26 Aralık 2011 Pazartesi
Yeni güneş ile gelen yeni bir şans ...
2010 yılı Aralığın
son günlerini yaşarken yeni yıl ile ilgili bir yazı yazmak istemiş ve 25 Aralık
2010 tarihinde Yeni güneş ile gelen yeni bir şans adlı yazımı yayımlamıştım. Söz konusu bu yazı Bu bir veda yazısıdır. Elveda Ali Sami Yen. Elveda
“ Cehenneme hoşgeldiniz” yazımdan sonra en
çok okunan yazım olarak ruhumda ayrı bir yere ulaşmıştı.
Yazının
yayımlamasının üstünden dile kolay koskoca bir yıl geçmiş... Geçen gün başka
bir yazıyı moral motivasyonu vermek suretiyle yayına hazırlarken (sen arslansın, sen yaparsın, sen okutursun
kendini, bak ne yazılar ne yorumlar aldılar, senin neyin eksik...)birden bu
yazının hemen başındaki Noel Baba
dikkatimi çekti. Malum bugünlerde yer gök Noel Baba ve Yılbaşı Ağaçları ile
dolu. Üşenmedim ve övünmek gibi olmasın ama büyük bir keyifle yazmış olduğum
yazıyı okudum. En çok okunan 2.yazım olma gururunu yaşayan bu yazımın aynı
zamanda da 4 adet yorumu bulunmakta. Bir yazı başka daha ne isteyebilir ki?
Sonra birden
keyfiyeti kaçıran bir şey hissettim. Aslında keyfiyete son veren bu durum başka
bir perspektiften aynı zamanda mutluluk verici bir durum olma özelliğini
taşımaktaydı: Geçen seneden bu yana
hayatım neredeyse hiç değişmemişti. Yazının üzerine geçen 365 + 1 günde hayatım
neredeyse durağan durumdaydı. Üzülmeli
miyim yoksa şükretmeli miyim bilemedim.
Korku ile sevgi gibi
yakın bir karışık ruh durumunda kalakaldım. Korkuyu tercih eden zifiri karanlık
tarafım üzülmek için başka bir sebebe mi
ihtiyacın var, değişen gram bir şeyin yok, yuh olsun sana da geçen zaman da
diye çemkirirken, pırıl pırıl parlayan aydınlık sevgi tarafım ise ne mutlu sana, çok şükür her şey yolunda ve
tam da istediğin gibi fısıldıyordu. Tamam
karanlık taraf çok zalim ve nankördü ama aydınlık tarafta bir o kadar Pollyanna’ydı.
Sonra ne mi oldu?
Hiçbir şey. Yapacak
bir şeyim olmadığına göre boş verdim gitti bu durumu. Elimde olmayan şeyler için
üzülmemeliyim. Ben buyum ve elimde olan ile mutlu olabilmeliyim. Kısacası
içinde bulunduğum bu mix feeling, umurumda bile değil. Ama bu kendime göre
avantaja çevirebilirdim.
Ben de öyle yaptım :)
Değişen bir şey
olmadığına göre aynı yazıyı tekrar yayınlanmaya karar verdim. Okuyanlar için
hatırlatma olacaktır. Belki bu vesile ile kendilerinin geçen bir yılını düşünme
ve değerlendirme imkanını da bulurlar.
21 Aralık 2011 Çarşamba
Senin düşüncelerine katılmıyorum ama düşüncelerini özgürce ifade edebilmen için hayatımı bile verebilirim ...
Bundan yıllar yıllar önce hatta tam olarak ifade edeyim, tam
222 yıl önce, Fransız halkı evrim geçirmiş, büyük bir bilinçlenme ve aydınlanma
hareketiyle başta saray ve kral olmak üzere seçkinlerin denetiminden çıkma
başarısını göstermişti. Soylu sınıfı ile burjuvalar arasındaki amansız savaşı
burjuvalar kazanmıştı. İhtilalin ve devrimin mottosu ise özgürlüğün tüm alanda olması gerekliliği idi. Dile kolay yüzlerce
yıl önce Descartes, Montesquieu, Voltaire, Rousseau, Diderot, d’Alambert ve
daha niceleri kol kola girip, omuz omuza yürüyüp düşünce ve ifade özgürlüğü
için savaşmışlardı.
Geçen zaman sanırım Fransa’ya yaramamış olacak ki tüm
dünyaya özgürlük devrimini ihraç etme başarısını gösteren Fransa bugün kendisine bu haklı gururu
yaşatan atalarıyla ters düşer bir duruma gelmiştir. Başta Cumhurbaşkanı Nicolas
Sarkozy ve Marsilya milletvekili Valerie Boyer olmak üzere daha birçokları,
bugün ne acıdır ki Aydınlanma
Filozoflarının kemiklerini sızlatan cin fikir icraatlarla ön plana çıkıp,
oy tacirliği yapmaktadır.
Her şey aslında 1998 yılında Fransız meclisinin, Sosyalist
Parti tarafından verilen tasarıyı oy birliğiyle kabul ederek Ermeni olaylarını
‘soykırım’ olarak tanımasıyla başladı. Fransız Meclisi, tarihçilerin işini de
ben yaparım dedi ve meclis çatısı altında subjektif bir ben yaptım ne de güzel oldu tarih yapıp, utanmadan bir de bunu
kabul etti. Tabii biz de protesto ettik. Türkiye’de Fransız mallarına boykot
başladı. Tepkiler üzerine yasa senatonun gündemine alınmadı. Yeni milenyumda
ise işler istediğimiz gibi gitmedi ve Fransız senatosu soykırım yasasını kabul
etti. Tabii biz de tepki olarak Paris Büyükelçimizi geri çektik. 2001 yılında
ise senatonun kabul ettiği tasarıyı meclis de onayladı ve yasa haline geldi.
Böylece Fransa, Ermeni olaylarını ‘soykırım’ olarak tanıyan ilk Avrupa ülkesi
oldu. Bir konuya dikkat, o dönemde yasada, bunu inkar edenlere herhangi bir
yaptırım öngörülmüyordu.
Sonra ne mi oldu dersiniz?
Balık hafızalı olarak bizler bu yasayı unuttuk. Fransızlarla
barıştık. Yeniden Fransız ürünlerini ve üstelik çok daha fazla bir miktarda
tüketir olduk. Büyükelçilerimiz de görevlerinin başına döndüler. Avrupa
Birliği’ne girmemiz konusunda en büyük sıkıntıları bize çıkaran Fransa ile yine
ballı börek olduk. Kin tutmamak tabii ki
çok güzel de, acaba diyorum bizler kin tutmamakla, balık hafızalı olmayı
karıştırıyor muyuz?
2006 yılında Sosyalist Parti, ‘Ermeni soykırımını inkar’ tasarısını meclise getirdi. Tasarı 19’a
karşı 106 oyla kabul edildi. Bizler tabii yine tepkimizi gösterdik. Türkiye’den
yine Fransız şirketlerine yaptırım uygulandı. Elçimiz yine geri çağrıldı.
WikiLeaks belgelerinde Sarkozy’nin 29 Mayıs’taki Ankara ziyaretinde Erdoğan’a,
“Tasarı hiçbir zaman Senato’da kabul
edilmeyecek” sözü verdiği ortaya çıktı. 2008’de Meclis’te kabul edilen tasarı
yasalaşması için senatoya geldi. Sarkozy delikanlı çıkıp, sözünün arkasında
durdu ve partisinden vekillerin oyları ile tasarı reddedildi.
Peki ya sonra ne oldu diye merak ediyor musunuz?
Genel seçimlerde Sarkozy gerilere düştü. Delikanlılık da bir yere kadar mon cher
dedi ve ancak dansözlerde güzel görülebilecek ince bir göbek kıvırması ile bu
kez kendi partisi aynı tasarıyı meclis gündemine getirdi. Valerie Boyer
tarafından önerilen tasarıya Sosyalist Parti de destek verdir. 22 Aralık
Perşembe günü yapılacak oylamada kabul edilmesine ise kesin gözüyle bakılıyor.
Peki ne olacak? Cezanın içeriğini merak ediyorsanız, kısaca
onu da anlatayım efendim. Fransa Milli Meclisinde Perşembe günü görüşülecek
soykırım iddialarını kabul etmeyenlerin cezalandırılmasıyla ilgili yasa
görüşülüp kabul edilmesi durumunda, söz konusu sözde soykırımın inkarı, 1 yıl
hapis yatmanıza ve 45 bin Euro para ödemenize neden olacak.
Bizim tek yumruk olarak yapmakta olduğumuz strateji ise
öncelikle yasanın Fransa Milli Meclisinde perşembe günü gündeme alınmaması.
Bunun için zaten görsel ve yazılı basından da takip edebileceğiniz üzere hemen
hemen tüm mecralarda, dört bir koldan, adeta yek bir vücut gibi bunun
yaratacağı sıkıntı ve sorunları Fransız makamlara anlatmaya çalışıyoruz.
Şimdilik elimizde olan yalnızca nato kafa
nato mermer durumları.
Yalnız sırf meclisten geçmiş olması yeterli değil tabii.
Tutun ki başarısız olduk yani ilk faz geçildi, yani bütün bu yapılan ve yapılacak görüşmelere
rağmen Fransa ile Türkiye ilişkilerini bu kadar tehlikeye sokacak, son derece
iyi ilişkileri başka bir mecraya götürecek yasa meclisten geçti işte o zaman 22
Şubat’a odaklanacağız ve tüm gücümüzle senato da durdurulması ve Meclisin
tatile girmesiyle de bu iki yasanın yok olmasını, unutulmasını, bir süre en
azından hayatımızdan çıkmasını ümit edeceğiz.
Sonra ne mi oldu?
Tutun ki ümitlerimiz boş çıktı, yani Türkiye, Fransa
meclisinin, 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının reddedilmesini suç
sayan yasa teklifini kabul etti. Ne mi olur? Yine aynı senaryo hayata geçirilir. Paris Büyükelçisi
Tahsin Burcuoğlu Ankara'ya geri çekilir. Fransızlarla küsülür, Fransız
ürünlerine boykot çağrıları yapılır. Bir süre Lacoste gömlek hediyeleri
alınmaz. Fransız Carrefour yerine İsviçre Migros tercih edilir. Sonra da
unutulur gider ve her şey eski tas eski hamam olur.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu çok yerinde bir tespit de bulundu
ve "Bu konu Fransa'nın kendi içerisinde yaşadığı büyük bir
çelişkidir" dedi. Gerçekten de Fransız devrimini gerçekleştirmiş bir
halkın devamı olarak özgürlükçü liberal bir yaklaşımın topraklarında egemen
olması gerekirken yasaklayıcı bir tutumun egemen olmasına çalışmak, Fransa
adına üzücü ve bir o kadar da düşündürücüdür. Ana kıtanın merkezindeki bir
ülkede, özgürlüklerin doğduğu medeni bir ülkede bu zihniyet hayat bulursa,
kim bilir sonrasındaki gelişmeler ne olur diye düşünemeden edemiyor insan.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, takip etmiş olabileceğiniz
üzere ver misketlerimi ben seninle artık
oynamıyorum tadında daha önce de "Fransa
Ermeni Soykırımı tasarısını yasalaştırırsa, Türkiye olarak her platformda
Fransa'nın sömürgeciliğini anlatırız" demişti. Dişe diş, kana kan
durumları yani. Kişisel fikrim zaten anlatılması gerekiyorsa anlatılması
gerektiği, bana dokunmayan yılan bin yaşasın tarzı bir görüşü oldum olası
benimseyemedim.
TBMM Başkanı
Cemil Çiçek ise tehditten kaçınmamış:
"Fransa bunun bedelini ağır öder". Hatta Kanuni’ye atıfta bile bulunarak şanlı
geçmişimizi bir kere daha gözler önüne serip bizim kimlerden geldiğimizi unutma Fransa bile demiş.
Başbakanımız ise "Soykırım
görmek isteyenler kendi tarihlerine baksın" diye tepkisini göstermiş.
1945 ve 1961 Cezayir, ve 1994 Ruanda hatırlatmalarında bulunmuş. Çok beğendiğim
tespitini ise sona saklamış: “Tarih,
parlamentolarda yapılan oylamalarla yazılmaz. Tarih, popülizm uğruna, oy
toplamak uğruna çarpıtılamaz. Hele hele parlamentolar, tarihin araştırılmasını,
incelenmesini, konuşulmasını, tarihi yalanların eleştirilmesini engelleyemez”.
En somut açıklamayı ise Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan yaptı:
“bu şekilde giderse, ayın 22'sinde bu
hatayı yaparlarsa, 24 Ocak'ta Fransa'da yapılacak Ortak Ekonomi Komisyon
toplantısını yapmayacağız. Hükümet olarak, direkt bir boykot, ambargo
kelimesini zikretmemekle beraber halkımızın hislerine tercüman olmak zorundayız''.
Benzer süper bir açıklama da Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen
Bağış’tan geldi: "Bu tasarı Türkiye
üzerinden bu coğrafyada iş yapmaya çalışan Fransız iş dünyasının
sorunudur".
TÜSİAD ve TOBB heyetlerinin Fransa’ya gitmeleri ise bence
başlı başına bir fiyasko, tam bir skandal. Hala birilerinin peşlerinden
koşuyorlar. Hala ezikler. Otur oturduğun yerde, ne yapacaksan burada yap. Sen
çağır, bırak gelenlerle yap toplantını. Yok ama onlar ayaklarına kadar gitmeyi,
otele alınmamayı ve elçilikte toplantı yapmayı tercih ediyorlar. İşe ben de bu
zihniyeti anlamıyorum.
Olayın ticari tarafına bakacak olursa da Türkiye ile Fransa,
10,5 milyar dolarlık yıllık ikili ticaret var ve Türkiye'de faaliyet gösteren
2000'e yakın Fransız şirketi bulunuyor. Evet yanlış okumadınız 2000 adet.
Gelin bir kaç tanesini hatırlayalım: Otomotiv alanında
Renault, Peugeot, Citroen, Elektrik alanında Schneider, Otomotiv yan sanayinde
Valeo, Çimento alanında Lafarge, Gıda alanında Danone, Parekende sektöründe Carrefour,
Sigorta alanında Axa, Groupama, Finans alanında BNP Paribas, Yiyecek hizmetleri
alanında Sodexo, Turizm alanında Accor, Club Med, Kozmetik alanında L'oreal,
Avon, Akaryakıt alanında Total Oil.
Tabii kimisi bilinen kimisi pek tanınmayan bir yığın
başkaları da mevcut: Acquaverde, Alcatel, Benzac, Benzagel, Benzamycin, Bic,
Cacharel, Cartier, Chanel, Champion, Christian Dior, Elle, Evian, Fahrenheit, Gima,
Kerastase, Lacoste, Lancome, La Vache Qui Rit, Lec Sportif, Louis Vuitton,
Marie Claire, Michelin, Nicoderm, Novalgin, Onduline, Petit Bateau, Pierre
Cardin, Rowenta, Sagem, Sheaffer, Studio Line, Legrand, Tefal, Uniroyal, Yves
Saint Laurent ...
Bir yandan mal ve hizmetlerin, diğer taraftan da bilgi
(Know-How) ve sermayenin ülkeler arasında serbestçe dolaşımı olan
Küreselleşmeye ya da daha sık kullanılan ve bilinen ingilizcesi ile
Globalizasyona inanıyorum. Tüketicilerin kendisine en uygun ürünü, en iyi
fiyata alabilmelerini doğru buluyorum. Konumuz ekonomi ve küreselleşme
olmadığından iç üreticinin korunması gerekliliği konularını hiç girmiyorum.
Bambaşka bir yazıda, konu hakkında ki görüşlerimi belki ileride yazarım. Ama
diyeceğim odur ki Fransız ya da İtalyan, İsviçre ya da İsveç olsun, ülkelerden
bağımsız, en uygun ürünleri, üstelik uygun ve erişilebilir fiyatlara alabiliyor olmayı bir şans olarak görüyorum.
Buna karşılık bir ama’m maalesef var.
Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ideallerinin hayata geçirildiği
1789 Fransız Devrimine yürekten inanıyorum.
“Senin düşüncelerine
katılmıyorum ama düşüncelerini özgürce ifade edebilmen için hayatımı bile
verebilirim…” diyen Voltaire ile tamamen aynı düşünüyorum.
Yazdığı bir yazıdan dolayı ceza alıp, hapse giren bir
yazarın düşüncelerine katılmadığı halde suç olan yazısının altına kendi
imzasını atarak suça ortak olmuş ve bunun yüzünden hapis cezası almış Sartre’a
sonsuz saygı duyuyor ve dahası ona özeniyorum.
Sartre,eleştirileri pek de sevmeyen Fransa Cumhurbaşkanı
Charlés De Gaulle’ün en sert muhalifiydi. Kendisine en sert muhalefeti yapan ve
hapse girecek olan yazar Sartre için “Fransa;
bugünkü gibi özgür bir ülke olabilmesini Sartre gibi yazarlarının olmasına
borçludur…” diyerek yazarın hapse girmesini engellemesini takdir ile
karşılıyorum.
Düşüncenin özgürce ifade edilmesinin önüne görünür ve
görünmez engeller koyulmasını, farklı düşüncelerin söylenmesinden rahatsız
olunmasını, belirledikleri konuları ve kişileri eleştirilmez olarak görülmesini
ancak totaliter, dinci ve faşist yönetimlerde görülen anlayışlar olarak
görüyorum ve bunu işte kabul edemiyorum... Bir oldu bitti ile tarihçilerin
yapacağı işi yapmaları, bir de üstüne üstlük bunun inkarının suç sayılması ve
dahası yapanların yanına kar kalması içimi acıtıyor. Bağıra bağıra hayır demek
istiyorum ama biliyorum sesim oralara ulaşmayacak. Dikkatlerini çekebilmek için
ne yapabilirim diye düşünüyorum ve aklıma boykot dışında bir şey de gelmiyor.
Ben kendi adıma eğer yasa geçerse tek kişilik, sembolik
boykotuma başlayacağım. Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik için. İfade özgürlüğü
için. Karşılıklı saygı için. Akşam huzurlu uyuyabilmek için.
Yasa dilerim ki geçmez ve özgürlük bir kez daha yara almaz
...
15 Aralık 2011 Perşembe
2 Ocak 2012
Fark yaratan bakış açılarımızdır...
2 Ocak 2012. Çok değil yalnızca 2 hafta sonrası. Birçoğunuz için yalnızca basit bir tarih. 365 günden sadece bir tanesi, belki en sıradanlarından. Hani zorlarsanız bazılarınız 2012 senesinin ilk çalışma günü olduğunu söyleyebilir. O gün doğanlar için bir yorumum tabii ki olmaz. O gün doğanlar ve hissettiklei bu yazının konusu zaten değil. 2 Ocak 2012, 2012 senesinin ilk çalışma günü. Birçoğunuz için sıradan bir gün olan bu tarih bizim biricik ailemiz için bir dönüm noktası oldu çıktı iyi mi?!! O gün evimizin gelirlerinin yarı yarıya azaldığı bir gün olarak tarihlerdeki yerini aldı. Efendim diyeceğim odur ki eşim verdiği ani bir kararla işinden ayrılmaya karar verdi. Son çalışma günü ise 2 Ocak 2012 olacak.
Herşey yine çok konuştuğu sıradan akşamlardan birinde söylediği, “artık yoruldum, çalışmak istemiyorum, biraz dinlenmeliyim, belki hatta sonra kendi işimi yaparım” gibisinden anlamsız sözleriyle başladı. Muhtemelen ya yine dinlememiş ve dinliyormuş gibi yapmıştım ya da doğal olarak söylediklerini ciddiye almamış, ön belleğe bile geçirmeden direk arka belleğe ağ bağlaması için fırlatmıştım. Bugün yapmış olduğu bu yönde bir ön açıklamayı hatırlamıyorum. Tamam söylediklerini dinlemediğim için benim tabii ki suçum var ama böylesine hayatımızı direk etkileyebilecek bir olayı diğer sıradan olaylar potasında eriterek önemsiz birşey gibi gösterip dikkatimi çekmeyi başaramaması, onun hanesine mutlak bir başarı hatta zafer ama aynı zamanda bir hata olarak yazıldı. Bunu inanmayacaksınız ama yüzüne karşı da söyledim. O kadar dellenmiş, şaşırmış ve paniklemiş olmalıyım ki kontrolü kaybedip bu hatasını üstelik Başak burcu kadını olduğunu hem de çok iyi biliyor olmama rağmen direk yüzüne söyleme cesaretini gösterdim. Benden size ncizane ufak bir tavsiye, sizi siz olun sakın ama sakın Başak burcu kadınını eleştirmeyin. Mümkünse zaten direk uzak durun. Yok eğer bu mümkün değil ise konuşmamaya çalışın. En masum söylediğiniz cümlelerden bile birşeyler çıkarabilme yetisi vardır. Hadi konuştunuz sakın ama sakın eleştirmeye kalkmayın. Suçu üzerinize alın, ben eşşeğim diye bağırın ama onu eleştirmeyin. Neyse ben eleştirdim düşünün artık.
Sonra ne mi oldu?
Tabii ki tatlı tatlı konuşmaya başladık. Allahım ne hoş ne yapıcı ne unutlmaz bir konuşmaydı o. Muhteşemdi, öyle bir sinerji vardı ki. Elle tutulamayan, görülemeyen, yalnızca hissedilebilen, kokusu, rengi olmayan, başka bir forma dönüştüğümüz, başka bir dünyaya ait olduğumuz bir tartışma ortamıydı. Tarihte hakettiği yeri alan konuşmalardandı. Nasıl rakı ile balık, rakı ile beyaz peynir, Zeki ile Metin, şarap ile peynir gibi çok iyi giden birbirlerine uyumlu ve 1+1’in 3 hatta 5 ettiği ikililer vardır, eşim konuşmaya başladı mı ya yanına televizyon ya da alkollü bir içki eklenmeli. Tek başına bu monolog çok tesirli ve hatta yakıcı olabiliyor. Eleştiri sonrası konuşmaya başladığı o anda televizyonu açmam ve seyretmem içinde bulunduğum durumu daha da acıklı hale getirebileceğinden ben diğer joker hakkımı kullandım ve içmeye başladım. Beyaz şarap içeceğim neşeli, eğlenceli ve fresh havayı hissetmemiş olmalıyım ki kırmızı şarabı tercih ettim. Genelde önce soğutur sonra karafta dinlendiririm. Ritüelim yani içmeye karar vermemle ilk yudumu almam, yaklaşık 45 dakikalık bir zamanı bulur. Büyük ve genişçe bir kadeh hep tercihim olur. O akşam ise direk şişeyi açtım ve bulduğum ilk küçük beyaz şarap kadehine kırmızı şarabı boca ettim. Zaman kaybedemezdim, desteğe, yardıma ihtiyacım vardı. Konuşmamızın sonunda sürekli içiyor olmamdan mıdır yoksa dert etsem de artık yapacak birşeyin olmadığı gerçeğinin bende yaratmış olduğu geçici delilik ve bundan kaynmaklı mutluluk havasından mıdır bilinmez etrafa gülücükler saçıyordum. Hafif sarhoş belki yalnızca çakır keyif bile olmuştum. Hatırlayabildiğim konuşmanın sonunda “ne iyi ettin de bu işe karar verdin” deyip sarılmamdı.
Eşim işten ayrılmakla gerçekten de çok iyi etti. Onunla gurur duymadan edemiyorum. İçim içime sığmıyor. Onu hep ve sürekli tebrik etme dürtüsüyle yaşıyorum. Ne zaman görsem sarılmak istiyorum. Çalışırken bile konu ne zaman aklıma gelse hemen tek başıma kalabileceğim bir yere gizlenip mutluluk dansı yapmaya başlıyorum. Yaşadığım bu büyük mutluluğu hararetle tavsiye etmiyorum çünkü ister denize ister kuyuya daldır, alacağın su elindeki kabın büyüklüğü kadardır. Benim delilik kabım yeterince geniş olduğundan ben bu mutluluğu yaşayabiliyorum, başkası adına yorum yapmak bu nedenle istemem.
2 Ocak 2012 tarihinden itibaren eşimin işe gidip gelirken ve benim de hafta sonlarında kullandığım bir arabamız artık hayatımızda olmayacak. Araba olmadığından doğal olarak firmanın biz iyi ve naif insanlara sunduğu yakıt ısmarlamaları da olmayacak. Eşimden daha çok oğlumun elinde görmeye alıştığım Iphone’da artık tarihe karışacak. Meğer bizim evin internet giderlerini bile firma karşılarmış. Bu nezaket ve bonkörlüğe de elveda diyeceğiz ki bunları yazarken ciddi ciddi içim burkulmakta.
Sahi elveda diyecek miyiz?
İşte zaten zurnanın zırt mıdır dırt mıdır dediği yerde tam burası. Pek tabii ki elveda demeyeceğiz. Verilen üç kuruştan önce araba, sonra yakıtı ve sonra da Iphone’u alınacak. Kalan para ile de bir kaç aylık internet giderimizi karşılayacağız. Benim görevim tabii kabul edersem ki inanın çoktan kabul ettim, önce arabanın ve sınırsız bir internet paketinin ne kadar gereksiz birer lüks olduğuna eşimi
inandırmam. Bunu başarabilirsem sonrasında da ilk yurt dışına gidecek bir zavallıdan telefon sipariş etme işlemlerine başlayacağım. Amaç durum-hasar tespiti yapıp, mevcut hasarı en az zararla atlatabilmek. Bu konuda tek başımayım. Kimselere güvenemem. İnanıyorum ve biliyorum ki başaracağım. Hem boşa dememişler inanmak başarmanın yarısıdır diye.
Tabii tüm bu yazdıklarım yaşadığımız bu keskin dönemeci anlatan gırgır anlatımlar. Eşim kendi alanında söz sahibi olan ülkedeki bir kaç kişiden bir tanesi. Benim tüm başarım şirkette işe başlamış yeni bir kaç kişiye öğütler vermek olurken o panellerde kendi alanında konuşmalar yapıyor. Yurtiçi ve yurtdışındaki panel ve konferanslarda,Türkçe ve İngilizce konuşmalar yapabilmek zaten benim harcım hiç olmamıştır. En büyük erdem kendi sınırlarını bilebilmektir. Ben eşimle her zaman gurur duymuşumdur. İşten çıkmasını da tüm kalbimle destekliyorum. Çalıştığı yer ona artık dar geliyordu. Benim kendim ve ailem adına en korktuğum ve olmaması için uğraş verdiğim konuların başında hem sahip olduğumuz potansiyeli tam kullanamamak gelmektedir. Eşim bu zor kararı vererek bu korkumuzu yok etti. Çok daha büyük başarılara yelken açacağından ve beni bu zor ve çetrefilli çalışma hayatından çekip çıkaracağından hiç şüphem yok.
Bazıları sıcak sever bazıları ise soğuk. Oğlum mesela soğuk sever. Yine bazıları çalışma hayatını sever bazıları ise sevmez. Eşim seven, ben ise sevmeyen taraftayım. Bir hayvan seçecek olsak ben Ağustosböceğini o ise karıncayı seçer. İşte bu nedenle köprüyü geçene kadar fazladan bir “d” söylemeyi ve eşime sonuna kadar destek olmayı kendime bir borç biliyorum. Oğlumla zaman geçirip, lak lak edeceğim, Cihangir kafelerinde yazar triplerine girip blog yazılarımı ve ikinci romanımı (hayır malesef hayır ... hala ilk romanımla ilgili güzel bir gelişme bulunmamakta. Son olarak dizilerde senaryo yazan ve bu işte çok da başarılı olan komşumuza verdim ki okusun ve elimden tutup beni meşhur etsin diye ama ondan da ya okumadığından ya da okuyup da beğenmediğinden hala bir ses yok) yazacağım, geç saatlere kadar televizyon seyredip buna rağmen erkenden balık tutmaya gideceğim, öğlenleri şarap içip siesta yapacağım ve canım ne zaman isterse kitap okuyacağım, gelecek kaygısı olmadan ve çalışmadan yaşayacağım o muhteşem, o mucizevi, o mutluluk ve huzur dolu günlerin artık çok yakında olduğunu hissediyorum. Bu uğurda bir süre en azından evin tüm yükünü çekmem gerekiyorsa da çekerim dert değil. Maksat gönüller bir olsun.
2 Ocak 2012. 2012 senesinin ilk çalışma günü. Birçoğunuz için sıradan bir gün. Bizim biricik ailemiz için bir dönüm noktası. Önemli olan başınıza gelen olaylar değildir. Önemli olan başınıza bu olaylar geldiği zaman tutunduğunuz tavır, tercih ettiğiniz yollardır. Önemli olan bu başınıza gelen olaya gösterdiğinbiz tepkidir. Fark yaratan bakış açınızdır. Tepkilerinizin içinde yer alan sevgi ve korku oranlarıdır.
Sevgiye yakın, korkudan uzak durmaya çalışarak, ışıklarla dolu, aydınlık günler ümidi ve isteği ile yeni bir dönemi, büyük bir mutluluk ve bir fırsat olarak görerek karşılayacağım. Biliyorum gerisi zaten yalnızca bir teferruat olarak kalacaktır. Dilerim öyle de olur !
7 Aralık 2011 Çarşamba
Vive quasi cras moriturus - Yarın ölecekmiş gibi yaşa
Yorgo Papandreu. Daha düne kadar Yunanistan başbakanı idi artık Yunanistan eski başbakanı.
Amerikalı bir anne ile Yunanistan'da başbakanlık yapmış bir babanın (Andreas Papandreu) 1952 Minnesota doğumlu biricik çocukları. Yunanca ve İngilizce konuşuyor ki anne ve babasından dolayı bu zaten çok normal. Ama sıkı durun bu diller dışında İsveççe, Fransızca ve İspanyolca da konuşabilmekteymiş. Eminim aynı dilleri aynı zaman yazabiliyordur da.
Baba isteği ile girilen politik bir hayat, milletvekili seçilmesi ve uzun yıllar çeşitli bakanlık görevlerinde bulunması. 1999 Şubat ayında Pangalos'un istifası üzerine dışişleri bakanı olması ile yıldızının parlaması.
Politik hayatı süresince, dedesi (evet yanlış okumadınız o da usta bir politikacı idi) ve babasının tam tersi bir politika izleyerek herkesi şaşırttı. Türk-Yunan ilişkilerine bugüne kadar hiçbir politikacının cesaret edemediği kadar yüreklice yaklaştı. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne aday olarak kabul edilmesi için tavır koydu ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem'le korkusuzca diyalog kurdu. Beraber oynadıkları zeybek hala gözümün önünde. İsmail Cem'in vefatından sonra cenazesine katılıp bizzat mezarına toprak attı.
2004 yılında PASOK liderliğine, 2006'da Sosyalist Enternasyonel başkanlığını ve 2009'da % 42,5 oyla Yunanistan başbakanlığına seçildi. 8 Kasım 2011 kabinesinde yer alan tüm bakanlarla birlikte istifa etti. Nedeni ise tüm dünya ile birlikte Avrupa’yı da sarsan ekonomik kriz.PASOK lideri akşam saatlerinde televizyondan halka seslendi ve veda niteliğindeki konuşmasında istifasının nedenlerini anlattı. Yunanistan'ı krizden çıkarmak için ülkedeki siyasi güçlerin işbirliği yaptığını, farklılıklara rağmen yeni hükümetin kurulduğunu, bu yönetimin partiler üstü olacağını ve 26 ekim kararlarını uygulanması için çalışılacağını söyledi. Yani yeni kurulacak hükümet de özgürlükleri, bağımsızlıkları için değil, esaretleri için çalışacak bundan sonar.
Avrupa Merkez Bankası eski başkan yardımcısı Lucas Papademos, yeni hükümetin başbakanı olacak. Yaptığı açıklamada tek görevinin AB’nin hazırladığı kurtarma paketine uymak olduğunu açıkladı. Size de kendisi ve açıklamaları Kemal Derviş’i hatırlatmadı mı?
Ne yalan söyliyeyim üzüldüm. Hem böylesine eğitimli, böylesine kibar ve böylesine aklı selim bir liderin geri çekilmesine ve hem de bir ulusun esaret altına alınmasına.
Bugün Yunanistan’ın başına gelenler, umarım ve dilerim ki İspanya, Portekiz, İrlanda, İtalya ve hatta Fransa’nın aklını başına almalarını sağlar. Fransa üretimi olduğu için bu krizden az hasarla kurtarabiliyor yoksa aynı kriz onlar için de kapıda diye yazmıştım ki İtalya’da benzeri olay yaşandığını öğrendim. Gerek Yunanistan’da ve gerekse İtalya’da yaşanan olay, Avrupa Birliği derin ağabeylerinin isteği (belki de zorlama yazmak daha yerinde olur) üzerine söz konusu iki ülkede teknokrat hükümetlerin başa geçmeleri.
Avrupa büyük ağabeyleri, PIIGS (Portekiz, , İrlanda, İtalya, Yunanistan ve İspanya) ülkelerinin birlikten çıkmasından ve sırtlarındaki kamburdan kurtulmalarından yana. Yunanistan’a zaten yol görünmekte. Sırada muhtemelen Portekiz, İspanya ve İrlanda bulunmakta. Avrupa borç krizinin derinleşmesi çok doğal olarak Amerika ile İngiltere’yi de etkileyecek. Bu nedenle onlar da Almanya’ya bir yandan ve sürekli olarak bas bas paraları Leyla’ya baskısı yapmaktalar bir yandan da PIIGS batarsa, ihracatın düşer, zararlı çıkarsın kandırmacasını yutturmaya çalışıyorlar.
Tüm mayınlar ne zaman mı patlayacak? Bir Fransız-Belçika ortak yapımı olan Dexia’yı ne zaman ki kurtaramayacaklar (kurtarırsa Fransa’nın başı derde girer) ve batacak, hemen arkasından Yunanistan oyunun dışında kalır ve sonra da diğerleri. Bu yazı finansal bir yazı olmadığından bunun bize olan etkilerini yazmayacağım ama birikimlerinizi orta vadede dolar olarak tutmanızda fayda olduğunu söyleyebilirim.
Tüm bu saydığım Akdeniz ülkeleri çok çalışmayı sevmeyen ama buna karşılık azla yetinen, öğlenleri güzel sofralar kuran, şaraplarını tüketen, sonrasında evlerine çekilip siesta yapan ve hatta eşleri ve sevgilileri ile gündüz kaçamaklarında bulunan, ancak sonrasında işlerine geri dönen, hayatın kısa olduğunu bilip, herbir anının tadını çıkaran özellikli insanlardan oluşan ülkelerdi. Yazık ki artık değiller.
Geçmiş zaman kullanıyorum çünkü kuzey ülkeleri kendi zevksiz, özelliksiz ve sıkıcı hayat tarzlarını biraz akıl ve stratejiyle bu insanlara da yaydılar. Güneşi olmayan ve intihar oranının yüksek olduğu bu ülkenin çalışkan, yakışıklı/güzel ama kıskanç insanları Güney’in o muhteşem anlayışını yerle bir ettiler.
İhtiyaçları olmadıkları (binlerce yıl bu şekilde idare etmişler) ve hatta istemedikleri parayı bir anda önlerinde bulmuşlar. Hızlı ve aceleci olmayan hayatlarına ters, hızlı ve kaliteli ama aynı oranda pahalı arabalar sunulmuş. Eski arabalar terkedilmiş ve yeni arabalara binilmiş. Eski evler beğenilmez olmuş ve yeni evlere taşınmışlar. Birbiri ardına telefonlarını değiştirmişler. Kullanılmayan ve hatta bilinmiyen millyonlarca özellikli telefonlarını milyon artı bir özellik için kenara atmışlar. Az çalışmaya devam edip sürekli cepten yemişler ve her geçen gün biraz daha borçlanmışlar.
Şimdi ise Kuzey’in çocukları, Güney’in çocuklarına bırakın sirtaki oynamayı, az harcayın, siesta ve gündüz kaçamaklarını bir kenara bırakın, çok çalışın, şarap da içmeyin, fedakarlık yapın ve borçlarınızı ödeyin diyorlar. Bu anlayış Güney’de hiç olmadı ki şimdi olsun. Tabii isyan ediyorlar.
AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Kuzey ve Batı Avrupa'da barış ve refah olmazsa, güneyi ya da doğusunda da refah ve barış olmayacağı uyarısında bulundu. Barroso yaptığı açıklamada, ortak para biriminin Avrupa Birliği'nin kalbi olduğunu belirtti. Avrupa Birliği'nin ya da Euro Bölgesi'nin hızının, en yavaş üyelerle aynı olamayacağına işaret eden Barroso, merkez ve çevre olarak bölünmüş bir AB’nin kabul edilemeyeceğini söyledi. Yahu adama yüzyıllardır sorunsuz gidiyordu da şimdi mi patlak verdi diye sormazlar mı?
2011 sonu ve 2012 yılı Avrupa ve Amerika’da seçim zamanları olacak. Çok naïf bir düşünce bile olsa dilerim seçmen üzerine düşeni yapar ve kendilerinden başkalarını düşünmeyen zihniyete bir son verir.
Vive quasi cras moriturus. Güney’in çocukları bugüne kadar hep yarın ölecekmiş gibi yaşadılar. Bence çok da iyi yaptılar. Ama cümlenin ilk bölümünü atladılar yada görmezden geldiler.
Disce quasi semper victurus, vive quasi cras moriturus. Hep yaşayacakmış gibi öğren, yarın ölecekmiş gibi yaşa. Bugün artık yapılan herbir sebepsiz yardımın bir nedeni olduğunu ve mutlak surette can acıtacağını çok iyi biliyorlar.
Umarım bu gelişmeler burjuva kesimi oluşmadan oluşma becerisini ve mucizesini gösteren günümüzün Jeep’li Nurjuvalar’ına ve bizlere iy bir örnek teşkil eder.
Umarım bu gelişmeler burjuva kesimi oluşmadan oluşma becerisini ve mucizesini gösteren günümüzün Jeep’li Nurjuvalar’ına ve bizlere iy bir örnek teşkil eder.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)