Pijama. Son zamanlarda üzerine oldukça düşündüğüm bir
kelime. Düşünmenin de ötesinde bir çok konuşmanın merkezine oturmuş bir konu. Başlı başına bir tercih ya da
zorunluluk. Nereden bakarsanız artık. Ben her akşam eve gidip, ilk önce
ellerimi yıkarım, sonra üzerimi değiştirip, benim pijama diye adlandırdığım ve
çoğu kere eşofman altı ve tshirt ya da sweatshirtten oluşan ev giysilerimi
giyerim. Oğlumla oyunlarımı da bu giysilerle oynarım, şarabımı ya da rakımı da
yine bu giysilerle içerim. Geçen gün şirkette bir arkadaşımla konuşurken bir
anda konu pijamaya geldi. Arkadaşım giydiğim pijama konusuna bir hayli güldü.
Beni pijamalarla düşünemediğini söyledi ve sonra neden bilmem pijama ve
nedenleri hakkında kendimizi konuşurken bulduk. O konuşma sonrasında da zaten
pijamaya kafayı taktım. Hem düşündüm, hem araştırdım, ve şans da yardım etti
hem de izledim (Cem Mumcu’nun geçen yazıda bahsettiğim programı). Bu yazının
konusu pijamadır efendim. Yazının içinde ki tüm artılar Freud’e ve Cem Mumcu’ya
aittir. Eksi diye düşüneceklerinizi ise ben kendi üzerime alıyorum. Demek istediğim, Freud ve Cem Mumcu ile zenginleşen
değerlendirmem sonucunda bu yazı ortaya çıkmıştır.
Pijama: Bazılarına göre bir hayat tarzı, bir varoluş biçimi,
bazılarına göre ise sonun başlangıcı, bir yok oluş biçimi. Okuyun ve
değerlendirmenizi kendiniz için yine kendiniz yapın.
Orijinallikten her geçen gün biraz daha fazla uzaklaşıyoruz.
Sıradan, sıkıcı ve daha az çekici insanlar oluyoruz her geçen gün biraz ve
biraz daha. Nedeni belki bizzat bizleriz, belki bilinç altlarına sürekli olarak
verilen mesajlar, belki de artık varlığını kanıksadığımız ve bizi her gün biraz
daha öldüren stres dolu yaşamlarımız. Öyle ya da böyle monoton, orijinallikten
yoksun hayatlar, her geçen gün artık tanınan, sevilen ve evlenilen insan
olmaktan uzaklaşmalar ve son zamanlarda oldukça artan boşanmalar.
Yurt dışında yaşayan bir akrabamın bir tanıdığı İstanbul’a
geldi. Akrabamız onu bir yere yemeğe götürmemi rica etti. Hatta gideceğin yeri
de sen seç dedi. Ben seçe seçe bizim hafta sonları genelde gittiğimiz bir
kebapçı ismi söylediğimde akrabam en başta benim için çok üzüldüğünü söyledi.
Bu kadar orijinallikten uzak bir yer senden hiç beklemezdim dediğinde ben de ne yalan söyleyeyim biraz utandım ama açıkçası kendimi suçlu da görmedim. Alışıla geldiği üzere ve gayet kolaya kaçaraktan, alıştığım, bildiğim, rahat ettiğim ve bize oldukça da yakın
olan bir yeri seçmiştim. Orijinal evet değildi ama zaten son zamanlarda hayatım da orijinal değildi ki.
Pijama giyme kendimizi kandırma mı yoksa gerçekten de
mutluluk için verilen bir ödün mü? Sahi bu ödün sonucu ele geçen mutluluk
gerçek anlamda bir mutluluk mu yoksa kolaya kaçma ve monotonluğu kabul etme mi?
Hadi gelin biraz başka konulardan konuşalım. Kafayı dağıtıp
sonra yeniden bu konulara gireriz ...
İnsanının en temel dürtüsü nedir, bilir misiniz? Hiç yormayın efendim kendinizi, ben hemen söyleyeyim: Hayatta kalmak.
Bu dürtüyü ortaya çıkaran ise insanın durdurulamayan ama bazen sınırlar altına
alınabilen hayvani tarafıdır.İçimizde kabul edelim ya da etmeyelim doyumsuz
bir hayvan vardır adeta. Kendisini yalnızca ihtiyaçlara göre ayarlayan,
eleştiri kabul etmeyen, güdüsel, durdurulamayan yanımızdır kendileri. Ana
kaynağı cinsellik, açlık gibi ihtiyaçların en bencilce doyurulmasıdır.Temel ve
en ilkel benliktir ki Freud'a göre id
yani sözünü ettiğimiz hayvani yan, ya da ilkel dürtü, kişinin ilkel benliğidir.
En basit tarifle kişinin başını derde sokan tarafıdır. Ortada bir haz vardır ve
bu haz hiçbir sosyal kural önemsenmeden karşılanmalıdır. İstek emir telakki
edilip yerine getirilmelidir. Size bu yazılanlar tanıdığınız, sevdiğiniz hatta
üzerlerine titrediğiniz birilerini hatırlattı mı? Tabii ki yaaa, çocuklarımızı.
İşte bu nedenle zaten kişiliğin çocuksu tarafı da denmekte.
Kişilik gelişimlerini dönemlere ayıracak olursak en alt
basamakta çok doğaldır ki id gelecektir.
Bu alt basamağın yaramaz çocuğu, başını ne zaman derde sokacak olsa, onu
oradan kim kurtarıyor biliyor musunuz? Ego’muz, yani benlik bilincimiz. Ego bu
ufaklığın isteklerini gerçeklikle karşılamaya çalışan zavallı bir ağabeydir. Çeşitli
savunma mekanizmaları ile küçük kardeşi dengeler. Temel görevi kişisel güvenlik
sağlamak ve çocuksu bazı isteklere izin vermektir. Aynı zamanda eleştiriyi
yapan bölümdür, güdüleri durdurma ile ilgilenir. Freud'un oldukça güzel ifade
ettiği üzere ego, şahlanmış bir at
üzerindeki şövalye gibidir. Id ve süperego arasında dengeleyici unsurdur,
iki ayrı tarafın isteklerini uzlaştırmaya çalışan burnu b..'tan kurtulmayan hakemdir.
Bu son cümleden hareketle gelinen nokta süperego oluyor.
Kısaca ona da bakalım. Süperego yani üst benlik, kural ve değerler bütünlüğü
içinde insana yön veren bölümdür. Bir nevi vicdan diye düşünebilirsiniz ama bu
kelime tek başına yeterli gelmez tabii. Kültürel adetlerin ve sosyal kuralların
içselleştirilmiş bir sembolüdür. Tabuları ayakta tutar. Emir ve yasakları çok
sever. İyi ile kötüyü ayırmaya başladığımız zamanlarda hayatlarımıza girer ve zamanla aile, anne ve baba, çevre, okul, din, geleneklerden öğrendiklerimiz
içselleştirilir ve bizim değer ve kurallar bütünlüğümüzün oluşmasına yardım
eder. Söylemeye gerek var mı bilemiyorum ama hani başını sürekli derde sokan
ufaklık var ya, onu hiç sevmez, onunla sürekli çatışma halindedir.
Bu üçlü sürekli kapışırlar. Daha doğrusu ikisi sürekli
kapışır ve ego arayı bulmaya çalışır. Bu üç temel bilincin dengeli olması
gerekmektedir. Bazen bir veya ikisinin yeterli seviyeye ulaşmaması hayatın
dengesini yok eder. İnsan, düşünen bir
yaratık ve zararı önceden hesaplayabilecek; sonradan öğrenebilecek bir yapıya
sahiptir. Kimi bunu Tanrıya bağlar, kimi de Freud gibi Evrim Kuramı şeklinde
izah eder. İkisinde de ortak olgu vicdandır. Beni ilgilendiren bölümü ise mutluluk ve
huzur için anahtar kelime bu üçlünün dengeye oturması gerçeğidir. Tüm arada kalanlar
gibi en zavallısı aralarında kalan ve hatta çoğu kere ezilen ego ağabeydir.
Şimdi burada bir es verelim. Bakın pijamadan nerelere kadar
geldik. Şimdi artık yapmamız gereken pijama ile başta ezilen ego olmak üzere
tüm bilinçleri birbirleriyle bağlamak. Bir sonraki yazıda Cem Mumcu’dan da
yardım alarak bu bağlantıları yapmaya çalışacağım. Dahası beraber bana göre
oldukça sert bir duvara çarpacağız. Ben açıkçası çarptım. Çarpmamızda gerekiyor aslında yoksa bizler
arada kalmaya ve hayatlarımızı adeta bir tabutta sürdürmeye devam edeceğiz. Bir
sonraki yazıyı şimdiden başta egolarımız olmak üzere tüm ezilenlere, looserlara, kezbanlara adıyorum. Artık
onları da düşünme zamanı. Birbirinden keskin iki tarafın arasında kalıp
ezilmeye bir son verilmeli. Deli saçması gibi geldi değil mi yazdıklarım. Merak
etmeyin akıl sağlığım en azından hissettiğim kadarıyla hala yerinde. Tüm bu
yazdıklarım bir sonraki yazımda daha bir anlamlı olacak. En azından ben bunu
ümit ediyorum. Umarım öyle de olur. Eğer olmazsa en azından denedim
diyebileceğim. Ya siz? Denediniz mi? Deneyecek misiniz? Gelin bir sonraki
yazım milat olsun ve bu kısır döngüyü beraber kıralım.
Zorunluluklardan uzak, tercihlerinizle dolu bir hayat
dileklerimle...