Bu Blogda Ara

29 Nisan 2014 Salı

Gerekli mi yoksa gerekli değil mi? İşte büyün mesele bu!

Takip edenlerin hatırlayacağı üzere geçen sefer ki yazı konum Kadim Teknik’lerdi. Yazımda da belirtmiş olduğum üzere aslında ben bu teknikleri seven bir kişiydim. Peki ama söz konusu bu teknikleri seven bir kişi olarak neden ben eleştirisel bir yazı yazma ihtiyacı duymuştum? Yararı evet bunca zamandır dokunmamıştı ama neden sadece bu muydu benim için? Buraya bir mim koyun geri döneceğim.

Eşim bu sıralar sesli makalelere taktı. İşi güç yokmuş gibi evde, arabada sürekli sesli makaleler dinleyip duruyor. Üstelik bir de ingilizce dinliyor. Daha da üstelik bir de anlıyor ve bana tavsiyelerde de bulunuyor. Ben tabii hemen kolaya kaçıp bana Türkçe özet geçebilir misin diyorum ama pek işe yaramıyor. Geçenlerde tavsiye ettiği konulardan bir tanesi Essentialism di. Dağda, bayırda kulaklıkla bunu dinlemeyeceğimi bildiğinden de bana yazılı bir kopyasını verdi. Okudum ve anladım, üstelik oldukça ilgimi de çekti. İlgimi çekti zira hemen hemen aynı sayılabilecek benzer düşüncelerimi önceki yazılarımda paylaşmıştım. Adam aleni bir şekilde beni kopyalamış sanki. Eşim bu sıralar bu konuya iyice taktığından Greg McKeown adlı bir yazarın Essentialism: The Disciplined Pursuit of Less adlı kitabını okuyor. Çok havalı bir ismi var değil mi? Bitirsin, şansım varsa özetini ondan alır ve sizinle paylaşırım, eğer bunu başaramazsam ben de okurum (ama anlar mıyım onu şimdilik size garanti edemiyorum) ve yine sizinle paylaşırım. Ben daha sizler için ne yapabilirim ki!

Yine de konu hakkında size fikir vermek adına gerek kendi fikirlerimden, gerekse makaleden harmanlanladığım bazı noktaları sizinle paylaşmak isterim. Ama öncesinde sizlerle daha önceden paylaştığım ve konuyla direk ilgili olan bazı düşüncelerimi yinelemek isterim.

“ ... Orijinallikten her geçen gün biraz daha fazla uzaklaşıyoruz. Sıradan, sıkıcı ve daha az çekici insanlar oluyoruz her geçen gün biraz ve biraz daha. Nedeni belki bizzat bizleriz, belki bilinç altlarına sürekli olarak verilen mesajlar, belki de artık varlığını kanıksadığımız ve bizi her gün biraz daha öldüren stres dolu yaşamlarımız. Öyle ya da böyle monoton, orijinallikten yoksun hayatlar yaşıyoruz çünkü sahiciliğimizi yitirdik. Biz olmayı bıraktık. Artık beğenilmek her şey oldu. Nasıl göründüğümüz, ne olduğumuzdan çok daha önemli bir hale geldi. Algı her şeydir artık yalnızca bir pazarlama terimi olmaktan çıkıp bizzat hayatlarımız oldu. Dönüşüme uğradık ve başkaların beğenileri üzerine yeniden ve yine yeniden ve hatta yine yeni yeniden şekillendik ve biz kalamadık, bunu başaramadık. Olmadı işte. Artık düşüncelerimiz bile bize ait değil. Düşüncesi olmayan adamın hiç bir fikri olabilir mi? Fikri olmayan adamın karar vermesi hiç mümkün olabilir mi? Resmen beyinlerimiz uyuşturulmuş bir durumda. Çok acı ama gerçek biz yavaş yavaş her geçen gün biraz daha yok oluyor.

Anne baba onayı, TV’nin hayali kahramanları gibi yaşamayı istemek, arkadaş beğenisi, moda takibi her şey olabilir peşinden gittiğimiz. Önemli olan kendimiz olmayı başarabilmek. Sevdiğin işi başkaları beğenecekler diye değil, sen huzurlu olacaksın diye en iyi şekilde yapabilmek. Eşini başkaları seni takdir edecek diye değil, içini ısıttığı için seçebilmek. Bazıları seni beğenecek, takdir edecek bazıları da beğenmeyecek, takdir etmeyecek. Doğrusu kelimesi belki çok iddialı olabilir ama normali de bu zaten. Doğa tek tip çalışmaz, doğa da özgünlük, farklılık vardır. Günümüzde ise görsellik hiç olmadığı kadar önemli oldu. Organik pazardaki bir elma kadar olamadık.

Günümüzde artık beğenilmek üzere kararlar alınıyor, seçimler yapılıyor. Ne oldu kendi arzularımıza? Sahi onları diğerlerinden ayırabiliyor muyuz yoksa çok mu geç kaldık? Kendi hikayelerimiz unutuldu ya da günümüz şanslıları için zaten hiç olmamışlardı. Seçimlerimiz hep beğenilmek, onaylanmak ya da puan almak üzere. Başkalarının beğenileri için kendimizden uzaklaşıyoruz. Hepimiz güzel ve bir diğerimizin aynı, doğal olmayan elmalar gibiyiz. Ne acı ki üç aşağı, beş yukarı yok gerçekten de hiç bir farkımız ... ”

Hepimizin en azından çok büyük bir çoğunluğumuzun bu hayatta da tek bir gayesi var: Çalışmak. Daha çok çalışmak. Kazanmak, daha çok kazanmak. Para ve hep biraz daha fazla para. Hep ve sürekli çok işimiz var deriz, işlerimiz hiç ama hiç bitmez. Öyle bir dünya ki her şeyi sürekli yapmak için didinir dururuz. Sürekli bir çabalama, durmak bilmeyen ve dahi bitmeyen denemeler. Sizce de tam bir delilik değil mi bu? Dünyaya sahi bunun için mi geldik? Durmadan çalışmak ve daha çok çalışmak ve elde etmek ve sonra daha çok elde etmek için mi?

Dünya öyle bir hale getirildi ki her bir olayın sonunda büyük bir başarı beklenir oldu. Artık bir adım geri çekilmeli ve şunun farkına varmalıyız: Her şey önemli değildir. Hayat hep aynı ve üst düzey önem içeren bir biri sıra aktivitelerden oluşan bir döngü değildir. Hiç bir zaman da olmamıştır. Önemli olanları tabii ki vardır ama önemsiz olanları da vardır. Önemsiz olanlar için gerektiğinden daha fazla zaman lütfen harcamayın. Dahası böylesi şeylere olduklarından daha fazla anlam katmaya çalışmayın. Hayat birbirinden güzel yemekler içeren bir büfe değildir. Sizin için önemli ve lezzetli olan yemekleri bulun , görün seçin. Seçici olun. Hayatınızda öncelikleriniz olsun. Her şeyi iyi yapmak zorunda da değilsiniz. Sizin için önemli olanları seçin ve onlara zaman harcayın. Toplumda genel kabul görmüş, yazılı olmayan bir hiyerarşi vardır. Kariyer başarıları, eğlence ve zenginlik hep üstlerdedir. Aile, sağlık ve dinginlik ya da kişisel gelişimler hep daha geridedirler. Kariyer başarıları şüphesiz ki çok önemlidir ama aile ile ilgili konular paha biçilmezdir. Bu benim görüşüm ve önceliklendirmem de buna göredir. İşim için ailemi ikinci plana asla atmam. Sizin de öncelikleriniz olsun ve ona göre bir hayatı kendinize seçin.

Sürekli bir şeyler yapmak zorunda da değilsiniz. Bir şeyi yapabilme imkanınız varsa mutlaka yapmalısınız aldatmacasına kapılmayın. Paris’te mutlaka Louvre Müzesini görmeliyiz. Hatta tüm bölümlerini görmeliyiz. Erkenden orada olmalıyız. Eiffel’e çıkmazsak olmaz. Saint Germain’de kahvemizi mutlaka yudumlamalı, Saint Michel’de gezinti yapmalı, Place d’İtalie de zaman geçirmeliyiz. Peki ama neden? Şart mı tüm bunları yapman? Zorunluluk mu? Biz sırf gezmek zorunda kalacağız diye balayında yurt dışı opsiyonunu elemiştik. Oysaki bir İtalya Toscana ne de güzel olurdu. Ama o zamanlar başka bir havalardaydık. Şansın varsa kullanmalısın. Sahi gerçekten de kullanmalı mısın? Aptal olma, şans kapına ancak bir kere gelir sakın atlayayım deme. Oldu canım. İlla hepsini görmen gerekiyor mu? Onu gördün, burayı gezdin, madalya mı takacaklar sana? Her şeyimiz check atmak için. Hata yapıyoruz. Bu amansız koşuşturma yerine, otur bir kahvede ve geleni geçeni seyret, tatlının, kahvenin ya da şarabının tadını çıkar. Bırak görmeyiver Louvre’u. Fırsatın varken asıl kaçırmaktan korkmamalı ve bunun aslında bir şans olduğunu bilmelisin. Aslında kaçırdığını düşündüğün şeyler sayesinde sana ayrılan zamanın ve rahatlığın bir şans, bir fırsat olduğunu bilmelisin. Bizim için keyifli olanı (ve bizleri mutlu eden) yapmalıyız. Check için değil keyif için yaşamalıyız. Tekrar mim koyduğum yere geri dönecek olursam, belki de söz konusu eleştrisel yazımı kendime kızdığım için (yalnızca check atmaya yönelik hepsini yapmaya çalıştığım için) yazdım.

Diğer bir konu ise bir önceki konunun türevi aslında. Sahip olmakla ilgili. Bir şeye sahip olmadığımız zaman, o şeye, onun vereceği mutlak değerden çok daha fazla anlam yüklüyoruz. Bir şeyi yapamadığımız zaman o yapamadığımız, ya da o göremediğimiz, ya da o yiyemediğimiz şey birden çok daha önemli bir hale geliyor. Bir şeye sahip olmadığımız zaman onu olduğundan çok daha değerli hale getiriyoruz. Oysa bunu yapmak başlı başına bir hata.

Bir gün hepimiz öleceğiz. Hayatlarımızdaki tek gerçek ölümün kendisi aslında. Ertelediğimiz, zaten her an yapabiliriz diye ötelediğimiz ve yapmadığımız, hep birer set çektiğimiz dürtülerimiz, hem hayatın coşkusunu yok etmekte ve hem de aşkı öldürmekte. Siz siz olun üst benliğinize bu kadar kulak asmayın. İçinizdeki çocuğu da zaman zaman dinleyin. Tercihlerinizin birer zorunluluk haline dönüşmesine engel olun. Annem ne der, babam ne der, etraf ne der, sosyal olarak ne kaybederim, çocuğum var onu düşünmeliyim gibi şeylerin ardına saklanmayın.

Azla yetinmeyi, yetinebilmeyi ve dahası bundan mutlu olabilmeyi öğrenin, en azından deneyin. Çokun peşinden şuursuzca ve deli gibi koşmak yerine az ile mutlu olabilmeye çalışın. Hayatımızın her alanında daha fazla olgusu hakim. Bunun geri dönülmez bedelleri olduğunu bilin. Bir haftalık hayatınız kalsaydı mesela bunu gerçekten yine yapmak ister miydiniz sorusunu sorun ve öyle kararlar verin. Tamam her şeye kolay ulaşılmaz ama sizin için değerli ve gerekli ise buna katlanın.

Mesela iş hayatınızda önemsiz toplantılara katılmayın.  Gerçekten değer katacaklarınıza katılın. Sırf katılmış olmak için ya da alışkanlıktan katılmayı bırakın. Yardım tabii ki edin ama eskiden yaptığınız alışkanlıkları tekrar sorgulayın. Değer üretebileceğiniz konulara yönelin. Yalnızca sizin için önemli olan konulara zaman ayırın. Farklı olup fark yaratın. Sıradanlaşmayın. Unutmayın ki siz zaten kendiniz olarak çok özelsiniz. Buna öncelikle siz inanın. Başkalarının değil sizin ne düşündüğünüz önemli.

Hayır demeyi mutlaka ama mutlaka öğrenin.

Devam etmeden önce ufak aralar verin, düşünün  ve sahi gerçekten de gerekli mi sorusuna cevap arayın.Kararlar öncesinden kendinize mutlaka zaman tanıyın. Müziği yapan notalar arasındaki boşluklardır denir. Resim için de bu geçerli. Mimarlar bile evlerin içindeki boşluklar için tüm yapıyı çizerler. Dinlenin, nefes alın, soluklarınızla yalnız kalın, kendinizle yalnız kalın ve kendinizi dinleyin. Aslında belki de en dolu, en değerli anlarınızdır boş zamanlarınız. Newton ne saatler boyunca çalıştıktan sonra dinlenmek için uzandığı ağacın altındayken elma düştü kafasına ya da Arşimed rahatlamak için hamama gittiğinde evraka dedi. Boşlukları doldurmaya çalışmayalım, onlar bizler için gerekli. Zamanı da öldürmeye çalışmayın. Ben demiyorum her gününüzü aynı geçirin ama zaman zaman hiç bir şey yapmadan da zaman geçirip, o ana kadar ki çalışmalarınızın kristalleşip elle tutulur bir sonuç haline gelmesini bekleyin.

Practice makes perfect.  Az ile mutlu olabilme bir sanattır. Ama her şeyden evvel bir mindset değişimi, bir hayat tarzıdır. Bunu sürekli yapın ki işe yarasın. İç ve dış sesleriniz arasındaki uyumsuzluğu yok edin, en azından birbirlerinden farklarını ayırt edin. Ve mümkünse iç sesinize daha çok itimat edin. Böylelikle hayatınızı bir başkası için değil kendiniz için yaşar ve onun kontrolünü elinize almış olursunuz.

Sevgi ve saygılarımla,

0 yorum:

Yorum Gönder