Bu Blogda Ara

10 Haziran 2014 Salı

Yazmadım, yazamıyorum ve en kötüsü yazmak istemiyorum ... Ama bir sorun neden ...

Bir süredir yazı yazmıyorum. Yazamıyorum. İçimden gelmiyor. Gördüklerim, duyduklarım, okuduklarım, şahit olduklarım yalnızca insanın içini karartan cinsten. Hep gri. Böylesi bir ortamda yazamıyorum. Yazmak dahi istemiyorum. Oysaki yazacak, sizlerle paylaşacak konular da çıkmıyor değil aslında. Mesela oğlum daha altı yaşına bile girmeden, yemekhanede, bir çok kişinin içinde, ilk evlenme teklifini etme medeni cesaretini gösterdi. Bunu doyasıya yazmak isterdim ama böylesi bir ortamda bu güzelliği kirletmek istemiyorum. Dilekler tutuyorum, dualar ediyorum ama hala bir gelişme yok. Griliklerden karanlıklara doğru büyük bir hızla yol alıyoruz gibime geliyor. İçim sıkılıyor, daralıyorum ve en kötüsü çözüm yolu bulamıyorum. Rüzgarda savrulan kuru yaprak misali yalnızca nefes alıp vermeye ve sorumluluklarımı yerine getirmeye çalışıyorum. Sonrasının ne olacağını bilemeden, tahmin bile edemeden ve hatta fikir bile üretemeden yaşamanın dayanılmaz ve katlanılmaz ağırlığını yaşıyorum.

Evlenmeden önce yalnızca ben vardım ve yalnızca kendime karşı sorumluydum. Karışanım çok fazla yoktu. İstediğim kararları alabiliyor, istediğim şeyi yapıyor ya da yapmıyor, dilediğim hayatı olabildiğince yaşıyordum. Ülke şartlarının değişmesi yalnızca beni etkileyebiliyordu. Sonra eşimle tanıştık ve hayatımızın bundan sonraki bölümünü beraberce yürümeye karar verdik. Artık hem kendime ve hem de eşime karşı sorumluydum. O bir yetişkindi. Ona karşı ya da ondan sorumlu olmak zor değildi, hatta bilakis keyifliydi. Sonra bizler için tüm zamanların en mutlu olayı gerçekleşti ve oğlumuz katıldı aramıza. Artık yeni, yepyeni ışıltılı bir dönem başlamıştı bizler için. Baba olmak zordu ama anne olmak çok daha zordu. Sürekli oğlumuz odaklı bir hayat sürmek, onun mutluluğu, huzuru, alışkanlıkları için sürekli düşünüyor, çaba sarf ediyor olmak, yemeklerini, kitaplarını, oyuncaklarını düşünüyor olmak ve üstelik tüm bunları hayatının her bir anında yapmayı sürdürmek yıpratıcı ve zor bir işti. Soluk almak istediği anlar/anlarımız çok oldu. O günler de artık çok şükür çok gerilerde kaldı. Orta yolumuzu bulmuş ve ona göre yaşamaya başlamıştık.

Bugünlerde ise orta yolumuz biraz sarsılmaya başladı. Biz bugüne kadar orta yolu hep aile içine göre tasarlamış, içsel dinamikleri esas kabul etmiştik. Oysaki yadsınamaz bir çevre faktörü de vardı hayatlarımızın içinde. Oğlum artık anaokuluna gidiyor. Yalnızca Eylül ayı sonrasında doğmasından sebep çok şükür ki 2 sene daha yuvada kalıp öyle okula başlayacak. Geleneksel olsun modern olsun, tüm çocuklar büyüyorlar. Kimisi başarılı oluyor kimisi daha az başarılı oluyor. Ben oğlumun her zaman aynı diğer tüm aileler gibi mutlu, huzurlu ve belki de en önemlisi özgür olarak büyümesini istedim ve bu dileğim ve isteğim hala da devam etmekte. Bununla beraber hani sanki devam eden güneşli hava yerini parçalı bulutlu bir havaya bırakmış gibi son zamanlarda. Tamam yağmur yok çok şükür ama nemi oldukça hissediliyor artık.

Eğitim alanında olan değişiklik ve belirsizliklerden kişisel olarak sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik duymaktayım. Düz liselerin bir anda İmam Hatip okullarına dönüştürülmeleri, eğitim sistemindeki son anda ve bir çok parametre düşünülmeden gerçekleştirilen oldu bittiler, sınavlarda bir biri ardına yaşanan güven erozyonları ve sorumluların yerlerini hala koruyabilmeleri, alışılagelmiş düzenin anlatılmadan ve belki de çok irdelenmeden değiştirilmesi bunlardan yalnızca bir kaçı. Müfredat olayına hiç girmeyeceğim bile. Toplumsal yaşamdaki ayrışma ise tüm zamanların en tehlikeli boyutunda. Beraber çalıştığım, sabahları selamlaştığım kişilerle arkadaş ve akrabalarımla farklı hayalleri kurmaya başladım artık. Alkollü içkilere birbiri ardına yapılan vergi zamları bir grubu çok memnun ederken bir grubu sıkıntıya sokmakta mesela. Asl olan seçimdir, demokrasidir diye bağırıp dururken asl olanın özgürlük olduğunu hep atlar olduk. Günlük hayatın stresine, çalışma şartlarının her geçen gün biraz daha da zorlaşıyor olmasına, hayat pahalılığına, kalabalıklığa, stresten kaynaklı kabalık ve hoyratlıklara hiç girmiyorum bile.

Sıkıntılı hem de çok sıkıntılı bir dönem geçirmekteyiz. Suriye’de yaşanan trajedi maalesef artık bizim sınırlarımızda, bizim içimizde. Patlayan bombalar, yok olan semtler, yitip giden canlar. Artık yalnızca birer istatistiki bilgi gibi geçmeye başlamaları tüylerimi ürpertiyor. Korkuyorum. Her an her şeyin olabilme ihtimalinden korkuyorum. İster demokrasi tutkunu ülkelerin Irak ve Bosnova’da unuttukları insaniyetlerini aniden hatırlamaları diye düşünün, ister adı konmamış bir enerji savaşı deyin ister gizli ajandalı bir komplo teorisi diye düşünün. Sebep ne olursa olsun savaş artık bize de sıçramış gibi. Umarım yanılıyorumdur, umarım bu son olur ama korkuyorum işte. Zavallı Suriye halkı aynı Irak’ta olduğu gibi yalnızca bir piyon gibi ölümü beklemekte. Vurulacaklar ve cansız olarak yere düşecekler. Eşleri, dostları, çoluk çocukları arkasından belki ağlayacaklar belki de ağlamaya bile fırsat bulamadan tarih sahnesinden onlar da çekilecekler. Bu kadar mı değersizler? Evet bu kadar değersizler. Birileri sahip olduğu vatandaşını düşündüğünden ve o vatandaşının daha iyi koşullarda yaşamasını istediğinden onları bu kadar değersiz görebilmekte, yok kabul edebilmekteler. Karışıklık işine yaradığı için karışıklığı yaratanlar mı daha suçlu, yoksa onların ağına düşüp karışıklık için tetik çekenler mi daha suçlu benim için hiç önemli değil. Önemli olan birileri yalnızca birileri daha refah içerisinde yaşasınlar diye ölmekte. Ben de onlar gibi olma şansızlığına erişmek istemiyorum. Görünen kötü bir gidişata doğru yol aldığımız. Yurt dışı dinamikleri anlayacağınız pek parlak değil. Yanı başımızda savaşlar çıktı çıkacak. Bizim etkilenmememiz söz konusu bile değil.

Yine Jean Jacques Rousseau ve yine o muhteşem sözü: “Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır..." Ya da yine Voltaire ve yine onun muhteşem sözü: “ Senin düşüncelerine katılmıyorum ama düşüncelerini özgürce ifade edebilmen için hayatımı bile verebilirim”.

Korkusuz, güvenle ve başkalarını olumsuz olarak etkilemeden dilediğimce yaşama özgürlüğüm yitip giden bir özgürlüğüm. Yitirmek istemiyorum ama yaşadığımız dönem ve şartlarda gerek yurt içi ve gerekse yurt dışı denge ve dinamikler sanki buna engel olmaya başlayacakmış gibime geliyor. Kendim için tabii ki korkuyorum ama eşim ve oğlum için olan korkum çok daha ağır basmakta. Oğlumuz hayatının daha çok başında. Onun güzel bir hayat yaşamasını istiyoruz. Potansiyelini en yüksek düzeyde kullanabilmesini istiyoruz. Yapmak istemediği şeyleri yapmamasını istiyoruz. O her şeyin en iyisini hak ediyor. Bize düşün ise bu ortamı ona elimizden geldiğince sunabilmek yalnıza. Kabul edelim ya da etmeyelim evrim düzeni içerisinde ön planda tutulması gerekli olan hep gelecek kuşak oluyor.

Belki sürekli olarak bununla yatıp bununla kalkmıyorum ama acı haberleri okudukça, değişimleri gördükçe kendimi çok çaresiz hissediyorum. Hala çözüm bulmamış olmak da içimi daraltıyor. Enseyi tamam karartmak istemiyorum ama çok geç kalmadan da onların ve tüm sevdiklerimin güvenliği, sağlık, mutluluk ve huzuru için kendimce bir yol bulmalı daha huzurlu hissetmeliyim diye düşünmeden de edemiyorum işte. Çözümler ancak başka baharlarda bulunabilecek gibi. Bugün elimde kalan yalnızca dileklerim, umutlarım ve tabii bir de dualarım.

Olaylara ve yaşantılarımıza bir üst ölçekten baktığımızda sıkıntı yine devam etmekte: Daha önceden yazmıştım, hatırlayanlarınız belki vardır. Farkında olalım ya da olmayalım başkalarının tasarlamış olduğu hayatları yaşamaktayız. Yani aslında bırakın hayatlarımızı beyinlerimiz bile özgür değiller. Bugün maalesef tüm gençlik ve hatta neredeyse tüm toplum depolitize edilmiş durumda. Dahası olmamış olanlar da sindirilmiş, sessizleştirilmiş durumda. Tüketime odaklanmış, kaliteli kitap, şiir ve müzik yoksunu bir toplum hedeflenmiş ve kötüsü başarılmış durumda.

Tüm dünya için cahilleştirme, sıradanlaştırma ve bizimkine ilave yeşilleştirme gayet başarılı bir şekilde uygulanmış ve uygulanmaya her daim devam ediliyor. Kimseler kafasını kaldırmasın, farklı yollara sapıp, hayaller kurup, bu düzenden ayrılmaması için günlük bazen ufak bazen ise yüksek dozlarda endişe kapsülleri verilmeye başlanmış. Yalan değil hepimiz geleceğimiz için endişeliyiz. Geleceğimizi garanti altına almaya çalışıyoruz. Çocuklarımız için en iyi okulları seçmek için uğraşıyoruz. Yılda zaten bir kere tatilim var, en iyisi olmalı diyoruz. İyi bir evde oturmak, güzel eşyalar sahip olmak istiyoruz. Çeşit çeşit markalar için harcadığımız zamanları ve paraları düşünün. Endişe, sürekli endişe şırınga ediliyor bizlere. Hayatlarımız endişelerimizi gidermek için yaptığımız uğraşlarla geçip gidiyor. Kullandığımız arabanın markası, evimizin bulunduğu semt, çocuğumuzu gönderdiğimiz okul bizlerin başarısını ölçer kriterler olmuşlar. Tek kriter maddiyat nasıl olabilir? Kriterler bu olunca bir optimizasyon da sağlanamıyor işte. Varımızı yoğumuzu çocuğumuzun okuluna gömüp yalancı bir fedakarlığın sağladığı his ile kendi mutluluklarımızı minimize edebiliyoruz. Oysaki amaç ailenin mutluluk optimizasyonu olması gerekmez mi? Yaratılan kişisel milatlar içimizdeki bu eksikliklerden değil mi? Kaçımız aslında aldığımız bir gömlek, gittiğimiz bir kurs ya da okuduğumuz bir kitap ile yeni bir başlangıç yapmak istiyor ama her defasında aslında duvara toslayıp kendimizi kandırdığımız gerçeği ile yüz yüze gelmiyoruz.

Düşünün ki sosyal medyayı kullanan bizler, ne zaman ve neden nickname kullanacak kadar çekingen ve mesafeliyken bugün bu kadar tüm hayatımızı paylaşır ve dahası paylaşmaktan keyif alır ve bunun için çaba sarf eder olduk? Aslında her birimiz büyük bir oyunun yalnızca küçük birer parçalarıyız. Biliyorum kulağa çok komplo teorisi gibi geliyor ama aslında amaç hiçbir zaman bizim sisteme ulaşmamız olmamıştı, sistemin bize ulaşabilmesiydi. Bugün artık kullandığımız sosyal medya ve medyayı kullandığımız araç ve gereçler sayesinde, ne içiyor, ne tüketiyor, hangi kitapları okuyor, ne zaman nereye gidip, ne kadar kalıyor, ne konuşuyor ve hatta ne düşünüyor, hayata nasıl bakıyoruz hep ama ama hep biliniyor. Gerçekleştirilen ve geliştirilen tüm pazarlama, satış ve yönetim stratejileri aslında hep iplerimizi tutanların menfaatlerine. Bir kaç hareketle altın düşebiliyor, borsa çıkabiliyor, Araplar baharlaştırılabiliyor, depremler olabiliyor, nükleer denemeler yapılabiliyor. Bizler mi? Kaptan mı? Yok canım, bizler yalnızca piyonlarız. Kabul etmek gerekiyor ki bizler yalnızca matrixin birer parçalarıyız. Söz konusu matrixin hayalini kuran kişilerin çocuk ve torunları ise bizlerin belki de yeni ya da her daim yöneticileri, bizler farkında olalım ya da olmayalım, kabul edelim ya da etmeyelim.

Dünyada en çok kullanılan ilacın bir anti depresan olduğunu biliyor muydunuz? Depresyon ve stres dolu hayatlar yaşamaktayız ve bulabildiğimiz tek çözüm maalesef kimyasallar.

Toplumumuzda bugün nice Spartacusler, nice Voltaire’ler mevcut. Eskinin kişilerden gerçekleştirilen ve tüm topluma mal olan kıvılcımları bugünün erkleri tarafından maalesef parlamadan söndürülüyor. Nasıl mı? Az önce bahsettiğim endişe kapsülleri ile. Nice Spartacus’ler daha arenaya bile çıkamadan sıradan bir Roma askerine dönüşüyor. Bu dönüşüm o kadar başarılı ve bir o kadar sistematik ki takdir etmemek ve kaderimiz için acı duymamak içten değil.

Kendimi düşünüyorum mesela. İçimde biliyorum ve hissediyorum 1000 Spartacus yatıyor. Bir kalksa ne de güzel olacak ama sürekli pinekleyip duruyor işte. Kaldır kaldırabilirsen. Miskin miskin tembellik yapıyor zar. Ne Voltairevari düşünceler gelip geçiyor. En az Da Vinci kadar mühendis olduğumu da biliyorum. Buradaki en az kelimesi sonrasında da ufak at da civcivler yesin demek istedim bir anda. Ama işte ne bedenen ne de ruhen rahatlayıp da fikirlerimi hayata geçiremiyorum, hatta çoğu kere fikirlerimi odaklamayı bile başaramıyorum. Ben de Newton gibi ağaç altında yatıp, keyif çatmak ve bir şeyler keşfetmek isterdim. Ya da ne bileyim hamamda keyif yapıp, sonrasında Evreka diye bağırarak koşup çıkmak isterdim.

Bir şeyler keşfedebilmek için çalışmanın, öğrenmenin, deneyimlemenin, yaratıcı olmanın yanı sıra ruhsal ve fiziksel bir detox da gerekiyor bence. O kadar yorulmuş, o kadar kirlenmiş, o kadar stres yüklüyüz ki yeni bir şeyler ortaya çıkarıp, fikirler geliştiremiyoruz atamıyoruz. Daldığımız, bizi sürekli tüketen, alışageldik hayatlarımızı yaşamaya devam ediyoruz.

Yazılarımı takip edenlerin hatırlayabileceği üzere; hava kabarcıkları benim sevdiğim ve sürekli kullandığım bir tamlamadır. Azot sarhoşu olduğun zaman yön duygun yok olur ve yüzeye çıktığını sanarak derinlere doğru gitmeye başlarsınız. Yanlış yola hem de çok yanlış bir yola sapmak bu olsa gerek. Zaten bu duruma derinlik sarhoşluğu da denir. Deep blue filmini seyredenler ne demek istediğimi hemen anlayacaklardır. Güzel bir filmdi. Tek kurtuluş hava kabarcıklarının gittiği yöne gitmek olmalı ki çoğu kere maalesef bu sarhoşluğu yaşayanlara sanki hava kabarcıkları derinlere gidiyormuş gibi gelir. Yani yanlış yol karşına doğru yol olarak çıkar. Bir kaç metre yükselsen zaten sorun kalmayacak, sarhoşluk pat diye yok olacak, şaka gibi bir şey ama kabarcıkları takip etmez de yükselmezsen derin mavi ebedi istirahat edeceğin yer haline gelir bir anda.  İşte bu nedenle zor ve ters bile olsa kurtarıcıdır hava kabarcıkları. Diyeceğim o ki hayatlarımızda hava kabarcıkları bile kalmamış adeta bizlere yol gösterici ve dahası kurtarıcı.

Çok şükür ben ve ailem sağlıklıyız, para kazanıyoruz, işte ve evde belli bir seviye mutlu ve huzurluyuz da daha ne olsun diyoruz ve aynı hayatı, bizim için tasarlanmış olan hatayı yaşamaya devam ediyoruz.  Sonrasında da işte sessiz çığlıklarımız sağır duvarlardan yansıyıp ve tekrar yansıyıp  ve hatta tekrar yansıyıp duruyor hiç durmadan. Birbirinin kopyası olan evden işe, işten eve günlerimizi bozup bozup harcıyoruz. Monotonluğun ve sıradanlığın dayanılmaz hafiflik ve gücü karşısında ezilip tükeniyoruz, yok oluyoruz, makinalaşıyoruz.  Aynı yerden alınan sebzeler, sürekli tercih edilen aynı veya birbirinin benzeri tatil mekanları, aynı sınıf arabalar,birbirinin kopyası benzer hayatlar. Her birimiz birer makine aksamı olup çıktık, her geçen gün birbirimize biraz daha çok benzemeye başladık. Her şeyin nedeni endişe topları nedeniyle arayışlarımız ve amaçlarımızda zaten hep aynı: Güvenlik ve Garanti. Stres yüklü, yılgın ve yorgun hayatlar ve karşılığında kısıtlı seçenekler ve zincirlenmiş beyinler. Bir t-shirt ve kot giyip Starbucks’a ya da Caffe Nero’ya oturmak, amaçsız saatlerce boş boş yürüyebilmek, geleceği en azından bir saat olsun düşünmemek öyle kolay değildir, en azından alışılmadıktır. Ben demiyorum bahçelerdeki sularla dans edip ıslanalım, elbiselerle denize atlayalım ya da saatlerce balık tutup, kumsallarda gitar çalalım. Ben yalnızca zincirlerimizi ve zorunlu dayatılan şeylerden bir an olsun uzaklaşabilelim diyorum. Tek ihtiyacımız olan şey aslında özgür olabilmemiz.

Ne zamandır istediğim bir eve taşınmak, yine istediğim bir hayatı yaşamak istiyorum ama iş ciddi planlamaya gelince hemen bu hayallerime bir son veriyorum. Başlıyorum elimde olanların artılarını yazmaya. Hayalini kurduklarımın birden hiç düşünmediğim kadar eksileri gözümün içine kadar girmeyi başarıyor. Üzümün sapı, armudun çözü derken bir anda mevcut sisteme yine dönüş yapıp duruyorum her seferinde. Amaç, hayal, istek, donanım tabii ki olmalı ama başka bir şey daha olmalı. Başlayabilme cesareti. İlk adımı atabilme çılgınlığı.


Endişe kapsülü problemini incelediğimiz zaman aslında problemin ikiye ayrılması gerekliliği de ortaya çıkıyor: Toplumsal ve bireysel etkileri. Toplumsal etkilerinde ilk göze çarpan başarıyla uygulanmış ayrıştırma ve yok etme stratejisi. Aynı geçmişe sahip insanlar bile ayrıştırılabiliyorlar. Tarih boyunca insanlığı birleştirmek için ortaya çıkan dinler, ideolojiler ve felsefe akımları bile başka bölünmelere, başka kamplaşma ve kutuplaşmalara, yeni yeni kavga ve uyuşmazlıklara yol açmışlardır. İlahi güce inanan çeşitli dinlere mensup olanlar, mabetlerini ve kutsal kitaplarını farklılaştırmışlar, bununla da yetinmeyerek, mezarlarını bile ayırmışlar, cennet ve cehenneme bile kimin gideceğini söyleme cesaretini göstermişlerdir. Daha ne kadar ileri gidilebilir ki! Keşke bu oyunlara hiç gelmemeyi başarabilsek.

Bireyselliğe bakacak olursak herkesin hayatı benzer de olsa, şartları ve sahip oldukları açısından kendi mikro dünyamız da kendine göre. Bu nedenle herkes kendisi için en iyi yolu yine kendisi bulacaktır. Burada önemli olan nokta endişelerimizin yol açtığı hayat tarzlarımızı hata olarak görmememiz gerekliliği. Daha doğrusu bunun alışkanlık mı tercih mi olduğunu fark edebilmemiz gerekliliği. Her sabah uyandığımızda bu tercihle uyanıyor ve bizim için en doğru olanın bu olduğuna karar verebiliyorsak sorun yok aslında. Yok eğer uyuşmuş olduğumuzdan neden bu tercihi bile yaptığımızı unutup aynı ezbere hayatı yaşıyorsak bir problem olduğunu bilin o zaman.

Kilit farkındalık noktanız ise hayalleriniz olsun. Eğer hayalleriniz var ise doğru yoldasınız demektir. Unutmayın ki tercihler hep üç boyutludur. Tercih varsa hayal de olmalı. Hayal yoksa artık uyuşmuşluktan bu hayat devam ediyordur. Tercihlerimin hayal dünyama giden yollar olması benim sürekli dileklerimdendir.

Bununla beraber siz siz olun kişilik alanlarınızı yaratın ve sahip çıkın. Kurmuş olduğunuz empatinin fazlasının sizden götürdüğünü bilin. Kendinize zaman ayırın. Hobiler edinin. Bol bol hayaller kurun ve bu hayallerinizin peşinden koşun. Kendinizin değerini bilin. Sizden bir tane daha yok bu dünyada. Kendinizi sevin ve dahası gurur duyun. Mutluluğunuz varsa sıkıca sarılıp nedenini düşünmeden, sorgulamadan tadını hem de sonuna kadar çıkarın. Size heyecan veren, hayatınıza neşe ve anlam katan ne varsa düşünmeden peşinden gidin hatta koşun. Unutmayın bu dünyaya yalnızca bir kere geliyoruz.

Hayat bizlerin hayatları olmalı. Nasıl olacağına ilişkin kararı da bir başkası bizim adımıza değil, ancak bizler verebiliriz. Her vazgeçiş bir devrimdir. Kabullenmeyin, devrimci olun. Sahip olduklarımız bize değil,bizler onlara sahip olalım. Tüm endişeleri gelişmemiz için gerekli olan hediyeler olarak görün, onları reddetmeyin, görmemezlikten gelmeyin, sevgi ile kabul edin. Cesaretle yüzleşin. İçinizdeki güce ve nüveye güvenin ve vasatlaşmayın. Kimsenin hayallerinizi yok etmesine izin vermeyin. İrade gösterin. Hayatınızın gidişatını elinizde tutun, kaptan olun, kendi kendinizin efendisi olun. Ancak ondan sonra toplumsal düzelme başlayabilir.

Dilerim yapmak istemediklerimizi yapmak zorunda kalacağımız günleri hiçbir zaman yaşamayız ...








2 yorum:

  1. Yazmakta oldugum yazı bu.ama evli degilim çocugum yok malım da var sayılmaz ama hepsini biliyorum. Aslolan olup olmaması degil de onu özgür iradem ile seçtim diyebilmek yaptıklarını ve yapacaklarını ve yapmak da degil belki denemek, cesaret etmek, hersey gecicidiri anlamak, teslim olmak,doganın kanunlarına uymak, akıp gitmek

    YanıtlaSil
  2. Yazınız bittikten sonra benimle paylaşırsanız çok sevinirim. Okumak ve hatta isterseniz yorum yapmak isterim.

    Evli olmak ve çocuk sahibi olmak günlük hayatta tabii ki çok önemli ama hayatı nasıl ele aldığımızla alakalı olmamakta. Belki etkilemekte ama hayatının kaptanı olup olmamak, teslim olup olmamak, hayatın akışına kendini yine senin isteğinle bırakabilmek hep senin kendi seçimlerin olacaktır.

    Her şeyin başı ise kişisel denge aslında. Aynaya baktığımızda kendimize sevgiyle gülümseyebiliyorsak doğru yoldayız demektir :)

    Selam ve sevgilerimle,

    YanıtlaSil