Bu Blogda Ara

4 Kasım 2013 Pazartesi

Gel de kadere inanma 4

Kişisel denge noktası: herkes kaderini kendi çizer ile her şey olacağına varır arasında bir yer

Kuzey Kore'de 2 yıl içerisinde rejim değişikliği olacak... 
Şili şarapları, Fransız şaraplarını tahtından edecek... 
Euro çökecek, birlik dağılacak... 
Uzayda yürüyüş 10 yıl içinde herkes için mümkün olacak... 
15 yıl içinde ham petrol kalmayacak... 

Atan atana. Tutturabilene aşk olsun! Sürekli bir tahmin bombardımanı. Önüne gelen ama mantıklı ama değil atıp tutuyor ve bizleri de ister istemez düşündürmeye, hayal kurmaya ve hatta pozisyon almaya itiyorlar. Bir akıllı ve sabırlı adam da çıkmaz mı yahu bu atan tutanları bir not edelim, hatta ölçelim bakalım ne kadarı gerçek çıkacak diye. Evet şimdiye kadar ölçen de çıkmamıştı tutan da. Bu nedenle de önüne gelen tahminlerde bulunup geleceğe ilişkin öngörülerde bulundu, hoş hala da bu durum devam ediyor. Ne borsa uzmanları, ne astrologlar ve hatta ne bilim adamları sıkıp sıkıp durdu bugüne kadar.

Berkeley’den bir profesör, Philip Tetlock, üşenmemiş, kendine iş edinip (ne güzel bir iş, o ayrı) 10 yıllık süreçte toplam 284 uzamanın 82361 öngörüsünü değerlendirmiş. Yani 82361 tahminin (atışın) tutma oranını incelemiş. Sonuç tam bir hüsran. Peki neden böyle? Neden bu kadar fütursuzca ve sonuçlarını  düşünmeden bilgi kirliliği bu kadar kolay yaratılabiliyor? Her şeyden evvel, medya bu tür konu ve kolay manşetleri seviyor. Buna bağlı olarak da bu tür kıyamet tellalları kendilerine medyada kolayca yer bulabiliyorlar.  Harvard’lı ekonomist John Kenneth Galbraith, “gelecekte olanları tahmin eden 2 tip insan vardır: biri hiçbir şey bilmez, diğeri de hiçbir şey bilmediğini bilmez” diye yazarak olayı gayet güzel özetlemiştir aslında.

Aslında sorun şu: uzmanlar yanlış öngörüler için bir bedel ödemiyorlar- ne para, ne de nam olarak. Farklı ifade edersek, toplum olarak bu insanlara fazladan prim veriyoruz. Öngörüleri tutmazsa kendileri için artan bir risk yok, ama tutarsa ilgi ve müşteri artışının yanında yayın imkanı da var. Bu primin bedeli sıfır olduğu için gerçek bir öngörü enflasyonu yaşıyoruz. Böylelikle giderek daha çok artan öngörünün tamamen rastlantı sonucu doğru çıkma ihtimali artıyor. Tam bir komedi yani. Piyango kime vurursa!

Siz siz olun geleceğe ilişkin yapılan tahminlere çok kulak asmayın. Siz yine içinizden gelen sesi dinlemeye devam edin. Bilin ki şimdinin gözlüğü ile geçmişe bakıldığında açıklama çok kolay yapılabilir iken aynı şey tersi için geçerli olmuyor.

10.000 yıl öncesinin büyük büyük dedelerimizin zamanından beri çok belirgin şekilde değişmiş olan şey, içinde yaşadığımız çevre. Artık 50 kişilik gruplar halinde yaşamıyoruz.  O zamandan bu yana dünya muazzam değişti. Bugün alışveriş merkezinde bir saat dolaşan biri, büyük büyük babalarımızın bütün hayatları boyunca gördüklerinden daha fazlasını görür hale geldiler. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilemiyorum ama kimse aksini sanırım söyleyemez. Bu süre içerisinde her şeyi daha incelikli ama daha da karmaşık ve birbirinden bağımlı hale getirdik. Yani bir kara sineğin sol kanadının altındaki beni inceler olduk, o konuda uzmanlar yarattık ama yarattığımız bu uzmanlıktaki uzmanlar çoğu kere sineğin kendisini bilemez, göremez ya daha da kötü görse tanımaz oldu. Sonuç hayret verici bir başarı ya da tam bir başarısızlık. Parçacı görüş içinde sistemin kendisini göremez olduk. Kendimize kaoslar yarattık. Ama hemen ardından entropi yasası ile o kaosları yönetir olduk. Evet muhakkak ki bir evrim gerçekleşti ama bu evrim bizi mutlak anlamda optimize edemedi.

Bugün bir çok karar (iş, eş, yatırım) bunu kabullenmek zor olsa da bilinçsiz olarak verilmekte. Kararlarımızı saliseler sonrasında bir açıklama ile yapılandırırız, bu da biz de bilinçli karar verdiğimiz izlemini uyandırır. Düşünmemiz , tek derdi salt gerçekler olan bir bilimciden çok, çoktan belirlenmiş bir sonuç için en iyi açıklamayı yapılandırmayı iyi bilen avukatlar gibidir. Elbette akılcı düşünce sezgisele dönüşebilir. Bir müzik aleti çalmaya çalışırken , nota nota öğrenir ve her bir parmağa ne yapması gerektiği komutunu verirsiniz. Ama sonra mesela 10.000 saat piyano çaldıktan sonra artık parmaklarınız bilinçsiz bir şekilde gitmesi gereken tuşlara gider. Warren Buffet bir bilançoyu profesyonel bir müzisyenin partisyonu okuması gibi okur. Bu “yeterlilik çemberi” olarak adlandıran şeydir: Sezgisel kavrama ya da ustalık. Aynı nefes alıp verirken düşünmememiz gibi. Meditasyonun özü her bir nefesini takip etmek ve başka bir şey yapmamak, düşünmemektir. Yalnızca nefes alıp vermeye odaklanmak. Yapın da işin zorluğunu görün. Nefessiz kalırsınız. Bilinç işin içine ne kadar çok girerse sonuç o kadar sıkıntılı olur. Bilinçaltı bu işi oldukça sorunsuz halletmekte. Ona pek karışmamak gerekiyor aslında. Sezgisel düşünmenin harekete geçmesi için her zaman kişisel ustalık seviyesine geçmiş olmak gerekmiyor. Bu hem iyi hem de kötü tabii. Hayat işte ne yalnızca siyah ne de yalnızca beyaz.

Peki ne yapmalıyız?

Neticeleri küçük olan durumlarda akılcı optimumdan feragat edebilir ve kendimizi sezgilerimizin yönlendirmesine bırakabiliriz. Düşünmek zahmetlidir ve çoğu kere işe de yaramaz. Teoman ne demiş bir şarkısında: Düşünme. Bu yüzden, olası zarar ufaksa fazla kafa patlatmayın ve hatayı kabul edin. Hayatınız daha kolaylaşır. Hayata az çok güvenli şekilde ilerlediğimiz sürece-ve önemli olduğunda dikkat kesildiğimizde- doğa kararlarımızın kusursuz olup olmadığıyla pek ilgilenir gibi görünmüyor. Bu nedenle gerçekten kontrol edebildiğiniz birkaç şeye odaklanın ve diğer her şeyi de akışına bırakın gitsin.

Sakın bir üst paragraftan plan yapmanın anlamsız olduğu sonucu da çıkmasın. Eğer planlarımızı gözlerimiz açık olarak yaparsak, plan yapmanın önemli olduğuna inanıyorum. Bununla birlikte sahip olduğumuz iyi şansın farkına varmalıyız ve belki daha da önemlisi iyi bir şansımızın olduğunu ön koşul olarak kabul etmeliyiz, hatta buna gönülden inanmalıyız. Gözlerinizi kapatın ve her zaman size eşlik eden iyi bir şansın varlığına inanın. Sonra bu iyi şansın değerini bilin, bunun için şükredin. Üstelik her sabah, her akşam ve hatta aklınıza ne zaman gelse bunun için şükredin. Hayatı nasıl yaşarsan, hayat da sana onu verir. Başarınıza katkıda bulunan rastgele olayları da fark etmeye çalışın. Ayrıca, bize acı verebilecek rastlantısal olayları da fark etmeye özen gösterin. Bunu ister rastgele olaylar, ister şans, ister kader diye tanımlayın ama böylesi bir düzenin içinde rahat edebileceğiniz bir yer edinin. İnanın siz rahat edersiniz.

Kendimize mümkün olduğu kadar boş zaman yaratın. Güzel şeylerin tadını çıkarın. Sait Faik Abasıyanık’ın dediği gibi “Ve denize bir dakika durup bakmaya vakitleri olmadığını söyleyen bu insanlar ne zevksiz mahluklardı”. Siz siz olun denize bakın, güzel şeylere zaman ayırın, zevksiz olmayın. Bağımsızlık sağlayın. Arzularınıza en yakın gelen şeyleri yapın. Ön yargılarımızın bir kısmının aslında terbiye edilebilir olduğunu bilin ve bunun için uğraş verin. İnsanlara bir ikinci şans verin.

Herhangi bir alanda en başarılı olan insanları birer kahraman olarak düşünmek bir trajedi yaratmaz. Hatta belki kabul bile edilebilir (tüm bu yazdıklarımdan sonra işin büyük bir bölümünün şansa ait olduğunu artık biliyorsunuz). Ama kendimize olan inancımız yerine, uzmanların ya da pazarın yargılarına olan inancımızın bizi vazgeçmeye itmesi tam bir trajedidir, aynı John Kennedy Toole’un ölümünden sonra yayınlanan ve bir çok satan olan Confederacy of Dunces kitabının taslağı birbiri ardına yayıncı tarafından reddedilince intihar etmesi gibi. IBM’in CEO’larından Thomas Watson’un dediği gibi,“Başarılı olmak istiyorsan, başarısızlıklarını ikiye katla”. 

The Shawshank Redemption diye bir film vardı. Bilmem hatırlar mısınız? Tim Robbins ve Morgan Freeman başrollerdeydiler. Çok net hatırlıyorum, o zamanlar hemen hemen her hafta sonu en az bir kez sinemaya giderdim. O hafta gitmek istediğim filmlere ya geç kaldığımdan ya da gittiğim sinemada o filmler oynamadığından gidememiştim. Sırf başka film olmadığından ve saatlerim uyduğundan yani aslında bir yerde mecbur kaldığımdan The Shawshank Redemption’a gitmiştim. Beklentim hiç yoktu. Filmin sonunda en sevdiğim 10-15 film arasına girmişti. İşte o filmde bir söz vardı: Umut iyi bir şeydir ve iyi bir şey asla ölmez.  Umudunuz hep olsun içinizde ve hiç kaybolmasın. Buna izin vermeyin.

Kadınlar alışveriş, erkeklerde de mesleki statü mutluluk etkisi yaratıyormuş. Alışveriş yapın ve umarım terfi tez zamanda edersiniz. Terfi ettiğiniz zaman karşılaştırma grubunu değiştirmemeye çalışın. CEO olan kendini CEO’larla muhatap tutarsa mutluluk etkisi balon gibi sönüyormuş. Terfi etmezseniz de çok takmayın zira kariyerinde basamak yükselmiş olan insanlar ortalama 3 ay sonra tekrar eskisi kadar mutlu ya da mutsuz oluyorlarmış. Üstelik bunun bir de süslü adı var: hedonik uyum. Benzer şey ikramiye için de geçerliymiş. Yani büyük ikramiye size çıkmadı diye çok da üzülmeyin. Dönüp dolaşacağınız nokta bir süre sonra yine aynı olacakmış. Çalışıyoruz, ve yükseliyoruz, bunun sonucunda kendimize daha çok ve güzel şeyler alsak da daha mutlu olamıyoruz. Benzer durum çok şükür kötü olaylar için de geçerli. 3 ay sonra tekrar gülmeye başlayabiliyoruz. Boşuna dememişler zaman en iyi ilaç diye.

Akıl Oyunları filminden bir replik yazmanın işte tam sırası: “Mutlu olmak her şeyin yolunda olması demek değildir. Mutlu olmak, görmezden gelme konusunda ustalaşmak demek”. Nasıl düşünmeyin diye tavsiyede bulunmuşsam benzer şekilde görmezden gelin de demek isterim. Marifet karşı tarafın bir şeyini yakalamak değil, bilakis yakalanmış olanı görmezden gelebilmektir, en başta kendi mutluluğunuz için. Bunun için kendimi aptal yerine koyamam da demeyin zira asl olan sizin mutluluğunuz gerisi zaten boş lakırtı.

Bir de madem konu döndü dolaştı yine kişisel gelişime geldi, siz siz olun egolarınızdan kurulmaya çalışın. Derinliklerde sakladığımız ve sevgiyi engel olan korkularınızdan sıyrılmaya çalışın. Kendinizi ve geçmişimizi affederek başlayın her şeye. Gidip sessiz bir yer bulun ve kapatın gözünüzü sizde size kötü gelen şeyleri sıralayın ya da geçmişte yaptığınız ve size bugün utanç, üzüntü ve pişmanlık veren şeylerden ötürü kendinizi affetmeye çalışın.  Zor da değil hani kendimi affediyorum deyin ve gülümseyin hepsi bu işte. Derinlere itmiş olduğumuz, sanki hiç yokmuşlar gibi yaşamaya devam ettiğimiz ve içinde öfke ve kin barındıran tüm olayları, tüm yaşanmışlıkları sevgiye dönüştürebilmek için affetmek en başlıca işlem. Kendinizden sonra buna neden olan kişileri de affedin. Yine hayal gücünüzde bu insanlarla karşılıklı gelin ve yaptıklarını sıralayıp, tüm bunlardan ötürü kendisini affettiğinizi söyleyin ve gülümseyin. İlk sefer sonuç alınmazsa ikinci,üzüncü seferleri deneyin.

Hayatın akışını kontrol etmeye çalışmayın, yapamazsınız, boşa küre çekmeyin. Savrulduğunuzu düşündüğünüz yerler için de şikayet etmeyi bırakmaya çalışın. Herkes kaderini kendi çizer ile her şey olacağına varır arasında bir yer edinin ve hayatın tadını çıkarın. Kahraman olmayı, başarılı olmayı tabii ki bekleyin ama olmuyorsa çok da takmayın kafanıza. Olanlar da zaten şansa oluyorlar, bunu unutmayın, rahatlayın.


Dilerim her şey gönlünüzce olur ...

0 yorum:

Yorum Gönder