Bu Blogda Ara

20 Aralık 2012 Perşembe

Hava kabarcığı bol bir yolculuğun ardından ışığa ulaşabilmek

Yazılarımı takip edenlerin hatırlayabileceği üzere; hava kabarcıkları benim sevdiğim ve sürekli kullandığım bir tamlamadır. Azot sarhoşu olduğun zaman yön duygun yok olur ve yüzeye çıktığını sanarak derinlere doğru gitmeye başlarsın. Yanlış yola hem de çok yanlış bir yola sapmak bu olsa gerek. Zaten bu duruma derinlik sarhoşluğu da denir. Deep blue filmini seyredenler ne demek istediğimi hemen anlayacaklardır. Güzel bir filmdi. Tek kurtuluş hava kabarcıklarının gittiği yöne gitmek olmalı ki çoğu kere maalesef bu sarhoşluğu yaşayanlara sanki hava kabarcıkları derinlere gidiyormuş gibi gelir. Yani yanlış yol karşına doğru yol olarak çıkar. Bir kaç metre yükselsen zaten sorun kalmayacak, sarhoşluk pat diye yok olacak, şaka gibi bir şey ama kabarcıkları takip etmez de yükselmezsen derin mavi ebedi istirahat edeceğin yer haline gelir bir anda.  İşte bu nedenle zor ve ters bile olsa kurtarıcıdır hava kabarcıkları. 


Öğle yemeklerim benim kurtarıcılarımdırlar. Severim, önemserim ve değer veririm. Geçiştirmek işime de gelmez zaten yapmam da yapamam. Akşam yemekleri de yine önemlidir. Zinhar geçiştirilmeye gelmez. Yıllık tatillerimiz ve hafta sonu dinlenmelerimiz de yine hayattaki hava kabarcıklarımızdır. Tamam ben hafta sonu hafta arasına göre oğlumla ilgilenmemden sebep fiziksel olarak çok daha fazla yoruluyorum o ayrı ama ruhen kazandıklarım yine aynı sebepten her türlü yorgunluğu bertaraf edecek seviyede. Kısacası ben rutin hayatın dışındaki ve bize yaşama sevinci veren her değişikliği hava kabarcığı olarak görürüm. Geçen Cuma gününü izin olarak kullanma talebimin ardında yatan sebep de buydu; eşimle baş başa bir gün geçirmek. 

Önce oğlumuzu okula gönderdik. Gönderdik dediğim beyefendi henüz servis ile gitmek için kendini küçük gördüğünden (ben servisle gitmek için küçüğüm, beni siz bırakın ve siz alın cümlesi bizzat oğlumun ağzından çıkmıştır) okula biz bırakmaktayız. O gün de yine biz bıraktık. Sonra da programımıza başladık. Keyifli ve uzuuuuunn hem de hiç aceleye gelmeyen bir kahvaltı ile güne başlamak gibisi yoktur ama nerede? Bana kalsa ben hemen Mehtap’a gidelim derdim ama bu özel güne özel bir yer olmalı dedik ve başladık araştırmaya. Siz bakmayın benim birinci çoğul şahıs kullandığıma, yalnızca lafın gelişi, eşim bir üçüncü tekil şahıs olarak Perşembe günü nereye gideceğimizi bana bildirdi. İtiraz etmek için araştırma yapmış olmam gerektiğinden bu bildiriyi büyük bir olgunluk,sessizlik ve hatta memnuniyet içerisinde karşıladım. Seçilen yer gerçekten güzeldi. Sessiz, gözlerden uzakta, sakin ve şıktı. İstanbul’un en güzel kahvaltı edilen 3 yerinden bir tanesiymiş. Ben uzun zamandır hasretini çektiğim egg benedict siparişini verdim. Yanına da kahve. Eşim ise kahvaltı tabağı istedi. Nasıl keyifliyiz ama anlatamam. Ben Ipad’imden gazetelere bakıyorum eşim ise dergileri karıştırıyor. Bir yandan da hani beraber geldik, muhabbet etmezsek olmaz tadında bir konuşma sürdürüyoruz.

Önce nar gibi kızarmış köy ekmekleri geldi. Hemen ardından buraya özel olarak yapılmış reçel ve nutella türevi kavanozlar geldi. Reçel hem de nasıl lezzetli. Nutella türevi olan şey ise yalan yok nutelladan güzel. Sonra kahveler geldi. Filtre kahve yanına da süt istemiştik. Sütün sıcak ya da soğuk servis edilmesi o yerin kalitesi hakkında turnusol kağıdı görevini görür. Sıkı durun, sütlerimiz sıcak geldi. Her şey yolunda ve istediğimiz gibi giderken benim egg benedict geldi. O ana kadar gülen yüzlerimiz bir anda asıldılar. Şimdi ne var canım bunda diyeceksiniz ve inanın haklısınız da. Sonuç ta kızarmış ekmek üzerine kayısı kıvamında yumurta, hollanda sosu ve kızarmış jambon nasıl bu kadar moral bozucu olabilir ki diye düşünebilirsiniz. Anlatayım efendim. 

Bizim evde son bir kaç haftadır her gün izlenen tek bir program var o da Masterchef. İlk sezonun hemen akabinde ara vermeden ikinci sezonuna başladık ve hatta başlamakla yetinmeyip sonlarına kadar neredeyse hani ulaştık. Bildiğin yemek yapma yarışması. Ama bir sunuyorlar ki değme reality show’lara şapka çıkartır. Bir heyecan, bir yerme, aşağılama, bir koşuşturmaca ki inanın beni bile yakaladı ki ben aşağılama, yerme içerikli programları hiç sevmem. Zaten eksik de yazmamalıyım; güzel olanlarına ya da beğendiklerine haklarını veriyorlar, beğenmediklerinde ise duygu ve düşüncelerine en üst düzeyde belirtiyorlar aslında demek daha doğru olacaktır. Beni bile dediğim de ben genelde reality showları izlemediğimden. Hele ki bu programı izlemek hayatınız ile dışarıdaki potansiyel hayatın farkını gösterir nitelikte ki bu size ancak acı veriyor oluyor çoğu kere. Anthony Bourdain’in gezmelerinde de aynı ruh haline bürünürüm genelde ama izlemeden de duramam. Hele Ferran Adria'nın sahibi olduğu El Bulli için özel yaptığı bir bölüm vardı ki mutlaka herkesin en azından genel kültür için izlemesi gerekli olan bir bölüm. Ama şimdiden hazırlıklı olun şaşırma, merak ve beğeni ile birlikte kıskançlık, acı ve ızdırap da hissedeceğiniz bir izleme olacaktır. Dışarıda ulaşılmayı bekleyen öyle rafine lezzetler, seçkin tatlar var ve biz onlara o kadar uzağız ki üzülmeden edemiyorum. Günlük yaşadığım hayatı ve akşamları yediğim tek tabaklık sofraları bu programdaki hayat ve tatlarla karşılaştırmak bile insanın akıl sağlığını bozar nitelikte. Burada eşime de aslında laf atmıyorum çünkü sorun hem zaman ve hem de para. Ne kadar ekmek o kadar köfte ve bu beni rahatsız ediyor. Neyse konuyu değiştirmemek adına eşim de ben de bu programı severek izlemekteyiz. Gordon Ramsay, Joe Bastianich ve Graham Elliot’tan oluşan bir jüri ki benim favorim en sinir bozucuları olmasına rağmen İtalyan Joe Bastianich.

İşte bu program da bir gün seçilen yemeklerden bir tanesi egg benedict idi. Aman efendim nasıl en ince ayrıntısına kadar yapımı anlatıldı, nasıl ağızlarımız sulandırıldı anlatamam sizlere. Meğer çok da zor bir şeymiş. O gün bugün sürekli aklımda bu nerede en iyisini yerim diye düşünüp durdum. Eşim de zaten kahvaltı yeri seçimini ağırlıklı olarak buna göre yaptı. Bakmayın tartıştığımıza beni çok sever aslında. Gelen tabak sonrasında eşim bir anda Joe Bastianich’e dönüştü. Hem de ne dönüşüm adeta o olup çıktı. Başladı mı tabaktaki hataları sıralamaya. Görmeniz gerekirdi ama dışarıdan bir izleyici olarak zira ben ne Gordon Ramsay, ne de Graham Elliot idim. Ben her zamanki kişi olan kendimdim. Arayı bulmaya çalışan ama sesi pek çıkmayan olarak rolümü tamamlamaya çalıştım durdum. Yemeğin sahibi olarak umursanmamak insanı kötü hissettirse de ortamı daha da geremezdim. Günün sonunda kızarmış ekmek üzeri yumurtaya üç günlük öğle yemeği ücreti verdik. Kahvaltı tabağı güzeldi. 

Sonrasında gün boyu kafamıza göre takıldık ve çok da eğlendik. Akşam için de balık-rakı yapalım dedik. Böylesine bir gün ancak bu şekilde taçlandırılabilirdi. Gidip balıklarımızı seçtik. Akşam oğlumuzu yatırıp balıklar ve salatalar için mutfağa girdik. Salatalar yapıldı. Balıklar temizlenirken işte o farklı hoş olmayan renk ile karşılaşıldı. Hemen internete girilip aldığımız balığın bozuk olup olmadığının nasıl anlaşılacağına bakıldı. Bozuktu. Balığın bozuk olması bizi de fena halde bozdu. Salatalar ve rakı ile başka ne yenebilirdi ki?!! Alternatifler sıralandı ve sonunda Adem Baba’dan balık siparişi verildi. Mutfak kokmamış ve biz yorulmamıştık ama akşam yemeği de planlanan da daha fazla bir paraya patlamıştı. İçilen iki kadeh sonrası her şey süt limandı.

Size tavsiyem kendi hava kabarcıklarınızı bulunuz. Keşke her birimiz Gordon Ramsay ya da Anthony Bourdain kadar şanslı olabilseydik. Onların şanslı olduklarını yedikleri ve içtikleri açısından söylüyorum tabii yoksa hayatlarını çok da bilmiyorum. Ben kendi adıma onların tanıttığı yemekleri ve restoranları takip etmeye devam edeceğim. Kimilerine gidip bizzat yerinde deneyeceğim, kimilerini de evde eşime yaptırtmak için türlü türlü uğraş vereceğim. Elimde olanların kıymetini bilmeye devam edeceğim ama asla da yeterlidir demeyeceğim. Biliyorum ki yeterli görmediklerimi hava kabarcıklarım yapabildiğim ölçüde kendimi geliştirebilir ve daha da önemlisi hayatın tadını alabilirim. Kendimi sürekli geliştirebilmek ve dahası bunu yaparken keyif alabilmek hem benim ve hem de ailemin mutluluğu, huzuru ve hatta sağlığı açısından gerekli. Ben ailenin babasıyım ve görevlerim yalnızca bilinen rutinlerle sınırlı değil. Hep derim ya, ailem her şeyin en iyisini hak ediyor. Benim görevim de en iyiyi onlara olabildiğince ve imkanlarım dahilinde sunabilmek. Görevimin nefes aldığım sürece devam edeceğini bilmek beni tedirgin de etmiyor aslında bilakis motive ediyor. Dilerim bol hava kabarcıklı bir yolculuğun ardından ışığa ulaşabilirim.


2 yorum: