Bu Blogda Ara

27 Haziran 2011 Pazartesi

Yavaş Şehir İzmir

Yılmaz Özdil bir yazısında “Türkiye’den sıkıldığım zaman İzmir’e giderim ben” demiş ya haksız değil hani. Geçen hafta sonunu simite gevrek, çekirdeğe çiğdem, domatese domat denilen, gidiyom, geliyom diye sempatik bir şivenin hakim olduğu güzeller güzeli İzmir’deydik. Aslında tam olarak İzmir’de değil Karşıyaka’da :-)

Hazır Yılmaz Özdil’den başlamışken yine ondan devam edeyim: “Kızlarımızı da tavlayamazsın ha... Canı çekerse, o seni tavlar” demiş bir yazısında. Ben de bir İzmir’li tarafından tavlanan biri olarak ve bu sayede bu güzel şehire bol bol gelen şanslı kişilerdenim.

İtalya’da ortaya çıkan ve çok kısa bir sürede taraftar toplayan “Yavaş Şehir (Slow City)” hareketi vardır. Bu hareketi destekleyenlere göre şehir merkezlerinde araba kullanılması yasaktır. Fast food zincirlerde yine bu akımın geçerli olduğu yerlerde barınamazlar. Süpermarketler yerine lokal, küçük ve sempatik marketler vardır. Aynı bizim çok ama çok öncelerinin bakkal amcaları gibi  çevre sakinlerince tanınan, selamlaşılan, sohbet edilen bakkal amcalar vardır bu küçük şehirlerde. Amaç, yaşanır kentler oluşturmaya çalışmaktır.

Asya’ya da sıçrayan bu akım, tüm Avrupa’da da hızla yayılmaktadır. Yavaşlık hareketi, önceleri iyi yemekler yiyip içmek isteyen birkaç kişinin fikri olarak ortaya çıkmış, fakat, her şeyi daha az telaşla ve daha az homojenize bir tutumla yapmanın faydaları hakkındaki tartışmalar giderek daha geniş bir alana yayılmış ve bugünkü durum oluşmuştur.

Toskana’nın mükemmel şaraplarıyla meşhur minik Chianti şehri, 1999 yılında ilk “Cittá Slow” kenti oldu, ardından Bra, Positano ve Orvieto geldi. Zamanla, yavaşlık dalgası diğer şehirler arasında da yayıldı. Bugün artık İtalya’da 42 Yavaş Şehir’le birlikte, İngiltere, İspanya, Portekiz, Avusturya, Polonya ve Norveç’te de birçok Yavaş Şehir bulunmaktadır. Almanya’dan, aralarında Hersbruck, Lüdinghausen, Schwarzenbruck, Waldkirch ve Überlingen’in de bulunduğu bazı şehirler, sadece 50.000’den az nüfusu olan kentlerin kabul edildiği harekete seçilebilmek için başvurmuş bulunmaktadırlar. Kimbilir belki bazıları çoktan kabul edilmiştir ve bazıları da hala Nord Sea’leri kapatmak için uğraş vermektedirler.

Yavaş Şehirler’de tarihi kent merkezinde araba kullanımı, süpermarketler ve parlak reklam ışıkları yasaktır. Elişleri ya da özel yetiştirilmiş yiyecekler satan küçük aile işletmeleri, en iyi ticaret birimleri haline dönüşmüş durumdadır. Okullarda mesela çocuklara yerel üreticiler tarafından yetiştirilen organik meyve ve sebzeler servis ediliyor. Eşim bunu okuduğunda İtalya’ya gitme projemde eminim hız kazanacaktır. Küçük marketler Perşembe ve Pazar günleri kapalıdır. İnsanlar bürokratik işlerini mesela Cumartesi sabahı açılan Belediye’de acele etmeden halledebiliyorlar.

Yavaş yavaş yeni bir ortam, yeni bir hayat anlayışı oluşturuyorlar ve ben en azından şimdilik yalnızca dışarıdan ve birazda kıskançlıkla izliyorum.

Tüm bunları neden mi yazdım?

Benim için İzmir’in, her ne kadar yukarıda anlattığım birçok özelliğe uymasa da, gerek anlayış ve gerekse yaşayış olarak bu zihniyete uygun belki de Türkiye’nin tek şehirimiz olması. Evet nüfusu tabii ki 50.00’in çok üzerinde, pek tabii ki birçok fastfood zincirine sahip ve arabalar birçok şehirde olduğu gibi neredeyse tepemizdeler ama yine de en azından büyük bir çoğunluk ve tabii ki benim görebildiğim kadarıyla büyük bir sakinlik ve yavaşlık içerisinde yaşıyor. Cuma akşam üzerleri yazlıklara gidilen ve bunun için 8 şeritli otobanları olan, Pazartesi günü direk iş başı yapılan, öğle sıcaklarında mümkünse dışarı çıkılmayan, hala minik ve tanıdık marketlere sahip şirin mi şirin bir ilimizdir. Eşimle oğlumuzu İzmir’e ilk götürdüğümüzde, sokağın bakkalı Bülent Abi’ye oğlumuzu tanıştırmaya götürmüştük, oradan anlayın artık nasıl da yavaş bir şehir olduğunu.

Galatasaray Lisesi
Biraz dinlenmek, biraz eşi dostu görmek ve biraz da hava değişikliği için gittik İzmir’e. Ama en öncelikli olayımız oğlumuzun değişiklikler yaşamasıydı. Sürekli aynı yerlere gitmesinden ve neredeyse aynı şeyleri yapmasından bırakın onu, biz bile sıkılmıştık. Tarih ama yanlış seçilmişti. Bizim İzmir’de olduğumuz dönemde okulumun pilav günü vardı ve ben gitmiş olsaydım diğer giden arkadaşlarımla beraber mezuniyetimin 20.yılını kutluyor olacaktım. Daha dün gibi mezun olduğum günü hatırlıyorum. Diploma ve plaketimi Dando Necati diye birinden almıştım. Okulun bahçesinde Alpay’dan Eylül’de Gel şarkısı çalıyordu. Annemler beni kameraya alıyorlar, fotoğraf üstüne fotoğraf çekiyorlardı. Hadi siz gidin artık ben de arkadaşlarımla takılayım demiştim, onlarda  gitmişlerdi. Ben de hemen sigara yakmıştım. Henüz yanlarında sigara içmediğim dönemlerdi. O sigaranın tadını bile hatırlıyorum. O kadar net ki, o kadar yakın ki, o kadar dün gibi ki ama tam 20 sene geçmiş. Düşünüyorum da iyi ki gitmemişim. Herbir anında bu 20 sene ile yüzleşmek zorunda kalacaktım.

Diğer kaçırdığımız bir etkinlik ise Bebek Şenlikleriydi. Bu sene üstelik çok da renkli geçmiş. Tatile çıkmamız dışında neredeyse tüm hafta sonlarını geçidiğimiz Bebek’e yalnızca bir haftasonu gitmedik ve o haftasonu da şenlik oldu.  Bebek muhtarı ile görüşüp sıkıntımı ve memnuniyetsizliğimi dile getireceğim. Verilmek istenen bir mesaj olup olmadığını soracağım.

Eşi dostu kısmen de olsa gördük ama kesinlikle dinlenemedik. Bol bol gezdik. Oğlumuz için güzel ve onun için bile yorucu bir haftasonu oldu. Her gittiğimiz ve her yaptığımız şeyi anlatıp sizleri sıkacak değilim ama 3 yeri anlatmadan da geçmek istemiyorum.

İlki İzmir Doğal Yaşam ParkıBüyük çok büyüktü. Çok geniş bir alana yayılmıştı. Kesinlike sabah erken gidilmeli. Biz öğlen sıcağında gittik. Bu nedenle de kısa kısa turlar yaptık. Hayvanların zaten sıcaktan hareket edecek halleri bile yoktu. Oğlum ilk olarak ve canlı bir şekilde birçoklarını yalnızca kitaplarda görebildiği hayvanlarla tanışabilme fırsatı buldu. Alana göre hayvan sayısı oldukça az. Yeşillikler de keza hani yok denecek kadar az. Güneşten korunabilecek imkanlar neredeyse hiç yok. Ağaçlandırmanın kesinlikle acil olarak yapılması gerekiyor. Hayvan sayısı da arttırılmalı. Hediyelik eşya alınabilecek yerler yapılmalı. Hayvanlarla fotoğraflar çekilebilecek imkanlar yaratılmalı. Kafeteryaların da sayısı kesinlikle arttırılmalı. Biraz daha hamle ile çok güzel bir cazibe merkezi yaratılabilir ama şimdilik yalnızca vasatın altı konumunda. Yine de oğlum keyif aldığı ve canlı canlı hayvanları görebildiği için yazılmayı hakediyor.

Tay Park ve çocuklar
Diğer bir durağımız ise geçtiğimiz ziyaretlerimizde de geldiğimiz, bünyesinde 3 adet pony at, 2 adet Shetland pony at, Kamerun koyunu, cüce keçi, güvercin ve çeşitli tavuk türlerini barındıran Tay Park’tı. Görevli 2 kişinin gözetiminde oğlumuz ilk ata binme deneyimini burada gerçekleştirdi. Koruyucu şapkasının içerisinde ne kadar yakışıklı olduğunu anlatamam. Ata da sanki yıllardır biniyormuş gibi bindi. O kadar sakin, o kadar cool ve o kadar başarılıydı ki ben açıkçası şaştım kaldım. Kesinlikle annesine çekmiş olmalı.

Bol bol gezdik ve tabii ki bol bol da yedik içtik. Bir başka yazımda Bornova’daki Ramazan Usta’dan ve muhteşem kebaplarından bahsetmek isterim ama bu yazımda bahsedeceğim son yer İzmir Ege Park’ta bulunan Friends & Burgers adlı bir yer üzerine olacak. Normalde niyetimiz hemen yanındaki İstanbul’dan bildiğimiz Kitchenette’e gitmekti ama bu yeri görünce, bir anda içimiz ısındı. Çok sempatik dekore etmişler. Çok ama çok başarılı da garsonları var. Bir anda iki üç kelime ile tavladı bizi. Meğer bizim de tavlanasımız varmış. Ev yapımı bir şarapları var ki tadına doyulmuyor. Üstelik hani neredeyse bir kadehe yarım şişe kadar şarabı boca ediyorlar. Eğer batmazlarsa yakında zaten herkes bu markayı zaten tanıyacaktır, benden söylemesi. Şarapları hem çok ama çok lezzetli idi ve hem de şarabın ısısı çok iyi ayarlanmıştı. Burgerleri de enfesti. İlk gidişimizde (ilk diyorum çünkü ertesi öğlen yine aynı yerdeydik) 4 kişi, 4 ayrı burger yedi ve herkes çok ama çok mutlu tamamladı yemeklerini. Çikolatalı  ekler benim en sevdiğim tatlılardandır. Bir ev yapımı eklerleri vardı çok rahat Savoy’un, Kitchenette’in veya Gezi’nin eklerleriyle kapışabilirdi. Oldukça ekonomik bir yer olması  ve sonrasındaki ikram çay ve kahveleri adeta yemek şölenini taçlandırdı.

Perşembe öğleden sonra başlayan kısa ama keyifli İzmir tatilimiz, Pazar öğleden sonra tamamlandı. Yeniden ve zaman kaybetmeden, hızlı, tüketen, acımasız ve taşı toprağı hala altın sanılan bu karmaşa yumağına koştuk. Güzel ve vazgeçilmez olan İstanbul’un yeniden kollarındayız. Napoleon’un “Eğer dünya tek bir devletten ibaret olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” dediği  Lamartine’in “Dünyaya son kere bakacaksın deseler İstanbul’un Çamlıca’sından bakmak isterdim” dediği kahpe bizanstayız.

İzmir’in yavaşlığı ve huzuru sonrasında belki yüzlerimizde Köyden İndim Şehre filminde Metin Akpınar'ın yüzündeki gibi " Bura nere? " şaşkınlığı yoktu ama çok mutlu olduğumuz da söylenemezdi.

Ama yine de eve dönmek güzel. Oğlumun evimizi sevmesi ve döndüğü için mutlu olması ise paha biçilemez bir mutluluk.

2 yorum:

  1. Bir İzmirli olarak İzmir'i anlatışınıza bayıldım :) Aynen yazdığınız gibidir İzmir, İstanbul'un karmaşasından sonra size çok sakin gelmiştir. Hem de yaz ayında gelmişsiniz, zaten İzmirlilerin çoğu yazlıklardadır :))
    Bu sakinlik ve yavaşlık iş hayatında insanı sinir eden bir unsur olsa da, burada yaşamayı sevmem için en önemli nedenlerden biri :)
    İzmir'e yeniden bekleriz ;)

    Bu arada bir not: Belki biliyorsunuzdur, Türkiye'nin ilk yavaş şehri İzmir'e bağlı Seferihisar ilçesidir :)

    Sevgiler...

    YanıtlaSil
  2. Benim de eşim İzmir’li ve bu sayede de bu güzeller güzeli yavaş şehiri bol bol ziyaret edebiliyoruz ve umarım ki hep devam edeceğiz.
    Sizin de aynen belirtmiş olduğunuz gibi, bu yazıdan hemen sonra, eşim bana Seferihisar ilçesi örneğini gösterdi. Bazı şeyler ne kadar da denk düşebiliyor ya da algıda seçicilik bu olsa gerek :-)
    İstanbul da boşken çok güzeldir ama artık o kadar kalabalıklaştı (ve malesef kabalaştı ki) ki hiç boş kalmıyor :-) Belki de bu nedenle aşık olduğum ve uğrunda belki de yaşam tarzımı değiştirdiğim bu şehirden soğumaya başladım. Yakın zamanda eskisi gibi olmayacağına ve her geçen gün maalesef daha da kötüye gideceğine göre ya ben değişmeli ve bu son duruma ayak uydurmalıyım ya da başka bir çare bulmalıyım.
    Ve bu arada sakinlik ve yavaşlık, ne olursa olsun çok güzel. İnsanın yavaş yavaş, etrafındakileri görerek, hissederek, içine sindirerek yaşaması kadar keyifli başka birşey yok ...

    Selam ve sevgilerimle,

    YanıtlaSil