez yok edilmesine yardım ettiğini görünceye kadar Sovyetler’i savaşta tutacak yardımlar sağladı. Almanya bölünmüş ve muzafferler tarafından ele geçirilmişti. Ne diyebilirim ki imparatorluk sanatını iyi kavramış ve ona göre stratejilerini iyi uygulamışlar.

Almanya fiziksel olarak harap olmuştu ama hareketleri çok daha önemli bir şeyin yok olmasıyla sonuçlandı. 500 yıl boyunca, Avrupa dünyaya egemen olmuştu. Ağustos 1914’te başlayan kendini yok etme dalgasına kadar Avrupa, Asya ve Afrika’nın birçok bölgesini doğrudan kontrol ediyordu ve dolaylı olarak gezegenin geri kalanına hükmediyordu. Belçika ve Hollanda gibi küçük ülkeler,Kongo veya bugünkü Endonezya kadar geniş alanları kontrol altında tutabiliyorlardı. Afrika’da yaşanan katliamlardan sonrası kendi pisliklerine bakmadan bize laf etmeleri de ayrı bir utanç olsa gerek onlar için ama tabii anlayana ...

Avrupa dünya imparatorluğunun merkezi olmaktan çıkıp üçüncü bir dünya savaşının potansiyel savaş alanı olmaya geçti. Güvenli bölgeleri artık tehlikeli bir bölge.

Gelecek on yılda oynanacak oyunlar için sahneyi iki olay hazırladı. İlki on dokuzuncu yüzyıldaki birleşmesinden beri hep savaşları tetiklemiş olan Almanya’nın Avrupa’daki rolü sorunuydu. İkincisi Avrupa’nın gücünün azalmasıydı. 1960’ların sonuna geldiğinde Sovyetler Birliği dışında hiçbir Avrupa ülkesi gerçek anlamda küresel değildi. Diğerleri, ortak güçleri ABD ve Sovyetler Birliği’nin gücü altında ezilen bölgesel güçlere indirgenmişti.

Tüm Avrupa için entegrasyon, bir yanda Rus tehdidi öte yanda Birleşik Devletler’in yaptığı baskı yüzünden kaçınılmaz bir sonuçtu. Gelecek on yılın kilit konularından biri ABD’nin Avrupa’nın birleşmesini aynı şekilde görmeye devam edip etmeyeceği.

1992’de Maastricht (Maastricht, Hollanda-Almanya sınırında bulunan kesinlikle görülmesi gereken bir küçük şehir – sokakta kışın satılan sıcak kırmızı şarap şiddetle tavsiye edilir) Antlaşması Avrupa Birliği’ni resmen oluşturdu ama bu mefhum aslında eski bir Avrupa rüyasıydı. Geçmişi 1950 başlarına, liderlerinin o zamanlar bile varlığından Avrupa federasyonunun temeli olarak bahsettikleri dar bir odak alanı olan Avrupa Çelik ve Kömür Birliği’ne kadar gidiyor.

Avrupa Birliği fikrinin Soğuk Savaş’ta gelişmesi ve Soğuk Savaş’ın amacına cevap olarak ortaya çıkması rastlantısal ama son derece önemli.

Avrupa Birliği’nin iki amaca hizmet etmesi planlanıyordu. İlki, Almanya’yı Fransa’yla bir araya getirip Almanya sorununu çözmek ve savaş tehdidini azaltmak için Batı Avrupa’nın sınırlı bir federasyona katılmasıydı. İkincisi Doğu Avrupa’nın Avrupa topluluğuna tekrar girişin sağlamak için bir araç oluşturmaktı.

ABD aynı dili konuşan ama diğer konularda son derece farklı olan bağımsız ülkelerin yarattığı bir federasyondu.

Avrupa Birliği’ndeyse konfederasyon modeli tam tersine hala yerinde duruyor ve her ulus devletin egemenliği kendisinde. En temel öncelikler düzeyinde bile Avrupa Birliği otorite iddialarına ve fedakarlık talep etme hakkına ciddi sınırlar koyuyor. Bu birlik yine de ilginç çünkü bütün Avrupa onun parçası değil. Bazı üyeleri aynı para birimini paylaşıyor; diğerleri paylaşamıyor. Birleşik savunma politikası olmadığı gibi, Avrupa ordusu da yok. Dahası, her devletin kendi tarihi, eşsiz kimliği var ve fedakarlık fikrine karşı bireysel yaklaşımları var.

Yani özetle hiçbir şekilde Avrupa Birliği’nin ideallerini korumak için savaşıp ölmeyi teşvik edecek bir temel veya ilham verici bir söylem yok.

Önümüzdeki on yıla bakarsak Almanya’yı engellemek için kurulan hassas dengenin Almanya istediğinden değil, şartla öyle gerektirdiği için dağıldığını görürüz.

Ayrışma 2008 krizinde başladı. 2008 ekonomik krizi vurunca Almanya da başkaları gibi hasar gördü ama ekonomisi şoka dayanacak kadar güçlüydü. İlk yıkım dalgası en şiddetli olarak Sovyet egemenliğinden yeni çıkmış Doğu Avrupa’da hissedildi. O ülkelerin çoğunun bankacılık sistemi Batı Avrupa’da hissedildi. O ülkelerin çoğunun bankacılık sistemi Batı Avrupa ülkelerinde kurulmuş veya bu ülkeler tarafından, özellikle Avusturya, İsveç, İtalya ve aynı zamanda bazı Alman bankalarınca satın alınmıştı. Çek Cumhuriyeti’nde bankacılık sistemi yüzde 96 oranında diğer Avrupa ülkelerine aitti. Avrupa Birliği’nin bu ülkelerin çoğunu kabul ettiği düşünülürse –Çek Cumhuriyeti, Polonya, Slovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ayrıca Baltık ulus devletleri olan Letonya, Litvanya ve Estonya- bundan rahatsızlık duyulması için bir neden yok gibiydi. Ama Avrupa Birliği’nin parçası oldukları halde, bu Doğu Avrupa ülkelerinin kendi para birimleri vardı. Bu para birimlerinin değeri sadece avrodan düşük değildi, aynı zamanda faiz oranları da daha yüksekti.

Kendi finans sistemini kontrol etmeyen bir ülke egemenliğini kaybetme yolunda büyük yol kat etmiş demektir. Bu, Avrupa Birliği’nin gelecekteki sorununa işaret ediyor. Almanya gibi daha güçlü ülkeler ekonomik kriz sırasında egemenliklerini koruyup güçlendirdiler, daha zayıf devletler egemenliklerinin azaldığını gördüler. Gelecek on yılda bu dengesizliğe çözüm bulunması gerekecek.

2008 krizindeki bu fikir ayrılığı Avrupa’nın tek bir ülke olmaktan ne kadar uzak olduğunu gerçeğine dikkatleri çekti. Eğer Almanya kurtarma operasyonu isteseydi Avrupa buna uyardı.

1993’teki kuruluşundan 2008’e kadar Avrupa Birliği, emsalsiz bir refahın tadını çıkarttı ve bu refah tamamen çözümlenmemiş sorunları bir süreliğine bastırdı. Politik bir birliğin ölçüsü rekabeti ele alış tarzına bağlıdır.

2008 kriziyle beraber bütün halledilmemiş sorunlar ve onlarla beraber federasyonun yok etmeye niyetlendiği milliyetçilik ortaya çıktı. Almanların büyük çoğunluğu Yunanistan’a yardıma karşı çıktı. Yunanlıların çoğunluğu AB şartlarına boyun eğmektense iflas etmeyi tercih etti ki bunları Almanya’nın şartları olarak görüyorlardı.

Peki önümüzdeki 10 yılda Avrupa’da neler olacak, neler yaşanacak? Birlik dağılacak mı? Yoksa çoktan dağıldı da yalnızca ismi mi kaldı? Almanya – Fransa dikleşmesi/zıtlaşması olacak mı? Kim kazançlı çıkacak? Tüm bunlara karşı denge de denge diye tutturan Birleşik Devletler neler yapacak?Bizim bu ortamdaki yerimiz neresi ve ne olacak?

Çok klişe olacak ama hepsinin ve daha fazlasının cevabını bir sonraki yazıda bulmaya çalışacağız.

Beklerim efendim ...

0 yorum:

Yorum Gönder