Bu Blogda Ara

22 Ekim 2013 Salı

Gel de kadere inanma 3

Neden tahminlerimizde bu kadar başarısız?

Japonların Pearl Harbor’a saldırmalarından birkaç ay önce, Tokyo’daki bir ajan Honolulu’daki bir casustan endişe verici bir istekte bulundu. Söz konusu bu istek 9 Ekim’de şifrelenmiş ve çevrilmiş bir halde Washington’a ulaştı. Mesaj Honolulu’daki Japon ajandan Pearl Harbor’u beş bölgeye ayırmasını ve limandaki gemiler hakkında, bu bölgelerde de ilişkilendirerek rapor vermesini istiyordu. Özellikle ilgi konusu olanlar zırhlılar, destroyerler ve uçak gemileri ile birden fazla geminin demirli olduğu iskeleler idi. İşin ilginci söz konusu bu talep ele geçirilip deşifre de edilmişti. Birkaç hafta sonra garip bir olay daha oldu: Amerikan dinleme istasyonları 1. ve 2. Japon donanma filolarına ait bilinen tüm uçak gemilerine ait radyo iletişiminin izini ve bununla birlikte bu gemilerin yerleri ile ilgili tüm bilgiyi kaydettiler. Sonra, Aralık ayının başlarında, Hawaii’deki  14. Donanma Bölgesi Muharebe İstihbarat Dairesi, Japonların o ay içinde ikinci kez olmak üzere çağrı işaretlerini değiştirdiklerini bildirdi. Dolayısıyla, bu işaretleri bir ay içinde iki kez değiştirmeleri, “büyük çaplı bir operasyona hazırlık aşaması içinde olmaları” olarak değerlendirildi. Bitmedi, dahası da var: Hong Kong, Singapur, Batavia, Manila, Washington ve Londra’daki Japon elçilik ve konsolosluklarına gönderilen mesajlar yakalanıp, deşifre edildi. Bu mesajlarda, diplomatların kod ve  şifrelerinin çoğunu derhal imha etmeleri ve diğer tüm önemli özel ve gizli belgeleri yakmaları isteniyordu.

Şimdi geriye bakınca bu kadar endişe verici boyutlara ulaşmış bir durumda, bu bilgilere sahip kişilerden hiçbiri bu saldırıyı nasıl olup da öngörememişti?

Gelin size başka bir örnek. Gencecik bir çocuk çekip birini vuruyor. Silahtan çıkan bu kurşun sonrasında yaklaşık bir 30 sene kadar insanların hayatları oldukça kötü yönde etkileniyor. 100 milyon kadar insanın ölmesine ve yaklaşık 150 milyon kadar kişinin de birbirleriyle savaşmasına neden oluyor. Kabul edelim ki 1914 yılında yaşıyor olsaydık, o yıllarda olayların böylesine çığırından çıkacağını tahmin bile edemezdik. Oysaki bu iki dünya savaşını hikaye okur gibi ders kitaplarından okuduğumuzda  oldukça olağan olarak görebiliyoruz.  

Savaş sonrası bulunan bir günlükte şu satırlar yazılıydı: “1940 Ağustos’unda Almanların Paris’i işgalinden bir ay sonra burada herkes Almanların senenin sonunda çekileceklerine inanıyor. Alman subaylarda bana bunu doğruladı. Fransa nasıl çabuk düştüyse İngiltere de o kadar çabuk düşecek  ve sonra nihayet Paristeki eski günlük hayatımıza döneceğiz. Almanyanın bir parçası olsak da”. Aynen yazıldığı gibi olmuş değil mi?!

Gelin günümüze biraz yaklaşalım. 2007 yılında ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan’ın eli bol finans politikası oldukça kabul görüyordu. Yine 2007 yılı ekonomik tahminlerini incelediğinizde 2008-2010 yılları için beklentilerin olumlu olduğunu görürdünüz. Ne mi oldu? Pek düşünülen olmadı. Başta Lehman Brothers olmak üzere bir çok finans kuruluşu battı, tepe taklak oldu, finans piyasası bildiğiniz üzere içeriye doğru çöktü.

Geçmişe bakıldığı zaman gerçek akış sanki en olası senaryo ya da olasılık gibiymiş görünüyor ama yaşarken durum bu kadar açık ortada olmuyor. İyi tahminler yaptığımızı sanıyoruz ama yanılıyoruz. Çoğu kere de kibirli ve hatalı kararlar alıyoruz bu nedenle.

Peki ama bu kadar kelli felli adamlar, büyük araştırmacılar, bilim ve devlet adamları nasıl oluyor da bu yanılgıya düşebiliyorlar? Nedeni araştırılmış ve dahası bulunmuş efendim: Geçmiş ve gelecek arasında temel bir asimetri vardır. Diğer bir deyişle, dönüp geriye bakınca tüm yaşananların tarihsel gelişiminin neden böyle olmuş olduğunu açık olarak açıklayabiliriz. Ama olaylar gerçekleşirken etrafımızda bulunan değişken ve parametreler o kadar karışık ve bir o kadar iç içe geçmiştir ki neyin nasıl, neden ve ne zaman olacağını ön görebilmek neredeyse imkansızdır. Olan olayı evet kolayca açıklayabiliriz ama geleceği görmemiz ya da tahmin etmemiz işte bu nedenle çok zormuş.

Günlük yaşamımızda, her ne kadar onu öngörememiş olsak da, geçmişin genellikle aşikar görünmesinin nedeni de işte bu temel asimetridir. Satranç, doğrudan bir rastlantısal unsur içermez. Ama yine de, bir belirsizlik vardır çünkü her iki oyuncu da kesin olarak rakibinin ne yapacağını bilemez. Eğer oyuncular usta ise, oyundaki pek çok noktada ilerideki birkaç hamleyi görmek mümkün olabilir; ama daha ileriye bakarsanız, belirsizlik artar ve artık hiç kimse kesin olarak oyunun nasıl gelişeceğini söyleyemez. Diğer yanda, geriye dönüp baktığınız zaman, her oyuncunun yapmış olduğu hamleleri neden yapmış olduğunu söylemek genelde kolaydır. Bu yine geleceğini öngörmesi zor, ama geçmişini anlamak kolay olan rastlantısal bir süreçtir. Yalan da değil hani. Herhangi bir analist, başarılı oldukları, en kötülerin neden başarısız oldukları ve ortaya çıkan eğrinin neden bu şekilde olması gerektiği hakkında bir dizi inandırıcı neden çok rahat gösterebilir. Yani aslında şimdinin gözlüğü ile geçmişe bakıldığında açıklama çok kolay yapılabilir ama aynı şey tersi için geçerli değildir. Size bu bir şeyi hatırlatmıyor mu? Bana hemen hatırlatıyor: Borsacılar. Hepsi neden doların düştüğünü, BİST’in hangi sebeple arttığını, FED’in ne yapmaya çalıştığını saatlerce anlatabiliyorlar oysaki dolar bundan sonra ne olacak sorusuna elimizde Merkez Bankasının sahip olduğu düzeyde bir veri seti yok klişesini demekle yetiniyorlar.

Toplumcu tarihçi Richard Henry Tawney, bunu şöyle dile getirmiştir: “Tarihçiler, galip gelmiş olan güçleri ön plana çıkartıp, ortadan yok olanları ise arka plana iterek … bir kaçınılmazlık görünümü yaratırlar.” Roberta Wohlstetter ise konuya bu şekil bakmakta: “Olaylar olup bittikten sonra, bir işaret tabii ki çok nettir, şimdi onun hangi felaketi haber vermekte olduğunu görebiliriz … Ama aynı işaret, olaydan önce bulanık olup, çelişen anlamlarla yüklüdür.”

Pearl Harbor baskını ya da günümüz için konuşalım 11 Eylül saldırıları durumunda, geriye dönüp bakınca baskına yol açan olaylar kuşkusuz çok belirgin bir yöne işaret ediyorlar. Yine de hava tahmininde ya da satranç oyununda olduğu gibi, eğer olay gerçekleşmeden çok önce başlayıp olayları ileriye doğru irdelerseniz, kaçınılmazlık hissi çok çabuk kaybolmaya başlar.

Mesela Pearl Harbor için sözü edilen istihbarat raporlarına ek olarak, bir yığın da işe yaramaz bilgi de mevcuttu ve her hafta, sonradan yanıltıcı ya da önemsiz oldukları anlaşılacak ciltler dolusu yeni ürkütücü veya gizemli mesaj ve rapor birbiri peşi sıra toplanıyordu. Pearl Harbor baskınına işaret etmeyen alternatif ve mantıklı bir çok açıklama da vardı. Örneğin, Pearl Harbor’u beş bölgeye ayırma istemi, tarz olarak Panama, Vancouver, San Francisco ve Portland’daki (Oregon) Japon ajanlarına gönderilen istemlerle benzerlik gösteriyordu. Radyo bağlantısının kaybolması da daha önceden duyulmamış bir şey değildi ve geçmişte, genellikle savaş gemilerinin kendi karasularında olduğu ve sabit telgraf hatları vasıtası ile iletişim kuruyor oldukları anlamına gelmişti. Anlayacağınız geleceği bulandırmaya yetecek kadar bilgi fazlası vardı.
Pearl Harbor askeri üssünün boşaltılması evet muhtemelen gerekirdi. Bugünkü bakış açısıyla evet kesinlikle gerekirdi çünkü saldırının olacağına ilişkin birçok ipucu vardı. Fakat bu ip uçları ancak şimdi geri bakıldığı zaman bu kadar net gözükebiliyorlar.

Bir sistem ne kadar kompleks ve zaman ufku ne kadar geniş ise geleceğe bakış o derece bulanıklaşır. Küresel ısınma, petrol fiyatları, ya da döviz kurlarını önceden tahmin etmek neredeyse imkansızdır. Edenlere siz bakmayın, zaten tuttursalar bugün sabahın köründe ve akşamın bir saatinde bizlerin karşısında olmak yerine kokteyllerini yudumlayıp keyif çatıyor olurlardı. Falcılar eğer gerçekten ileriye görüyor olsalardı müşteriye ihtiyaçları olmazdı. Her hafta sayısal ya da süper oynayıp kasalarını doldururlardı ama yapmıyorlar, yapamıyorlar ve yapamazlar da. Oyunun kuralı böyle işlemiyor.

Bir sonraki yazı ile bu konuyu tamamlamayı planlamaktayım. Elimden geldiğince konularla ilgili bir sonuca gitmeyi düşünüyorum.  Bu konu ile ilgili bu kadar yazı yazdıktan sonra başarılı olma tahmininde bulunmam zor ama elimden geleni yapacağım. Olur da yapamazsam sonraki yazılarımda neden yapamadığımı da yazarım muhtemelen. Malum ileriyi görmek her zaman bulanık ve oldukça bulutlu oysa ki geriye dönüp sebep bulmak oldukça güneşli , bir o kadar da kolay ...

Sevgi ve saygılarımla,

9 Ekim 2013 Çarşamba

Gel de kadere inanma 2

Determinizm vs Kelebek etkisi

Başına yan gelip yatarken elma düşen ve bu sayede şöhreti yakalayan Newton, determinizm ve daha nice başka görüşün yaratıcılarındandır. Bakın 1814 yılında, meşhur matematikçi Pierre-Simon Laplace determinizm hakkında neler yazmış:

Eğer bir akıl, herhangi bir anda doğayı biçimlendiren güçlerin tümünü ve doğadaki her yaratığın konumunu bilseydi; ve ek olarak, eğer bu akıl tüm bu veriyi işleyebilecek bir güçte olsaydı, aynı anda evrendeki en büyük nesnelerin olduğu kadar, en küçük atomların da hareketini tanımlayabilirdi: Böyle bir akıl için hiçbir şey belirsiz olmazdı ve geçmiş gibi gelecek de onun için bilinir olurdu”.

Oldu canım, bana da iki çay söyle lütfen. Kazın ayağı pek öyle değildi ama bizim Fransız matematikçi böyle düşünüyordu. Laplace aslında determinizm diye adlandırılan bir görüşü dile getiriyordu: Dünyanın şu andaki durumunun, geleceğin nasıl oluşacağını tam olarak belirlediği fikri.

Günlük yaşamda, determinizm kişisel niteliklerimizin ve belirli herhangi bir durum ya da ortamın özelliklerinin bizi doğrudan ve tartışmasız olarak çok belirgin sonuçlara götüreceği bir dünyayı ima eder. Bu çok düzenli bir dünyadır, her şeyin öngörülebileceği, hesaplanabileceği bir dünya. Ama Laplace’nin rüyasının gerçekleşmesi için daha birçok şart da beraberinde sağlanmalıdır. Birçok akademisyen Laplace’nin determinizm hakkındaki inançlarını paylaştılar. Onlar da, Galton gibi, yaşam içindeki yolumuzun kesin olarak kişisel niteliklerimizce belirlendiğine, ya da Quételet gibi, toplumun geleceğinin öngörülebilir olduğuna inandılar. Sık sık Newton fiziğinin başarısından esinlenip insan davranışlarının da, doğadaki diğer olaylar gibi güvenilir bir şekilde öngörülebileceğini düşündüler. Günlük dünyamızın  geleceğinin, aynı gezegenlerin yörüngeleri gibi, şu andaki durumdan yola çıkarak kesin bir biçimde belirlenebilmesi onlara mantıklı geldi.
İşte şimdi tam bu noktada size bir hikaye anlatmak istiyorum. Atmasyon değil, uydurma hiç değil. Gerçek yaşanmış bir hikaye.

1960 yıllarında Edward Lorenz adında bir meteorolog, meteorolojinin bilinen yasalarını uygulayarak ileriki zaman dilimleri için hesapladığı hava durumunu sayılar şeklinde yazıcısına basacaktı. Bir hafta sonu uzun uzun çalıştı ve hesaplamaları başlatıp evinin yolunu tuttu. Hafta başında çalışma ofisine geri döndüğünde yazıcıda yeterli kağıt bırakmadığını fark etti. Konu Edward Lorenz ‘in zekası ya da aptallıkları olmadığı için bu dalgınlığı ya da hatayı çok konu etmeyeceğim. Kağıt eksikliğinden doğal olarak hesaplamaların ortasında yazıcı durmuştu. Birazda sanırım tembel olduğundan (ama bu tembellik ya da bu dalgınlık ya da bu aptallık zaten hikayenin bugün anlatılmasını sağlıyor) tüm hesaplamayı yeni baştan yapmak istemiyor ve kaldığı yerden devam etmeye karar veriyor. Yazıcıda son çıkmış olan veriyi başlangıç değeri olarak girip, oradan devam etmeğe başlıyor. Bizim bilim adamı o kadar tembel ki tüm rakamları da yazmıyor ve mesela 0,293416 gibi bir sayı yerine 0,293 olarak sayıları giriyor. Öyle ya kim takar virgülden sonraki 10.000’ler basamağını. Hata olsa kaç yazar, kim anlar, kim bilir, kim umursar.

Bilim insanları genelde, bir sistemin başlangıç koşullarında ufak bir değişiklik yapılırsa, o sistemin evriminin de ufak bir değişiklik göstereceğini varsayarlar. Neticede, meteorolojik veri toplayan uydular değişkenleri ancak virgülden sonra iki ya da üç hane hassasiyetle ölçebildiklerinden, 0,293416 ve 0,293 arasındaki minik farklılıkları anlayamazlar bile. Kim bu masum düşünce ve kabul nedeni ile bizim Lorenzi’yi suçlayabilir ki? Ama işte o tembel Lorenz, böyle ufak farkların sonuçta büyük değişikliklere neden olduğunu buldu. Bilim dilinde başlangıç koşullarına kritik bağlılık olarak bilinen bu olaya, bir kelebeğin kanat çırpışlarından kaynaklanabilecek kadar ufak atmosferik değişikliklerin sonuçta küresel iklim oluşumları üzerinde büyük etkiler yaratabileceği içermesine atfen kelebek etkisi adı verildi.

Ne midir bu kelebek etkisi? Bir sabah fazladan içtiğiniz bir bardak kahvenin, yaşamınızda çok büyük ve derin değişikliklere neden olması demek. Bu bir bardak kahve için harcadığınız fazladan zaman, tren istasyonunda müstakbel eşinizle karşılaşmanıza, ya da kırmızı ışıkta geçen bir araba tarafından ezilmekten kıl payı kurtulmanıza neden olabiliyor. Eşim ile bu bölümü tartışırken aklımıza ister istemez Sliding Doors filmi geldi. Ne muhteşem bir filmdir. Seyretmeyenlere mutlaka önereceğim sıra dışı ve unutulmaz bir filmdir. Son anda kapanan bir kapı ile tamamen değişen bir hayat, üstelik aynı anda izleme imkanı ile.

Burada anlatılmaya çalışılan, yaşamımızdaki önemli olayların arkasına ayrıntılı olarak baktığımızda, büyük değişikliklere neden olan, görünürde önemsiz, rastgele bir çok olay vardır gerçeği ve işte bu önemsiz ve rastgele olayların aslında hayatlarımız için belirleyici olanlar olduğu çıkarımı.  

Rastgele etkenler, en az niteliklerimiz ve eylemlerimiz kadar önemlidir. Birçok insan, entelektüel bir düzeyde rastgele etkenlerin önemini anlasalar bile, duygusal bir düzeyde buna direniyorlar. En basit ifadeyle bir çok kişi meşhur kişilerin kariyerlerinde şansın rolünü küçümserler oysaki bir çoklarının hikayesi göstermektedir ki şansları olmasaydı onları bugün yalnızca aileleri ve arkadaşları tanıyor olacaklardı.

Peki ama neden rastlantısallık olayına inanmayı tercih etmeyiz?

Her şeyden evvel yaptıkları ile kazandıkları arasında rastgele bir ilişki olduğuna inansalardı, çok az sayıda insan ciddi anlamda bir çaba gösterirdi. Öyle ya zaten iş şansa kalmış ben neden kendimi yorayım ki diye düşünürlerdi. İnsanlar “kendi ruh sağlıklarını korumak için” başarıda yeteneğin rolünün derecesini abartmışlardır. Yani, sinema yıldızlarını, yeni tanınmaya başlamış yıldızlardan daha yetenekli görmeye ve dünyanın en zengin insanlarının aynı zamanda en akıllıları da olduklarını düşünmeye eğilimliyiz. Siz belki değil ama dünya genel ahalisi bu yönde düşünmektedir.

Bir başka neden ise rastlantısallığın yaşamımızdaki etkilerini kaçırıyoruz çünkü dünyayı değerlendirdiğimiz zaman, sadece beklediklerimizi görme eğilimindeyiz. Aslında beceri düzeyini başarı düzeyine bağlı olarak tanımlayıp, sonra da nedensellik duygumuzu aradaki bağıntıyı öne çıkartarak güçlendiriyoruz.

Bir bara gittiğinizi düşünün. Benim için zor bir hayal değil çünkü gitmesini çok severim. Karizmatik ve hatta yakışıklı barmen ile lak lak ediyorsunuz. Barmen size bir film yıldızı olmak istediğini söylese ne düşünürdünüz?  Muhtemelen tamam, tamam, sen şimdi sadece şu sodayı fazla kaçırmadığına dikkat et, yeter türünden bir şeyler düşünürdünüz. Aslında pekala aman Tanrım, geleceğin bu karizmatik film yıldızı ile baş başa konuşma fırsatını yakaladığım için ne kadar şanslıyım, diye de düşünebilirdiniz.

Beklentilerin kurbanı olmak kolaysa, birilerinin bundan yararlanması da kolaydır. Doktorların beyaz önlükler giyip muayenehanelerinin duvarlarına türlü çeşitli sertifika ve diplomalar asmalarının, kullanılmış araba satıcılarının motora para gömmek yerine arabanın dışındaki ufak tefek çizikleri tamir etmeyi tercih etmelerinin ve öğretmenlerin genelde “mükemmel” bir öğrenciye aynı ödevi veren “zayıf” bir öğrenciye göre daha yüksek not vermelerinin nedeni de budur. Bunun farkında olan pazarlamacılar da önce bizlerde beklentiler yaratıp, sonra da bunlardan yararlanacak reklam kampanyaları tasarlarlar.

Bu bizi nereye mi götürür?

İşte bu nedenle neden bir filmin iyi iş yaptığını, bir adayın seçimi kazandığını, bir fırtınanın oluştuğunu, bir hissenin düştüğünü bildiğimize inanırız. Hepimiz bir anda konunun uzmanı kesiliriz ama hep geriye dönük olarak. Hiç birimiz ama kolay kolay bir sonraki fırtınayı ya da seçimi kimin kazanacağını ya da doların ne olacağını bilemeyiz.  Geçmişi açıklayan öyküler uydurmak, ya da gelecek hakkındaki su götürür senaryolara inanmak kolaydır. 

Bir sonraki yazı işte tüm bunlarla ilgili olacak. Geçmişe bakıldığı zaman gerçek akış sanki en olası senaryo ya da olasılık gibiymiş görünüyor ama yaşarken durum bu kadar açık ortada olmuyor. İyi tahminler yaptığımızı sanıyoruz ama yanılıyoruz. Çoğu kere de bu nedenle kibirli ve hatalı kararlar alıyoruz.Tüm bunların nedenlerini konuşacağız. Tabii ki en sonunda hepsini bir yerlere bağlamaya çalışacağız.


Bu arada yazıyı sonlandırmadan, Mavi AY dizisinden önce, Bruce Willis karizmatik, genç bir barmendi ve kim bilir kaç kişi onunla konuşmuştu.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Gel de kadere inanma 1

Hayatınızın kontrolü sizde mi?

Dört yazıya konu olmasından anlamış olacağınız üzere bu seneki tatilimiz çok şükür güzel geçti. Konu hakkında yeterince yazmış olduğumdan, merak etmeyin tekrar o konuya girme niyetinde değilim. İşte bu güzel tatil öncesinde eşimin annesi bizimleydi. Onun bizimle kalmasından faydalanıp eşimle yapmaktan belki de en keyif aldığımız programlardan bir tanesini gerçekleştirip soluğu Akmerkez Remzi Kitabevinde aldık. Ne keyiftir anlatamam sizlere. Önce gidip onlarca kitap seçeriz. Sonrasında kahve, çay ve kek servislerinin olduğu masalara kurulup saatlerce seçtiğimiz kitapları inceleriz. Kış ise ben kesin salep içerim. Eşim her daim kekini mutlaka alır. İşte bu program sırasında seçtiğimiz kitap yığınından ayırdığımız 10 adet kitap özenle yeni kitaplarımız olarak kitaplığımızda yerlerini aldılar. İşin ilginç tarafı seçtiğimiz kitapların içerikleri idi. Genel olarak hepsi aynı temel soruya cevap arayan ve bu çerçevede yazılmış olan kitaplardı. Hayatımızın kontrolü bizde mi?

Tatil sırasında bu kitaplardan iki tanesini hem eşim ve hem de ben okuduk. Çok güzel oldu zira hem benzer konular etrafında iki farklı yazarın yorumlarını öğrendik ve hem de sıcağı sıcağına konuyu eşimle tartışabilme olanağı bulduk. Hararetle tavsiye edebileceğim bu kitaplardan aklımda kalanları, kendi fikir, yorum ve itirazlarımla beraber harmanlayıp sizlerle paylaşmaya karar verdim. Öncelikle kitapları ve yazarlarını sizlerle paylaşmak isterim ki yazılan her doğru sözün kimlere ait olduğunu bilin. Bunları yazmamdaki amaç  her zaman olduğu gibi hem sizlerle hoşuma giden şeyleri paylaşmak ve tartışmak (yorum muhtemelen yine yazmayacağınızdan kendi kendime tartışmış olacağım)ve bir diğeri geri dönüp özet ve hap haline getirilmiş bilgiyi bir yerlerden kolayca bu sayede bulabilmek . Umarım beğenirsiniz.

İlk kitap Leonard Mlodinow’un Ayyaş Yürüyüşü idi. Aynı yazarın yeni çıkan kitabı olanSubliminal (Bilinçdışınız Davranışlarınızı Nasıl Yönetir?) adlı kitabı yine almış olduğumuz kitaplardan bir tanesiydi. Eşim halen bu yeni kitabı okumaktadır. Diğer okuduğumuz kitap ise Rolf Dobelli’nin Hatasız Düşünme Sanatı idi. Kişisel olarak iki kitabı da çok beğendim. Çok kolay okudum ve kendimce bir şeyler de öğrendim. Ama her şeyden önce büyük keyif aldım. Sizlere de tavsiye ederim.

Hayatınızın kontrolü sizde mi? Hayat sizin dışınızda akıp giderken, siz yanılmaya ve  öyle olduğunu sanmaya devam edin...

Her gün dokuza birkaç dakika kala kırmızı kapüşonlu bir adam bir yere dikilip kepini ileri geri sallamaya başlıyor. Beş dakika sonrada ortadan kayboluyor. Günlerden bir gün karşısına bir polis memuru geçiyor ve ne yaptığını soruyor. O da zürafaları kovalıyorum diye cevaplıyor. Polisin burada zürafa yok ki şaşırmasına karşılık da işte işimi iyi yapıyorum da ondan cevabını veriyor.

Hayatınızın kontrolü sizin elinizde mi? Büyük ihtimalle sandığınızdan çok daha az. Aslında hepimiz az veya çok kırmızı kepli adamlarız. Kimimiz belki saflıktan ya da belki aydınlanmış olmaktan bu yanılsamanın doğruluğa inanmakta kimimiz ise bitip tükenmez arayışlarını ama ümit dolu ama ümitsiz azimle ya da farkında bile olmadan sürdürmekte.

İnsanlar çevreleri üzerinde kontrol sahibi olmak isterler. Olayları kontrol etme isteğimiz aslında düşünülenin tersine nedensiz de değildir. Kişisel bir kontrol duygusu, benlik kavramımızın ve öz saygı duygumuzun ayrılmaz bir parçasıdır. İşte zaten bu nedenle yarım şişe viski içtikten sonra araba kullanmakta bir sorun görmeyen bir çok insan var. Bu hem kendi hayatlarını ve hem de başkalarının hayatlarını sorumsuzca tehlikeye atan bir çok insanın içinden de yine bir çokları içinde oldukları uçak ufak bir hava boşluğuna girdiği zaman paniğe kapılırlar. Neden aslında hep aynı. Kontrol ben de olmalı, kontrol kaybedilmemeli. Aslında kendimiz için yapabileceğimiz en yararlı şeylerden bir tanesi, yaşamımızı kontrol altına almamızı, ya da en azından öyle hissetmemizi sağlayacak yollar aramamızdır. Alkollü araba kullanmak sebebi ne olursa olsun tabii ki bırakın yapılmasını düşünülmemeli bile.

Başımızdan geçen olaylar eğer rastgele ise, o zaman olaylar üzerinde bir kontrolümüz doğal olarak yoktur. Yok eğer olaylar üzerinde bir kontrolümüz varsa da, o zaman olaylar rastgele değildir. Dolayısıyla, kontrolün bizde olduğunu hissetme gereksinimiz ile rastlantısallığı algılayabilme yeteneğimiz arasında temel hatta yaman bir çelişki vardır. Laboratuvar ortamlarında yapılan deneylerde rastlantısallığın rolü yabana atılmayacak kadar belirgindir oysaki günlük hayatlarımızda yukarıda belirtmiş olduğum nedenden ötürü çok daha az belirgindir. Bizleri daha çok olayların rastgele olup olmaması değil ama daha çok bunların sonuçları ile onları etkileme becerilerimiz ilgilendirir. Böylece gerçek hayatta, olayların kontrolümüz altında oldukları yanılsamasına karşı koymak çok daha zor olur.

Bu yanılsama da bizi başarı ya da başarısızlık dönemi geçiren bir kişi veya organizasyonun bunu o organizasyonun durumunu betimleyen sayısız etmene ve şansa değil de, en tepedeki kişiye atfetmesine götürür. O kişi eminim yeteneklidir. Bir işte uzman olmak için 10.000 saat çalışmak kuralından hareketle eminim en az 10.000 saatlik bir tecrübesi de vardır. Dahası tecrübelerinin yanı sıra doğal Allah vergisi bir yeteneği de olabilir. Ama işte tüm bunlar başarı için yeterli midir? İşte demeye çalışılan yalnızca bunların yeterli olmadığı gerçeği.

Yalnız başarı ya da yalnız başarısızlık için değil, hayatın kendisi için insanın sahip olduklarının, planladıklarının ve kontrolü altına aldığını sandıklarının dışında da bir çok etkenin olduğu ve bu etkenlerin aslında hayatlarımızda sahip olduklarımızdan, planladıklarımızdan ve kontrolü altına aldıklarımızdan çok daha belirleyici olduğu gerçeğini kitaplar savunmakta. Genelde insanların yanılgıya düşmesini de öyle izah etmekteler:

Düşünür Francis Bacon’un 1620 yılında dediği gibi, “insan zihni bir kere bir görüş oluşturursa , onu onayan her türlü olayı toplar ve aksini gösteren olaylar daha çok ve önemli olsa bile, bu görüş geçerli kalsın diye ya onları görmezden gelir, ya da reddeder”.

Ya da Einstein’ın dediği gibi “Ön yargıları yıkmak, atomu parçalamaktan zordur” sözünde olduğu gibi insan bir kere yanılsamanın etkisi altına girmeye görsün , düşündüklerimizin yanlış olduğunu gösterecek kanıtlar aramak yerine , genelde onların doğru olduğunu kanıtlamaya çalışırız. Psikologların onama eğilimi olarak adlandırdıkları bu olay, rastlantısallığın yanlış yorumlamaktan kendimizi kurtarmamızın önünde ciddi bir engel oluşturur.

Bazen daha kötüsü olabiliyor. Sadece ön yargılı kavramlarımızı destekleyecek kanıtlar aramakla kalmıyoruz, ama aynı zamanda belirsiz kanıtları da bu fikirlerimiz doğrultusunda yorumlayabiliyoruz. Bu da başımızı derde sokmaya ya da kibirli ve yanlış kararlar almamıza fazlasıyla yetiyor ve artıyor bile.

Siz ister şans,  ister alın yazı, ister kader olarak tanımlayın ne fark eder ki? Nobel ödüllü Max Born bakın ne demiş: “Şans, nedensellikten daha temel bir kavramdır.”

Yaşamlarımız için, bizler de rastgele olayların etkisinde sürekli bir o yöne, bir bu yöne savrulup dururuz. Sonuç olarak, her ne kadar sosyal verilerde istatistiksel düzenlilikler bulunabilse de, tek tek kişilerin geleceklerini öngörmek olası değildir ve kendi başarılarımızı, işimizi, dostlarımızı ve parasal durumumuzu çoğu insanın kavradığından daha fazla oranda şansa borçluyuz. Boşuna su yolunu bulur, ya da gelin ata binmiş ya nasip demiş dememişler.

Peki ne oldu hepimizin birer küçük yaratıcılar olduğu gerçeğine? Hani kendi kaderlerimizin efendileri ve kendi ruhlarımızın kaptanlarıydık? Hani başımıza gelen tüm olumlu ve olumsuz şeylerin sebebi ve sorumluları yine bizlerdik? Yoksa olanların tümü bizlerin kendi seçimidir düşüncesi de mi yalandı?

Ben kendi adıma tüm bunlara yine aynı şekilde ve gönülden inanmaya devam ediyorum. Açıkçası bu anlamda bir sarsılma yaşamıyorum bilakis aslında bunlar düşüncelerimi daha da pekiştiriyor. Tam bu sıralarda mesela dört elle sarıldığım düşünce "insan şansını kendi yaratır" düşüncesi. Bir kere tüm bunlara cevaplar bulmaya dahası soruları daha da artırmaya devam edeceğim ama çok kısaca yazmak gerekirse her şeyden önce ırmakların bir hızları vardır ve doğasından daha hızlı akıtamazsınız. Yani her şey kendine uygun zamanda gerçekleşir. Ben bilgi toplamaya devam ediyorum. Farklı farklı yollara girip çıkıyorum. Araştırıyorum, deniyorum, çözümler bulmaya çalışıyorum. Sorular soruyorum, cevaplar karanlıkta bile olsalar yoluma devam ediyorum. Kişisel fikrim tüm olanları gerçekleştirecek olanların yine bizler olduğu düşüncesi ama sandığımızdan çok daha karışık bir yapıda. İstedik ama olmadı, hani efendi bizdik ikilemleri işte bu nedenle hep karşımıza çıkıyor. Anlam arayışım tabii ki devam ediyor. Çoğu kere kaybolabiliyorum ama devam ediyorum. Ediyorum çünkü bu arayış hoşuma gidiyor. Güzel olan bu kitaplarla bir kaç perde daha kalktı gibi sanki. Hani sanki ışığa biraz daha yaklaşmış gibi hissediyorum ya da belki yalnızca delirmeye başladım.

Bir delinin notları bir sonraki yazıda devam edecek. İlginizi çekti ise beklerim. Sorularınıza cevaplar bulabildiğiniz aydınlık yollar dilerim.